Kur'an-ı Kerim, burada, yahudilerin yüce Allah tarafından
indirilmiş olan o açıklayıcı ayetleri niçin
inkâr ettiklerini açıklıyor. Bunun sebebi
fasıklık ve fıtrat
sapıklığıdır. Çünkü aslından
sapmamış sağlıklı fıtrat bu
ayetlere inanmaktan geri duramaz. Bu ayetler,
sağlıklı kalbe kendilerini kuşkusuz biçimde
kabul ettirecek niteliktedirler. Eğer yahudiler -ya da
başkaları- bu ayetleri inkâr ediyorlarsa bunun sebebi
bu ayetlerin inandırıcı ve
kanıtlayıcı olmadıklarından değil,
inanmayanların sapık fıtratlı ve fasık
olmalarından dolayıdır.
Bu ayetlerin devamında müslümanlara -ve tüm
insanlara- dönülerek bu yahudiler kınanmakta ve
onların kokuşmuş özelliklerinden biri daha
gözler önüne serilmektedir. Şöyle ki: Yahudiler koyu
taassuplarına rağmen farklı arzu ve
ihtiraslarının peşine takılmış,
duygularında istikrar ve uyum olmayan bir toplumdurlar.
Onlarda her kafadan bir ses çıkar, ne bir görüşte
birleşirler, ne yaptıkları bir antlaşmaya
hep birlikte bağlı kalırlar ve ne de ortak bir
kulpa yapışırlar. Son derece ırkçı ve
egoist olduklarından dolayı yüce Allah'ın
kendilerinden başkalarına yapacağı
bağışları kıskanmalarına
rağmen aralarında tutkunluk ve dayanışma
yoktur. Birbirlerinin verdikleri sözlere, girdikleri
taahhütlere arka çıkmazlar. Herhangi bir yükümlülük
altına girdikleri takdirde mutlaka aralarından oyun
bozan bir grup çıkarak toplumsal taahhütlerini çiğner,
ortak kararlarına karşı çıkar.
Okuyalım:
"Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise
aralarından bir grup onu bozup bir yana atmadı mı?
Aslında onların çoğu inanmaz."
Nitekim yahudiler Tur dağının eteklerinde yüce
Allah ile aralarında akdedilen taahhüde ve daha sonra
peygamberleri ile aralarında yapılan antlaşmalara
bağlı kalmadıkları gibi son olarak Hicret
olayının ilk günlerinde Peygamberimizle yapmış
oldukları antlaşmayı da aralarından çıkan
bir grup çiğnemiştir. Oysa Hz. Peygamberimiz
Medine'de kalmaları karşılığında
onlarla birtakım şartlar içeren ve karşılıklı
olarak uyacakları bir antlaşma
imzalamıştı. Böyle olmasına rağmen
Peygamberimize karşı, onun düşmanları ile
ilk işbirliği yapanlar, onun getirdiği dine
karşı ilk kötüleme kampanyasını açarak
müslümanlar ile yapmış oldukları
antlaşmaya aykırı biçimde onların
arasında fitne ve bölücülük tohumları ekmeye
girişenler onlardı.
Yahudïlerin bu dostluk anlayışı ne kadar kötüydü.
Müslümanlarda ise bunun tam zıddı olan bir dostluk
anlayışı geçerlidir. Peygamberimiz bu dostluk
anlayışını, bu dayanışmayı
şu sözleri ile anlatıyor:
"Müslümanlar kanlarını birbirlerine bedel
sayarlar. Onlar başkalarına karşı tek bir
eldirler. En zavallıları bile ortak yükümlülüklerini
yerine getirmeye çalışır" (İmam-ı
Ahmed)
Evet, müslümanların en zavallısı bile ortak
yükümlülüklerine sahip çıkar, hiçbir müslüman yapmış
olduğu antlaşmayı önemsiz görmez, hiçbir
müslüman kesinleşmiş taahhüdünü çiğnemez.
Nitekim vaktiyle İslâm ordusu komutanlarından Ebu
Ubeyde b. Cerrah, Halife Hz. Ömer'e (Allah her ikisinden de razı
olsun) bir yazı yazarak İslâm ordusundaki kölelerden
birinin lrak halkına eman (can güvenliği) sözü
verdiğini bildirdi ve bu hücum karşısında
ne yapması gerektiğini sordu. Hz. Ömer de kendisine
cevap olarak şunları yazdı; "Yüce Allah
vefakârlığa, verilmiş söze bağlılığa
büyük önem verdi. Verdiğiniz sözleri yerine
getirmedikçe vefakâr olamazsınız. Buna göre lrak
halkına verilen sözü tutunuz ve onlara artık
ilişmeyiniz."
İşte onurlu, sağlam karakterli ve
dayanışmalı cemaatin karakteristik özelliği
budur. Ayrıca fasık yahudilerin ahlâkı ile
samimi müslümanların ahlâk anlayışları
arasındaki fark da budur. Okumaya devam ediyoruz:
Bu davranış, yahudilerin yaptıkları her
antlaşmayı aralarından çıkan bir grubun çiğnemesine
örnek oluşturur. Oysa yüce Allah'ın kendilerinden
almış olduğu kesin sözün şartlarına göre;
yüce Allah tarafından gönderilecek her peygambere
inanacaklar, destek verecekler ve saygı göstereceklerdi.
Oysa Allah (c.c) katından kendilerine önlerindeki
Tevrat'ı onaylayıcı bir kitap olarak Kur'an
gelince, bu sözlerini önemsemeyerek "kendilerine kitap
verilmiş olanların bir grubu, yüce Allah'ın
kitabını arkalarına attı." Bu ayetteki
"Allah'ın kitabını arkaya atma" eylemi
hem Peygamberimizin geleceğini müjdeleyen Tevrat'ın
bu yoldaki açıklamalarını reddetmiş
olmalarını ve hem de yeni peygamberin getirmiş
olduğu yeni kitabı reddetmiş olmalarını
birarada ifade eder.
Ayrıca bu ayette gizli bir alaya alma ifadesi, ince bir
espri vardır. Bu alaycı anlam, "Allah'ın
kitabını arkalarına atanların aynı
zamanda kendilerine kitap verilenler" olması biçimindeki
ifadede saklıdır. Gerçekten eğer Allah'ın
kitabını arkalarına atanlar, cahil putperestler
olsaydı, bu hareket bir dereceye kadar anlayışla
karşılanabilirdi. Fakat burada kendilerine daha önce
kitap verilmiş olanların kitabı arkalarına
attıklarını görüyoruz. Onlar ki, peygamberlik
ve peygamberler hakkında ötedenberi bilgi sahibi olan,
hidayetle ilişkili ve ışığın ne
olduğunu görmüş kimselerdi. Peki, buna
karşılık ne yaptılar? "Allah'ın
kitabını arkalarına attılar."
Doğaldır ki, bu ifadeden maksat onların bu
kitabı inkâr etmeleri, onunla amel etmeye yanaşmamaları,
onu gerek düşünce ve gerekse pratik hayat alanlarından
uzak tutmuş olmalarıdır. Fakat ayette
kullanılan somutlaştırıcı ve tasvir
edici anlatım tarzı, anlamı zihinsel çerçevenin
dışına çıkararak algısal çerçeveye
dönüştürüyor. Yahudilerin eylemini, maddi bir hareket
aracılığı ile hayalimizde
canlandırıyor. Bu eylem, etrafa dalga dalga nankörlük
ve inkârcılık yayan, kalabalık ve aptallık
köpüren, edepsizlik ve küstahlık taşan iğrenç
ve gülünç bir manzara halinde somutlaşıyor.
İnsan hayali bu çirkin hareketin görüntüsünden uzun
süre kurtulamıyor. Yani yüce Allah'ın
kitabını arkaya atan ellerin somut hareketi.