1- Apaçık delil
kendilerine gelinceye kadar kitap ehlinden ve müşriklerden
inkarcılar küfürden ayrılacak değillerdi.
2- Allah tarafından
gönderilmiş tertemiz sahifeler okuyan bir elçidir.
3- O, sahifelerde doğru
yazılmış hükümler vardır.
4- Ama, kendilerine kitab
verilenler, onlara apaçık belge geldikten sonra
ayrılığa düştüler.
5- Oysa onlar, doğruya
yönelerek, dini yalnız Allah â has kılarak O'na kulluk
etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle
emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.
Gerçekten o dönemde
yeryüzünün, yeni bir ilahi mesaja çok ihtiyacı vardı
Yeryüzünde doğru ve insani hareketi terk etme o derece
yayılmıştı ki yeni bir peygamberlik, yeni bir
sistem ve yeni bir hareket olmadıkça artık düzelme
beklenmez bir hale gelmişti. ister daha önceleri Semavi (vahye
dayalı) dinleri tanıyan sonra elleriyle bozan kitap ehli
olsun, isterse Arap yarımadasındaki ve
dışındaki müşrikler olsun, yeryüzünün tüm
insanlarının kafasına küfür, bir yolunu bulup
girmişti.
Onlar
daldıkları bu küfürden bu yeni kutsal mesaj ve bizzat
kendisi açık bir kanıt, doğruyu
yanlıştan ayıran bir ayırıcı, bir açıklayıcı
ve "Allah tarafından gönderilmiş tertemiz
sahifeler okuyan bir elçi" (Beyyine 2) olan Peygamber
gelmedikçe ayrılacak ve dönecek değillerdi. Evet içinde
doğru hükümler bulunan, küfürden ve şirkten
arınmış kelimeleri okuyan elçi gelmedikçe daldıkları
küfürden dönecek ve ayrılacak değillerdi... Ayetin
metnindeki "Kitap" sözcüğü "konu"
demektir. Nitekim arapçada, "taharet kitabı"
temizlik konusu demektir. Ve namaz kitabı, kader kitabı,
kıyamet kitabı denilir ki bunların anlamı,
namaz konusu, kader konusu, kıyamet konusu demektir. Buna göre
bu temiz sayfalarda -ki temiz sayfalar Kur'an'dır- "doğru
kitaplar" yani "doğru konular" ve "doğru
gerçekler" vardır demektir...
Dolayısı ile bu
kutsal mesaj tam zamanında, bu peygamberin kendisine ihtiyaç
olduğu zamanda gelmişti. Bu sayfalar, içindeki konular
ve gerçekler bütün yeryüzüne yeni bir oluşum getirmek için
gelmişlerdi. Ki yeryüzü ancak bu yeni oluşum ile düzelebilirdi.
Yeryüzü bu peygamberliğe
ve bu peygambere neden muhtaç olduğu konusuna gelince, gerçek
bir Müslüman olan Ebu'l-Hasen En Nedvi'nin "Müslümanların
Gerilemesi İle Dünya Neler Kaybetti?" isimli değerli
kitabından, açıklayıcı alıntılarla
yetineceğiz. Çünkü bu kitap bu konuda okuduğumuz
kitapların içinde en açığı ve en özetidir.
Birinci bölümün ilk kısmında
şunlar yer almaktadır:
"Milattan sonraki
altıncı ve yedinci yüzyıllar hiç kuşkusuz
tarihin devirleri içinde en geri olanı idi.
İnsanlık çağlardan beri zillet ve düşüklük
içinde kıvranıp durmaktaydı. Yeryüzünde insanlığı
düştüğü bu zilletten kurtaracak ve elinden tutacak
hiçbir güç yoktu. Her geçen gün onların çöküşleri
hızlanıyor ve zilletleri daha da artıyordu. Bu yüzyılda
insanoğlu yaratıcısını, kendini,
varacağı yeri unutmuş, sağduyusunu
yitirmiş, iyi ile kötüyü güzel ile çirkini ayırma
yeteneğini kaybetmişti. Aradan geçen uzun zaman dolayısı
ile Peygamberlerin çağrısı
cılızlaşmış, yaktıkları
meş'ale kendilerinden sonra çıkan fırtınalar
dolayısı ile sönmüş ya da
ışığı o kadar zayıflamış
ki evler, ülkeler bir tarafa kalpleri bile aydınlatamaz
olmuştur. Din adamları koparılan fitnelerden ve
sapıklıklardan dinlerini korumak ve canlarını
kurtarmak amacı ile ya da rahatlık ve sakinlik arzusu
ile hayatın yükümlülüklerinden ve çilelerinden kaçmak
için veya din ile siyaset, ruh ile madde arasındaki mücadelede
yenik düştüklerinden, siyaset sahnesinden çekilmişler
ve mabetlere, kiliselere ve manastırlara
sığınmışlardı. Bazı din
adamları da hayatın akışına uyarak hükümdarlarla
ve maddeye tapanlarla birlik olup, onlara günahlarında,
zorbalıklarında ve insanların mallarını
haksız yere yemelerinde yardımcı
olmuşlardı..."
"Büyük dinler, boş
işlerle uğraşan hileci madrabazların
kurbanı, münafıkların ve günahkarların
oyuncağı olmuş, ruhunu ve şeklini öylesine
yitirmişti ki, bu dinlere inanan eski insanlar
mezarlarından dirilip kalkacak olsalar onu asla
tanıyamazlardı. Medeniyete, kültüre, iktidara ve
siyasete beşiklik eden yerler artık birer anarşi,
çözülme, kokuşma yerleri olmuş ve kötü düzenin ve
idarecilerin zulümlerinin cereyan ettiği sahneler haline
gelmişti. Halkın idaresini üstlenenler kendi işlerine
bakar olmuşlar, dünyaya mesaj vermez, milletleri irşad
etmez olmuşlardı. Ruhi açıdan iflas etmişler
ve hayatlarının pınarları kurumuştu.
Artık ellerinde ne vahye dayalı dinin duru
kaynağı ve ne de insanlığı yönetecek değişmez
bir sistem kalmıştı:'
"O devrin
insanlığının durumuna bu hızlı
bakış bizlere Hz. Muhammed'in gönderilmesinden kısa
bir süre önceki insanlığın ve dinlerin durumu
hakkında genel olarak bir fikir vermektedir. Nitekim
Kur'an-ı Kerim çeşitli yerlerde, kitap ehlinin ve müşriklerin
çeşitli küfür biçimlerine değinmektedir ..
Yüce Allah'ın
Yahudilerle ve hristiyanlar la ilgili şu sözü bu
örneklerdendir: "Yahudiler:
`Üzeyr Allah'ın oğludur' dediler. Hristiyanlar da `Mesih
(İsa) Allah'ın oğludur' dediler. (Tevbe 30)
"Yahudiler: `Hristiyanlar
hiçbir gerçeğe dayanmıyor' dediler. Hıristiyanlar
da: `Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor' dediler."
(Bakara 113)
Yahudilerle ilgili olarak,
"Yahudiler: `Allah'ın eli sıkıdır'
dediler. Bu sözlerinden ötürü, elleri bağlansın.
Onlara lanet olsun. Tersine O'nun iki eli de açıktır.
Dilediği gibi verir." (Maide 64) sözü Hristiyanlar
la ilgili olarak "Allah Meryemoğlu mesih (İsa)dır'
diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır." sözü "Allah
üçün üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kafir olmuşlardır."
(Maide 72-73) sözü, buna örnektir.
Müşriklerle ilgili
olarak: "Deki ey kafirler, ben sizin
taptıklarınıza tapmam. Siz de benim
taptığıma tapmazsınız. Ben de sizin
taptığınıza tapacak değilim. Siz de benim
taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz
size, benim dinim banadır." (Kafirun 1-6) sözü,
bunlara örnektir. Bu konuda daha birçok ayetler vardır. Bu
küfür, bütün yeryüzünü kaplayan kötülüğe, yok
oluşa, parçalanmaya ve yıkılışa
öncülük etmekteydi.
"Kısacası
o zamanlar yeryüzünde iyi ahlaklı bir millet, ahlak ve
fazilet temeli üzerine oturmuş bir toplum, adalet ve
merhamet prensipleri üstüne kurulmuş bir yönetim, ilim ve
hikmet temeline oturmuş bir önderlik, peygamberlerden
nakledilen sağlam bir din yoktu."
İşte bu
nedenlerden ötürü, yüce Allah'ın insanlığa
merhameti harekete geçmiş ve onlara içinde hakkı dile
getiren, doğru ayetler olan temiz sayfaları okuyan kendi
katından bir peygamber göndermeyi dilemiştir. Kafir müşrikler
ve kitap ehli bu kötülük ve bozgunculuktan, kurtarıcı,
doğru yolu gösterici ve hükümleri açıklayıcı
bir peygamber gönderilmedikçe dönecek değillerdi.
Yüce Allah, surenin giriş
bölümünde bu gerçeği belirttikten sonra, şimdi
özellikle kitap ehlinin dinleri hakkında bilgisizliklerinden
ya da dindeki kapalılık veya
anlaşılmazlıktan dolayı görüş
ayrılığına düşüp dağılmadıklarını,
aksine, kendilerine dinlerin bilgisi verildikten sonra,
peygamberlerin aracılığı ile ellerine apaçık
deliller geçtikten sonra görüş
ayrılığına düştüklerini ve dağıldıklarını
ifade ediyor. "Kendilerine
kitap verilenler, ancak kendilerine açık delil geldikten
sonra ayrılığa düştüler."
İlk
ayrılık ve görüş farklılığı
Hz. İsa gönderilmeden önce Yahudi grupları
arasında meydana gelmişti. Tümünün, peygamberleri Hz.
Musa, kitapları Tevrat olmasına rağmen onlar
gruplara ve kliklere bölünmüşler ve beş ana gruba
ayrılmışlardı. Bunlar, a) Sadukîler, b)
Farizîler, c) Esseniler, d) Terapötler, e) Talmudcular ve
Karailer.
Her grubun kendine özgü
özelliği hedefi ve yolu vardı. Sonra Hz. Mesih (İsa)
(a.s.)'ın israiloğullarına gönderilen
peygamberlerden birisi ve en sonuncusu olmasına rağmen
ve peygamber olarak gönderildiği zaman önündeki Tevrat'ı
doğrulayıcı ve tasdik edici olarak gelmesine
karşın Yahudilerle hristiyanlar birbirleri ile
ayrılığa düştüler. İşte buna
rağmen, Yahudilerle hristiyanlar arasındaki
ayrılık, bölünmüşlük korkunç bir düşmanlık
ve iğrenç bir kin derecesine vardı. Ve tarih iki dinin
bağlıları arasında geçen insanın tüylerini
diken diken eden korkunç boğuşmaların hikayesi ile
dopdolu hale geldi.
"Yedinci yüzyılın
başlarında Yahudileri Hıristiyanlardan nefret
ettiren, Hıristiyanların da onlara karşı
kinlerini doğuran ve her iki grubun da adlarını
lekeleyip kötüye çıkaran olaylar meydana geldi. Fokas (610
M.)'ın iktidar yıllarının son senesi,
Yahudiler Antakya'da Hıristiyanlara karşı ileri
gittiler. İmparator, Kumandanı "Abnosos"u görevini
benzeri görülmemiş bir acımasızlıkla yerine
getirdi. Şehirde kim varsa tümünü öldürdü. Kimini kılıçtan
geçirdi. Kimini idam etti. Bazılarını suda
boğdu, bazılarını ateşe atarak,
bazılarını yakarak öldürdü. Kimilerini işkence
altında öldürürken kimilerini de parçalasınlar diye
yırtıcı hayvanların sirklerine attı. Bu mücadeleler
Yahudilerle hristiyanlar arasında birbirini izledi durdu.
Makrizi El Hitat
adlı kitabında der ki:
"Roma imparatoru
Fokas zamanında, hükümdarı Acem Kisra, askerlerini
Şam'a ve Mısır'a gönderir. Kisranın ordusu
Kudüs, Filistin ve tüm Şam diyarında ne kadar kilise
varsa yerle bir ederler. Bütün Hıristiyanları
öldürürler. Onları yakalamak için Mısır'a
giderler. Mısır'da büyük bir Hıristiyan
topluluğunu öldürür sayılara sığmayacak
kadarını esir Alırlar. Kisranın ordusuna,
hristiyanlar la savaşında onların kiliselerini
yıkmada Yahudiler yardım ederler. Yahudiler Taberiye'de,
El Celil dağında, Nasıra kasabasında Sur
şehrinde ve Kudüs diyarında acemleri törenle karşılarlar.
Acemler Hıristiyanlara her türlü kötülüğü yaparlar.
Onları ezip geçerler. Kudüs'te iki kiliselerini yıkıp
yerle bir ederler. Kaldıkları yerleri ateşe
verirler. Hakaret olsun diye Haç direğini parçalayıp
Alırlar. Kudüs patriği ile birçok arkadaşını
esir Alırlar. Makrizi daha sonra Kudüs'ün fethini ele Alır
ve arkasından sözüne şöyle devam eder:
Bu sırada Sur
şehrinde bir kısım Yahudiler ayaklandılar.
Diğer bir kısmı da çevre illere dağılarak
Hıristiyanları öldürmek ve köklerini kazımak
üzere sözleştiler. Yahudi ile Hıristiyanlar
arasında savaş koptu. Bu savaşta yirmi bin
civarında Yahudi bir araya geldi, Sur şehri
dışında Hıristiyanların kiliselerini
yerle bir ettiler. Fakat daha sonra Hıristiyanlar Yahudiler
üzerine yıldırım gibi yürüdüler, sayıları
Yahudilerden daha çok olduğu için onları çok feci
şekilde bozguna uğrattılar. içlerinden birçokları
öldürüldü. Bu sırada Herakliyus İstanbul'da
doğu Bizans imparatoru idi. Herakliyus Acem Kralı
Kisra'ya kurmuş olduğu bir savaş hilesi ile
acemleri yendi ve oradan ayrıldı. Sonra Herakliyus
Kostantiniyyeden (İstanbul'dan) ayrıldı.
Şam'da ve Mısır'da otoriteyi yeniden sağlamak
ve Acemlerin yıktıklarını yeniden yapmak
istiyordu. Tabariyede ve başka yerlerde Yahudiler
Heraklıyus'u karşıladılar. Kendisine
değerli armağanlar vererek güven istediklerini ve bu
konuda kendisine yemin etmesini arzuladıklarını
bildirdiler. Heraklıyus da kendilerine güvence verdi ve
sözünde duracağına yemin etti. Arkasından
Heraklıyus Kudüs'e girdi. Bu kez, Hıristiyanlar
kendisini ellerinde İncillerle, Haçlarla, buhurdanlıklarla
ve yanan mumlarla parlak bir şekilde
karşıladılar. Heraklıyus şehri ve
Hıristiyanların kiliselerini harap olmuş bir
durumda buldu. Ve bu durum kendisini çok üzdü. Ve çok gücüne
gitti. Hıristiyanları acımasızca
öldürdüklerini, kiliseleri yàkıp yıkarak yerle bir
ettiklerini, Yahudilerin kendilerine Acemlerden de beter
davrandıklarını, kendilerini son fertleri
kalıncaya kadar nasıl öldürdüklerini birer birer
anlattılar ve Heraklıyus'u Yahudilerden intikam almak için
kışkırtmaya çalıştılar ve bunun güzel
olacağını kendisi için şeref
olacağını bildirdiler. Ancak ne var ki Herakliyus
bu görüşe, onlara güvence verdiği ve kendilerine sözünde
duracağına yemin ettiği gerekçesi ile karşı
koydu. Bunun üzerine rahipleri, patrikleri ve keşişleri
birlik olup Heraklıyus'un Yahudileri öldürmesinde bir sakınca
olmayacağı yolunda fetva verdiler. Çünkü onlara göre
Yahudiler, Heraklıyus'a hile yapmışlardı.
Çünkü Heraklıyus Yahudilere, Hıristiyanların
başından geçenleri, Yahudilerin Acemlerle birlik olup
onlara yaptıklarını bilmeden güvence vermişti.
Sonra Yahudiler öldürülür verilen güvence bozulursa bunun
bedeli de vàrdı. Din adamları hep birden
Heraklıyus'un yeminin bedeli olarak, bundan sonra
kıyamete kadar her yıl onun adına belirli günlerde
oruç tutacaklar ve Hıristiyanlara da tutturacaklardı.
Bunun üzerine Heraklıyus
din adamlarının sözlerine görüşlerine uyarak
Yahudilere çok korkunç bir savaş açtı. Bu
savaşta tüm Yahudileri öldürüp yok etti. Öylesine
korkunç bir katliam yaptı ki tüm Mısır'da ve
Şam'da Bizans ülkesinin sınırları içinde
kaçıp kurtulabilen ve gizlenen hariç, bir tek Yahudi kalmadı...
"Bu rivayetlerden,
her iki topluluğun, Yahudi ve Hıristiyanların, düşmandan
intikam alma fırsatı doğunca
acımasızlığı ve sertliği nerelere
vardırdıkları, insan kanına ne kadar
susadıkları ve bu uğurda hiçbir sınır gözetmedikleri
ortaya çıkmakta ve belli olmaktadır."
Sonra Hıristiyanlar
kendi aralarında da ayrılıklara ve görüş
farklılıklarına düştüler. Oysa kitapları
bir, peygamberleri aynı idi. Önce inanç sistemi üzerinde
ayrılıklara düştüler. Sonra parça parça
bölündüler ve birbiri ile boğuşan, çarpışan
gruplara ayrıldılar. Mesih (İsa)'nın
kimliği hakkında, yapısının ilahi mi,
yoksa bizler gibi insani mi olduğu, annesi Hz. Meryem'in
kimliği ve sözde Allah'ı oluşturan teslisin
unsurlarının neler olduğu hakkında görüş
ayrılıkları ortaya çıktı. Kur'an bu
konuya iki ya da üç ayet içinde değinir:
"Allah, Meryem
oğlu Mesih (İsa)'dır' diyenler kesinlikle kafir
olmuşlardır."
"Allah üçün
üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kafir olmuşlardır."
(Maide 72-73)
"Hani Allah: `Ey
Meryemoğlu İsa, sen mi Allah dışında beni
ve annemi ilah edindin dedin?" dedi."
(Maide 116)
Bu dini
anlaşmazlıkların en şiddetli belirtileri
Şam Hıristiyanları ve Bizans Devleti ile,
Mısır Hıristiyanları arasında, daha
doğru bir ifade ile, Melekaniyye (Katolikler) ile Monofistler
arasında meydana geliyordu. Katoliklere göre Hz. Mesih (İsa)
çift tabiatlı idi. Monofistler ise, sonu olmayan bir denize
düşen bir sirke damlası gibi Hz. isa'nın insan
yapısının içinde kaybolup eridiği tek bir
ilahi yapısı olduğuna inanıyorlardı. iki
zümre arasındaki bu anlaşmazlık altıncı
ve yedinci yüzyıllarda şiddetlenmiş, sanki birbiri
ile rekabet eden iki din arası çıkan savaşa, ya da
Yahudilerle Hıristiyanların arasında çıkan
anlaşmazlığa benzemiştir. Her grup
diğerine sizin görüşünüz hiçbir sağlam temele
dayanmıyor diyordu.
"İmparator
Heraklıyus (610-641) 638 yılında İran'ı
yendikten sonra devlette kavga halinde olan ve birbiri ile
boğuşan mezhepleri bir araya getirmeye ve
birleştirmeye çalıştı. Buna bir
uzlaşı şekli bulmak istedi. Uzlaşı biçimi
şöyle idi: Bundan böyle insanlar Hz. İsa'nın
kimliği hakkında konuşmayacaklar,
sıfatının bir mi yoksa iki mi olduğunu
tartışmayacaklar, aksine, yüce Allah'ın bir tek
iradesi olduğuna ve bir tek kazaya sahip bulunduğuna
inanacaklardı. 631 yılının
başlarında bu konuda bir uzlaşma meydana
gelmiş ve Monoşili mezhebi devletin ve ona tabi olan
Hıristiyan kiliselerinin resmi mezhebi olmuştu.
Heraklıyus her türlü yola başvurarak, bu yeni mezhebin
yerleşmesi için ona düşman olan diğer
karşıt mezheplerle mücadele etmeye karar verdi. Ancak Kıptiler
ona karşı koyarak, kendilerini bu bid'at ve tahriflerden
korumaktan ve eski inançları uğruna ölmekten
çekinmediler. İmparator bir kez daha mezhepleri
birleştirmek ve anlaşmazlıkları ortadan
kaldırmak isteyerek, halkın, Allah'ın bir tek
iradesinin olduğunu kabul edeceklerine inandı.
Diğer probleme iradenin bizzat etki edip etmeyeceği
konusuna gelince, bu konuda konuşmayı erteledi ve
insanların bu konuda tartışmalarını
yasakladı. Ve bu hususta bir de resmi bildiri yazdı ve
bu bildiriyi doğu bölgesinin her yerine yaydı. Bu resmi
bildiri Mısır'daki fırtınayı
dindirememiş ve sonunda Mısır, Kayser'in elinde on
yıl süre ile tüyler ürpertici işkence ve zulümlere
sakine olmuştu. Bazılarına işkence
yapıyor ve sonra da suda boğuyorlardı. Bazen
meş'ale tutuşturuyorlar, ateşini mahkumun vücuduna
dağlıyorlardı, her iki yandan yağları
eriyip yere akıncaya kadar ateşi onun vücudundan ayırmıyorlardı.
Hapisteki kişiyi kum dolu torbaya koyuyorlar ve denize
atıyorlardı. Ve buna benzer daha nice iğrenç ve
çirkin hareketler"
Kitap ehli arasındaki
bunca ayrılık ve görüş
ayrılığı "Kendilerine açık delil
geldikten sonra" meydana gelmişti. Bu
ayrılığın ve görüş
farklılığının nedeni onların ilimden
ve açıklamadan yoksun oluşları değildi aksine
onları bu kavgaya çeken ihtirasları ve
sapıklıkları idi.
Oysa din sözü itibarı
ile gayet açık inanç sistemi yapısı açısından
gayet basitti: "Oysa
kendilerine dini yalnız Allah'a halis kılıp O'nu
birleyerek Allah'a kulluk etmeleri namaz kılmaları,
zekat vermeleri emredilmişti. İşte doğru din
budur."
İşte
Allah'ın dininin kayıtsız ve şartsız
temeli bunlardır: Bir olan Allah ibadet etmek, dini
yalnız Allah'a özgü kılmak, şirkten ve müşriklerden
kaçınmak, namazı kılmak, zekatı vermek: "İşte
doğru din budur." İşte doğru din,
vicdanlardaki katıksız inanç ve sırf Allah için
ibadet etmektir.
İbadet vicdanlardaki
imanın göstergesidir, Allah yolunda malını
harcamak da zekatı oluşturur. Bu temelleri gerçekleştiren
kişi, yüce Allah'ın kitap ehline emrettiği gibi,
ve O'nun şu veya bu din dışı kayıtlamadan
bütün dinlerindeki gibi imam gerçekleştirmiş olur.
Bir tek din, bir `ek inanç sistemi vardır. Ard arda gelen
kutsal mesajlar bunları getirmiş, peşi peşine
gelen Peygamberler bu ilkeler üzerine gönderilmişlerdir. Bu
dinin kapalı ve anlaşılmaz bir yanı yoktur. Bu
dindeki inanç sistemi ayrılığa ve görüş
farklıklarına düşmeye çağırmaz
insanları... Bu dinin inanç sisteminin bu derece berraklığı,
bu derece kolaylığı ve bu derece açıklığı
nerede, onların girift düşünceleri ve sayısız
mücadeleleri ve polemikleri nerede!
Daha önce onlara kendi
dinlerinde Peygamberleri aracılığı ile
deliller gelmişti. Bu kez de kendilerine, Allah'ın
katından gelen, temiz sayfaları okuyan, kendilerine apaçık,
basit, kolay bir inanç sistemi sunan canlı bir peygamber biçiminde
gelmiştir. Artık yol apaçık ortaya çıkmıştır.
iman edenlerle küfre dalanların akıbetleri gayet açık
olarak belli olmuştur.
6- Kitap ehlinden ve müşriklerden
inkar edenler, sürekli olarak cehennem ateşindedirler. Onlar
halkın en şerlileridir.
7- İnanıp ve
iyi işler yapanlar da halkın en
Hayırlılarıdır.
8- Onların Rabbleri
katındaki mükafatı içinde temelli ve sonsuz kalacakları,
içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan
razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu mükafat
Rabbinden korkan kimseyedir.
Gerçek şu ki Hz.
Muhammed en son Peygamber ve getirmiş olduğu islam dini
de yüce Allah'ın insanlara en son mesajıdır. Yeryüzü
her bozuluşunda insanları düzeltmek üzere birbiri ardı
sıra Peygamberler gelirdi. Ortada yoldan ayrılanlar için
fırsat üstüne fırsat, mühlet üstüne mühlet vardı.
Nihayet yüce Allah, bu kapsamlı, mükemmel ve toplayıcı
olan en son mesaj ile yeryüzüne göndermiş olduğu
mesajlarını noktalamak istedi.
İnsanlığa
verilen son fırsat şöyle belirlenmişti:
İnsanlık ya iman edecek ve kurtulacak, ya da küfür
bataklığına dalacak ve helak olacaktır. Yani küfür
sonu olmayan kötülüğün simgesi, iman da sonsuz iyiliğin
göstergesi oluyordu.
"Kitap ehlinden ve
müşriklerden inkar edenler, sürekli olarak cehennem ateşindedirler.
Onlar halkın en şerlileridir."
Bu hüküm, üzerinde
tartışmaya ve münakaşaya yer olmayan kesin bir hükümdür.
Onların bazı hareketleri ahlaki kuralları ve
sistemleri ne kadar düzgün görünürse görünsün, bunlar bu
son dine, bu son peygambere iman temeline dayanmadığı
sürece biz bu hükmümüzden kuşkuya düşüp de Allah'ın
değişmez ve düzgün sisteminden kopuk olan bu iyilik
görüntülerine aldanmayız, o görüşe
katılmayız.
"İnanıp ve
iyi işler yapanlar da halkın en
hayırlılarıdır."
Bu da aynı
şekilde tartışma ve münakaşa götürmez
derecede kesin bir hükümdür. Fakat bunun şartı da
aynı biçimde herhangi bir kapalılığa ve
demogojiye yer olmayacak biçimde açıktır. Bu şart
"iman"dır. Yoksa sırf islam olduğunu
iddia eden, bir yeryüzü parçasında ya da Müslümanlardan
olduğunu ileri süren bir evde dünyaya gelmiş olmak ya
da avurdunu doldura doldura ben de Müslümanım diyerek
sadece sözde kalan bir iddia değildir. Hayat sahnesinde
izlerini gösteren ve insanı "İyi işler
yapanlar" zümresine katan "iman"dır.
Yoksa dudakların ötesine geçemeyen kuru bir iddia değildir.
iyi işler, yüce Allah'ın yapılmasını
emrettiği, ibadet, ahlak, çalışma ve
davranışlardır. Bunların tümünün başında
da yüce Allah'ın şeriatını yeryüzünde hakim
kılmak ve insanlar arasında da Allah'ın
koyduğu yasalara göre hüküm vermek gelir. Kim böyle
olursa İşte onlar yaratıkların en
hayırlısıdırlar. "Onların
Rabbleri katındaki mükafatı, içinde temelli ve sonsuz
kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir."
Onların mükafatı,
ebedi kalmak için nimetleri ile hazırlanmış
cennetlerdir. Bu nimetleri bu dünyada, ölüp yok olmaktan
kurtaran güvence, yeryüzünün hoş nimetlerini insanın
boğazına diken ve hayatı bulandıran
endişeden kurtulmak, gönül huzuruna ermek, bizlere
simgelemektedir. Sonra bu nimetleri içinden akan nehirlerin akması
da canlandırmaktadır. Çünkü nehirlerin akışı
bir serinlik, canlılık ve güzellik havası
vermektedir.
Sonra ayetin
akışı bu sürekli nimetin anlatımından
bir basamak hatta sayısız basamak yukarı çıkarak
şöyle devam ediyor:
"Allah onlardan razıdır,
onlar da Allah'tan razıdır."
Allah'tan gelen bu
hoşnutluk, her nimetten daha tatlı ve daha yücedir. Ve
onların ruhlarındaki Rabblerinden şu
hoşnutlukları, Rabblerinin kendileri için planlanmış
olduğu şeylerden razı olmaları, O'nun
kendilerine olan ihsanından memnun olmaları, Rabbleri
ile aralarındaki bağdan hoşnut olmaları, ruhu
sükunete kavuşturan, derin ve katıksız bir sevinç
ve iç huzuru bahşeden bu hoşnutluk her nimetten daha yüce
ve daha tatlıdır.
Bu ifade çağrışımlarını
bizzat kendisi vermektedir. "Allah onlardan
razıdır onlar da Allah'tan razıdır." Başka
hiçbir ifade biçimi bu ifadenin verdiği çağrışımı
veremez.
"Bu mükafat
Rabbinden korkan kimseyedir."
Bu ifade son pekiştirmedir.
Bütün bu nimetlere ermenin, insan kalbinin Allah'a bağlı
kalmasına, bu bağın çeşidine, Allah'tan
huşu duymaya bağlı olduğunu ifade eden bir
pekiştirmedir. Bu huşu her türlü iyiliğe yönelten
ve her çeşit sapıklıktan kaçındıran bir
korku duygusu olmalıdır. Her engeli ortadan
kaldıran, her perdeyi yırtan, insan kalbini bir ve
kahhar olan (her şeye istediğini yapacak biçimde
üstün ve hakim olan) Allah'ın huzurunda çırılçıplak
durduran, ibadeti ve ameli gösterişin ve şirkin her çeşit
kirinden arındıran bir duygu olmalıdır.
Rabbinden, gerçekten korkan kimsenin kalbinden O'nun yaratıklarından
Allah'tan başka hiçbir
kimseye ait çağrışım geçmez. Çünkü o,
insan, kulun başkasını gözeterek yapmış
olduğu her ameli, yüce Allah'ın reddedeceğini,
kabul etmeyeceğini ve kendisinin ortaklara asla ihtiyacı
olmadığını bilir. Ve yine bilir ki, ameller
sadece O'nun hoşnutluğu için yapılır yoksa O,
böyle olmayan amelleri kabul etmez ve reddeder.
İşte bu dört
büyük gerçek, bu kısacık surenin ortaya koyduğu,
ve özellikle bu kısa surelerde ortaya çıkan Kur'an
üslubunun sunduğu gerçeklerdir...