Bu ayetlerde cinlerin kendi sözlerinden aktarılan olaylar
bize şunu düşündürüyor: Onlar Peygamberimiz gelmeden
önce -belki de Hz. İsa ile Peygamberimizin gelişi
arasındaki geçiş döneminde- yüceler alemi ile ilişki
kurma, meleklerin yeryüzünde yaşayan yaratıklara
ilişkin konuşmalarından bilgi sızdırma
girişimlerinde bulunabiliyorlardı. Meleklerin bu
konuşmaları yüce Allah'ın yeryüzüne ilişkin
plânının ve dileğinin uygulanması ile ilgili
idi. Cinler sızdırdıkları bu bilgileri
dostları olan kahinlere ve bilgiçlere aktarıyorlar, bu
kahinler de şeytanın plânları uyarınca
insanlar arasında bozgunculuk çıkarıyorlardı.
Başka bir deyimle şeytanların kuklaları olan
bu kahinler ve bilgiçler, cinlerden sızdırdıkları
az miktardaki gerçeğe büyük o~anda "batıl"
ve eğrilik katarak bu yanıltıcı
karışımı halk yığınlar ı
arasında yayıyor, iki dönem arasındaki
peygambersiz boşluktan yararlanarak yeryüzünün düzenini
bozuyorlardı. Bu bilgi sızdırma ve onu kahinlere
aktarına işleminin nasıl gerçekleştiğine
gelince Kur'an bu konuda bize hiçbir bilgi vermiyor. Böyle
olunca bu meseleyi kurcalamak gereksizdir. Burada bize anlatılan
gerçeğin özü ve içeriği ile yetinmeliyiz.
Peygamberimizin okuduğu Kur'an'ı dinlemeye gelen
cinlerin bu konudaki söyledikleri şudur: Cinler artık gökten
bilgi sızdıramıyorlar. Şimdilerde böyle bir y
" " "
İşe giriştiklerinde -ki bu girişimlerini
"göğe dokunma , göğü yoklama olarak tanımlıyorlar-
önlerindeki yolu kapalı ve güvenlik ekipleri tarafından
sıkı koruma altına alınmış
buluyorlar. Bu koruma ekipleri tarafından göktaşı
bombardımanına tutuluyorlar, alev saçan bu taşlar
gökten bilgi sızdırmaya kalkışanların
başlarına yağarak ölmelerine yolaçıyor.
Ayrıca "Acaba yeryüzündekiler için kötülük mü
dileniyor, yoksa Rabbleri onlar hakkında iyilik mi diliyor,
bunu bilmiyoruz" diyerek insanların geleceğine
ilişkin gayb hakkında hiçbir şey bilmediklerini
ilan ediyorlar. Bu sözleri ile kısaca şunu demek
istiyorlar: "Gaybın sırlarına ilişkin
bilgi yüce Allah'ın tekelindedir, bu sırları
O'ndan başka hiç kimse bilemez. Buna göre yüce Allah'ın
kulları için ne gibi bir gelecek belirlediğini biz
bilemeyiz. Acaba onlara kötülük indirmeyi planlamıştır
da bu yüzden sapıklığın kucağına
mı atılmışlardır, yoksa onların
doğru yola girmelerini, hidayete ermelerini mi
planlamıştır, bu konuda hiçbir şey söyleyemeyiz."
Görülüyor ki, cinler doğru yolu, hidayeti kötülüğün
karşısına, yani iyiliğin yerine koyuyorlar.
Gerçekten doğru yolda olmak, hidayete ermek iyiliğin ta
kendisi olduğu gibi getireceği sonuç da sadece
iyiliktir.
Kâhinlerin, gayba ilişkin sözde bilgilerine dayanak saydıkları
kaynak gayb alemi hakkında hiçbir şey bilmediğini
belirttiğine göre artık söylenecek hiçbir söz kalmamış,
bu konudaki bütün iddialar havada kalmış, kâhinlik ve
bilgiçlik işi son bulmuştur. Gayba ilişkin
bilginin yüce Allah'ın tekelinde olduğu
tartışmasız bir gerçek olmuştur. Artık
hiç kimse gaybın sırlarını bildiğini ve
bu alanda kehanette bulunabileceğini söylemeye cüret edemez.
Böylece Kur'an insan aklını bu tür kuruntuların
ve iddiaların tümünün tutsaklığından
kurtararak özgürlüğe kavuşturmuştur. O günden
itibaren insanlığın olgunluk çağına
erdiğini, hurafelerin ve masalların
kıskacından yakasını
kurtardığını ilan etmiştir.
Peki, gökteki bu güvenlik ekibi nerede duruyor? Kimlerden oluşuyor?
Şeytanları nasıl göktaşları ile
bombalıyor? Ne Kur'an ve ne de hadisler bu konuda birşey
söylemiyor. Bu gayb konusu hakkında bu iki kaynak
dışında bilgi alacağımız başka
bir kaynak da yok. Eğer yüce Allah bu konularda ayrıntılı
bilgi vermenin yararımıza olacağını
bilseydi, mutlaka bu bilgiyi verirdi. Böyle bir bilgiyi bize
vermediğine göre bizim bu konuları kurcalamamız,
hayat düzeyimize ve yararlı bilgi
dağarcığımıza hiçbir katkısı
olmayan boş bir çabadır.
Şu tür itirazlar yapmak ve bu yolda tartışmalara
girişmek de yersizdir: "Efendim göktaşları,
meteorlar Peygamberimizden önce de sonra da evrensel düzenin
belirli kanunlarına göre hareket ederler. Astronomi
bilginleri bu kuralları açıklamaktadırlar."
Bir kere astronomi bilginlerinin dayandıkları kuramlar
doğru da olabilir, yanlış da. Doğru
olduklarını farzetsek bile bu durum konumuzun
dışında kalır. Çünkü bu göktaşları
doğal hareketlerini yaparken aynı zamanda
şeytanları da bombalamış olabilirler. Bunun
yanısıra doğal kanunları dileği
uyarınca yönlendiren yüce Allah'ın iradesi
uyarınca bu ateşli gök cisimleri kimi zaman
şeytanları bombalamak için ve kimi zaman da başka
bir amaçla harekete geçebilirler.
Bir de Kur'an'ın bu tür açıklamalarını
sembolik ifadeler sayanlar var. Onlar göre göre Allah, Kur'an'ı
onunla çelişen unsurların saldırılarına
karşı korumak amacına yönelik olarak bu tür
sembolik ifadelere yer vermiştir, buna göre bu
ifadeleri,somut anlamlarına göre algılamak doğru
değildir. Böylelerini bu tür düşüncelere
sürükleyen sebep, Kur'an'a kafalarındaki ön yargılarla
yaklaşmalarıdır. Onlar bu ön yargıları
Kur'an-dışı kaynaklardan almışlardır.
Sonra Kur'an'ı kafalarında önceden yer etmiş olan
bu peşin yargılara göre açıklamaya
kalkışırlar. Bu yüzden melekleri iyiliği ve
Allah'a bağlılığı simgeleyen güçler,
şeytanları da kötülüğü ve Allah'a başkaldırmışlığı
sembolize eden güçler olarak yorumlarlar. Çünkü Kur'an'la
yüzyüze gélmeden önce kafalarına çöreklenen ön yargılara
göre meleklerin, şeytanların ve cinlerin ayetlerde
anlatıldığı biçimde varolmaları, böylesine
somut hareketlere girişmeleri ve pratik etkiler meydana
getirmeleri mümkün değildir.
Peki, bu adamlar bu görüşleri nereden aldılar?
Kur'an'ın ayetlerini ve Peygamberimizin sözlerini değerlendirirken
kriter olarak kullandıkları bu ön yargılarının
kaynağı nedir?
Kur'an'ı anlamanın, açıklamanın ve
İslâm'a uygun bir düşünce sistemi oluşturmanın
ideal yolu şudur: İnsan böyle bir işe
girişirken bütün eski düşüncelerini kafasından
silip atmalı, Kur'an'a her türlü ön yargıdan
arınmış bir mantık ve bilinçle yaklaşmalı,
varlık alemine ilişkin gerçekleri Kur'an'ın ve
hadislerin açıklamaları ile uyuşan yargılara
dayandırmalı, Kur'an'ı ve hadisleri
Kur'an-dışı kriterlere göre değerlendirmeye
kalkışmamalı, Kur'an'ın "var"
dediği hiçbir şeyi ne inkâr etmeli ne çarpıtmalı,
Kur'an'ın "yok" dediği hiçbir şeye de
"var" dememelidir. Kur'an'ın ne "var" ne
de "yok" dediği konulara gelince o alanda herkes
aklının erdiği ve bilgi birikiminin elverdiği
ölçüde söz söyleyebilir.
Biz bu sözleri, elbette ki, Kur'an'a inanmakla birlikte onun
ayetleri ile kafalarındaki ön yargılar ve zihinlerinde
çöreklenen doğal gerçeklere ilişkin eski düşünceler
arasında uyum sağlamak amacı ile ayetleri çarpıtarak
yorumlamaya kalkışanlara söylüyoruz.
Bir de Kur'an'a inanmadıkları halde sırf
bilimsel buluşlar o noktaya eremedi diye Kur'an'daki bu tür
kavramları inkar etme gayretkeşliğine
kapılanlar var ki, bunların tutumu gerçekten
gülünçtür. Sebebine gelince bilim, henüz önünde duran ve
deneylerinde kullandığı varlıkların
sırlarını bilemiyor. Ama onun bu
bilmeyişi,
doğaldır ki, bu varlıkların varoldukları
gerçeğini ortadan kaldırmaz. Üstelik azımsanmayacak
sayıdaki gerçek bilim adamları yavaş yavaş,
tıpkı dindarlar gibi, "bilinmezlik" gerçeğine
inanmaya başlamışlar, en azından
bilmediklerini inkar etmekten vazgeçmeye yönelmişlerdir.
Çünkü bu adamlar daha önce bilimin aydınlığa çıkardığını
sandıkları, Üstelik gözleri önünde duran birçok
konuda bilinmezlik duvarları ile yüzyüze geldiklerini
görmüşlerdir, hem de bu çıkmazlara saplanırken
kullandıkları yöntem bilimsel araştırma yöntemi
olmuştur. Bu yüzden soylu ve bilimsel bir alçak
gönüllülüğü benimsemişlerdir. Bu alçak gönüllü
tutumda ne iddialı konuşmaların belirtilerine ve ne
de bilinmezlik gerçeğini küstahça reddeden bir
şımarıklığın damgasına
rastlayamazsınız. Fakat Bilim simsarları ile
bilimsel düşünce yaygaracıları böylesine soylu
bir alçak gönüllülüğün uzağındadırlar,
onlar hem din kaynaklı gerçekleri ve hem de bilgimize kapalı
gerçekleri pervasızca inkar etmeyi sürdürüyorlar.
Çevremizi saran evren çeşitli sırlarla, güçlerle
dolu, çeşitli ruhlarla donatılmıştır.
Elimizdeki bu sure -tıpkı Kur'an'ın öbür sureleri
gibi- bu varlıklara ilişkin gerçeklerin bazı yönlerini
bilgimize sunuyor. Bu gerçekler varlık alemine ve bu
varlık aleminde bulunan güçlere, ruhlara ve canlılara
ilişkin doğru ve gerçek bir düşünce oluşturmamızı
sağlayacak yeterliliktedir. Çevremizde kımıldayan
bu güçlerle, ruhlarla ve canlılar ile bizim
varlıklarımız ve hayatlarımız
arasında karşılıklı etkileşim
vardır. İşte bu düşünce Müslümanı
diğer insanlardan ayrı yapan, onu saplantılar ve
hurafeler ile kof iddialar ve şımarıklıklar
arasındaki orta noktaya yerleştiren tutarlı düşüncedir.
Bu düşüncenin kaynağı Kur'an ve sünnettir.
Müslüman öbür bütün düşünceleri, bütün sözleri,
bütün yorumları bu iki kaynağın
ışığında değerlendirir.
Şunu da hemen belirtelim ki, insan aklının
bilinmezin ufuklarını kurcalayacağı belirli
bir araştırma alanı vardır. islam bu alandaki
araştırmaları ısrarla teşvik eder,
aklı güçlü bir destekle o yöne doğru iter. Fakat bu
belirli alanın ötesinde insan aklının
araştırma çalışmasına
girişemeyeceği bir başka alan vardır. Akla bu
güç verilmemiştir. Çünkü insanın bu alanı
araştırmaya ihtiyacı yoktur. Yeryüzündeki
halifelik görevi için gerekli olmayan bilgiler insana kapalı
tutulmuştur. Ona bu alanda yardımcı olmanın hiçbir
gerekçesi yoktur. Çünkü bu tür bilgiler ona göre olmadıkları
gibi onun uzmanlık alanına da girmezler. Bu tür
bilgilerin çevresindeki canlı ve cansız varlıklara
göre evrendeki konumunu bilmesine yarayacak kadarı
gereklidir ki, bu kadarlık gayb bilgisini insana açıklama
işini yüce Allah'ın kendisi üstlenmiştir.
Çünkü bu bilgi onun öğrenme gücünü aşar,
ayrıca yüce Allah ona verdiği bu gayb bilgisinin
dozajını kapasitesine göre ayarlamıştır.
İşte meleklere, şeytanlara, ruha, ilk
yaratılışa ve insanın ilerde ne
olacağına ilişkin gayb bilgileri bu tür bilgiler
arasındadır.
Yüce Allah'ın hidayeti sayesinde doğru yolu bulanlar
bu konularda yüce Allah'ın indirdiği kutsal kitaplarda
ve Peygamberlerin sözlerinde buldukları bilgilerle
yetinirler. Bu sınırlı bilgilerden yararlanarak
yaratıcının yüceliğini, yaratma
olayının taşıdığı hikmetleri düşünürler:
bu alemler ve bu ruhlar ortasında insanın konumunu
irdelerler; gerek yeryüzünde ve gerekse uzaydaki öbür
gezegenlerde aklın bilgi edinme sınırlarına
bağlı kalan bilimsel araştırmalar yaparlar;
edindikleri bilgileri davranış alanında, üretim
faaliyetlerinde, yeryüzünü kalkındırma çabalarında
ve halifelik görevinin gereklerini yerine getirmede kullanırlar.
Bu çabalar sırasında yüce Allah'ın direktiflerine
bağlı kalırlar, O'na yönelirler, O'nun
yükselmesini istediği doruğa tırmanmaya çalışırlar.
Yüce Allah'ın gösterdiği yoldan saparak başka
yollar tutturanlara gelince bunlar iki ana gruba
ayrılırlar.
Birinci gruptakiler sınırlı akılları
ile "sınırsız"ı kavramaya
kalkışırlar; kutsal kitaplara
başvurmaksızın yüce Allah'ın zatını
ve bilgimize kapalı alemlerin sırlarını açıklamaya
yeltenirler. Evrenin sırlarını ve bölümleri arasındaki
ilişkileri açıklamaya çalışan filozoflar bu
gruba girerler. Adamlar bu çabaları sırasında tökezlerler,
tıpkı doruğuna erişilmez bir yüce dağa
tırmanmaya kalkışan çocuklar gibi zavallılaşırlar.
Ya da "varoluş" bilmecesinin sırrını
çözmeye yeltenirler. Oysa evren alfabesinin daha ilk harflerini
bellemiş değillerdir.
Ünlü filozoflar olmalarına rağmen bu adamlar gülünç
düşünceler ileri sürmüşlerdir. Bu düşünceler
Kur'an'ın yansıttığı açık ve
tutarlı görüşlerle
karşılaştırıldığında gülünçlükleri
daha bariz biçimde ortaya çıkar. Bu düşünceler
tökezlemeleri bakımından gülünçtürler, dağınıklıkları
açısından gülünçtürler, tutarsızlıkları
bakımından gülünçtürler, açıklamaya
kalkıştıkları varlık aleminin görkemi
ile karşılaştırıldıklarında
basitlikleri açısından gülünçtürler. Bu gruba
ünlü eski yunan filozofları da, onların düşünce
yöntemlerine özenen islam filozofları da, çağdaş
filozoflar da girerler. Hiç birini bu kategorinin dışında
tutmuyorum. Hepsinin düşünceleri, islamın varlık
alemine ilişkin orjinal düşüncesi karşısında
komiktir.
Bunlar yüce Allah'ın direktiflerine yan çizen grupların
birincisidir. Bu