88- Yahudiler; "Kalplerimiz kılıflıdır"
dediler. Hayır, yalnız kâfir olduklarından
dolayı Allah onları lânetledi. Onların pek
azı iman eder.
89- Onlara Allah katından elleri altındaki
Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince -ki, daha
önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri
halde ötedenberi bilip durdukları bu kitap kendilerine
gelince- onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin
üzerinedir.
90- Onlar Allah'ın kendi bağışı
olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun
indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü
şey karşılığında sattılar da
katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı
bir azap beklemektedir.
91- Onlara `Allah'ın indirdiğine inanın"
denildiği zaman; "Biz sadece bize indirilene
inanırız"derler ve ellerindeki Tevrat'ı
doğrulayıcı hakk bir kitap olduğu halde
Tevrat'tan başkasına inanmazlar. Onlara de ki; "Madem
ki, inanıyordunuz daha önce Allah'ın peygamberini
niye öldürdünüz?
92- Musa size mucizeler ile geldi. Siz ise onun yokluğunda
buzağıya taptınız. Sizler öyle
zalimlersiniz!
93- Hani sizden kesin söz almıştık; Tur'u
üzerinize kaldırarak "Size verdiğimizi kuvvetle
tutun ve dinleyin" dedik. Onlar ise "Dinledik ve
karşı geldik " dediler. Kâfirlikleri yüzünden
buzağı sevgisi kalplerine iyice işledi. De ki;
"Eğer inanıyor idiyseniz, imanınız size
ne kötü işler emrediyor!
Burada üslup sertleşiyor, şiddetleniyor ve yer yer
yıldırımlara ve şimşeklere dönüşüyor.
Bu sert üslup, yahudileri, sözleri ve hareketleri yüzünden
adeta topa tutuyor. Büyüklük kompleksine kapılarak
Hakk'tan yüz çevirmelerine, iğrenç bencilliklerine,
nefret saçan ayırımcılıklarına,
başkalarının iyi olmasını çekememe
huylarına ve yüce Allah'ın herhangi bir kimseye
üstün bağışta bulunmasını
kıskanmalarına kalkan olarak kullandıkları
bahane ve mazeret silâhlarından arındırıyor.
Bunu, İslâm'a ve bu dinin onurlu peygamberine karşı
takınmış oldukları inatçı inkârcılıklarının
cezası olarak yapıyor. Yukardaki ayetleri tekrar
okuyalım:
"Yahudiler; `kalplerimiz kılıflıdır"
dediler. Hayır, yalnız kâfir olduklarından
dolayı Allah onları lânetledi. Onların pek
azı iman
eder."
Yani "Bizim kalplerimiz kılıfla örtülüdür,
bunlara yeni bir çağrı işlemez, yeni bir dâvetçiye
kulak vermezler". Bu sözü ya Peygamber efendimizin ve
müslümanların ümitlerini keserek kendilerini bu dine çağırmaktan
vazgeçirmek ya da Peygamberimizin çağrısına niçin
olumsuz cevap verdiklerini anlatmak, bu olumsuz tavırlarını
gerekçelendirmek için söylemişlerdir.
Yüce Allah onların bu saçma sözlerine şu
karşılığı veriyor:
"Hayır, yalnız kâfir olduklarından
dolayı Allah onları lânetledi"
Yani kâfirlikleri yüzünden yüce Allah onları dergâhından
kovdu, hidayetten uzaklaştırdı. Daha doğrusu
önce onlar kâfir oldular, bunun üzerine kâfirliklerine karşılık
olarak yüce Allah onları dergâhından kovarak
kendileri ile hidayetten yararlanma imkânları arasına
engel koydu.
"Onların pek azı iman eder."
Yani "Eski kâfirlikleri ve öteden beri sürüp gelen
sapıklıklarının cezası olarak
başlarına gelen kovulmuşluk ve zillet sebebiyle
kendilerine gelen gerçeklere pek iman ettikleri görülmemiştir."
demektir. Diğer bir anlamı da şu olabilir: "Onların
durumu budur, yani onlar kâfirdirler ve iman etmeleri az
görülebilecek bir olaydır, kâfirlik onların
ayrılmaz bir sıfatıdır. Yüce Allah, onların
mahiyetini anlatmak için böyle söylüyor." Her iki anlam
da ayetin akışına ve konuya uygundur.
Onların kâfirlikleri çirkin bir tutumdu. Zira onlar
gelişini bekledikleri ve desteği sayesinde müşriklere
karşı zafer kazanacaklarını umdukları,
başka bir deyimle kendileri dışındaki
milletlere karşı üstünlük kurmak amacı ile koz
olarak kullanmayı düşündükleri ve üstelik
ellerindeki Tevrat'ı onaylayan bir kitapla
karşılarına çıkan bir peygamberi inkâr
etmiş oluyorlardı. Okuyoruz:
"Onlara Allah katından elleri altındaki
Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince -ki, daha
önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri
halde, öteden beri bilip durdukları bu kitap kendilerine
gelince- onu inkâr ettiler."
İşte bu, yüce Allah'ın gazabını ve
kovulmuşluğu hakeden son derece çirkin ve yakışıksız
bir tutumdur. Bundan dolayı yüce Allah'ın lâneti
üzerlerine yağıyor ve alınlarına kâfirlik
damgası vuruluyor.
"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir."
Aşağıdaki ayet de tercih ettikleri
alış-veriş biçiminin yolaçtığı
zararı anlattıktan sonra takındıkları
bu çirkin tavrın gizli sebebini açıklayarak,
onları rezil ediyor:
"Onlar Allah'ın kendi bağışı
olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun
indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü
birşey karşılığında sattılar
da katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı
bir azab beklemektedir."
Yani, "Benliklerini,
karşılığında satmış
oldukları şey olan kâfirlik ne kötüdür".
Burada kâfirlik, onların benliklerine
karşılık olan bir bedel sanki! İnsan,
benliğini belirli bir bedele denk tutar. Bu bedel az ya da
çok olabilir. Fakat benliğini kâfirlikle denk tutması,
düşünülebilecek en çirkin ve en zararlı
alışveriş biçimidir. Ama sembolik ve tasvir
edici bir anlatımla karşı
karşıyaymışız gibi görünmesine rağmen,
gerçekte var olan da bundan başka birşey
değildir. Sebebine gelince, yahudiler dünyada benliklerini
mahvederek, imanlı insanların onurlu kervanına
katılmaktan yoksun kaldıkları gibi Ahirette de
kendilerini alçaltıcı bir azap beklediği için
orada da benliklerini mahvetmişler, yokluğa
atmışlardır. Peki, bütün bunların içinden
ne elde ederek çıkmışlar? Kâfirlik!.. Kazandıkları,
ele geçirdikleri tek şey sadece kâfirlik!..
Onları bu zararlı alış-verişe
Peygamberimize (salât ve selâm üzerine) karşı
duydukları kıskançlık sürükledi. Kendi aralarından
birine verileceğini sandıkları
peygamberliğin O'na verilmesini içlerine sindiremediler.
Yüce Allah'ın
bağışlayıcılığının
eseri olarak dilediği kuluna vahiy indirmesi
kindarlıklarına yolaçtı. Bu, düpedüz bir
çekememezlik ve zulüm belirtisiydi. Bu tutumları ise
kendilerine yüce Allah'ın katmerli gazabını
getirdi. Ayrıca bu büyüklük kompleksine tutsak olmalarının,
kıskançlıklarının ve çekememezliklerinin
cezası olarak Ahirette kendilerini küçük düşürücü
bir azap beklemektedir.
Yahudilerde görülen bu huy, nankörlüktür; katı bir
taassubun kısıtlı dünyası içinde yaşayan
dar görüşlü bir bencilliktir. Bu bencillik, kendisinden
başkası-na gelen iyilikten kendini kopuk ve
ilişkisiz olarak düşünür, bütün insanları
birbirine bağlayan büyük insanlık ilişkisinin
farkında değildir.
İşte yahudiler böylesine bir ayrılıkçılık
(uzlet) atmosferi içinde yaşaya gelmişlerdir.
Kendilerini hayat ağacının kesik bir dalı
gibi algılarlar... İnsanlığın
başına her zaman belâ gelmesini gözlerler... Herkese
kin beslerler... Sürekli olarak bu kin ve nefretlerinin azabını
çekerler... İnsanlığa karşı
besledikleri bu kinin tepkisi olarak halklar arasında yer
yer kargaşa tohumları ekerler, orada-burada
savaşlar çıkararak bunların arkasından
ganimet elde ederler... Aynı zamanda bu yoldan sönmek
bilmeyen kin duygularını tatmin ederler. Böylece,
bazan onlar başkalarını ve kimi zaman da
başkaları onları mahveder. Bütün bu
kötülüklerin kaynağı sözünü ettiğimiz
çirkin "bencillik" duygusudur; az önce okuduğumuz
ayetin ifadesi ile "Allah'ın kendi
bağışı olarak dilediği kuluna vahiy
indirmesini çekemem" kompleksidir. Okumaya devam edelim:
"Onlara `Allah'ın indirdiğine inanın'
denildiği zaman, `Biz sadece bize indirilene
inanırız' derler ve ellerindeki Tevrat'ı
doğrulayıcı hakk bir kitap olduğu halde
Tevrat'tan başkasına inanmazlar."
Yahudiler Kur'an'a ve İslâm'a inanmaya çağrıldıklarında
böyle cevap verirler; yani "Biz sadece bize indirilene
inanırız" derlerdi. Onların ifadesine göre,
Tevrat onlar için yeterli idi ve sadece o gerçekti. Bu
yüzden de Tevrat'tan sonra gelen
kitapları (Hz. İsa'ya gelen İncil'i ve
peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'e inen Kur'an'ı)
reddettiler.
Kur'an-ı Kerim, "Oysa o kitap, onların
ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı bir gerçek
idi." ifadesi ile onların bu tutumunu, yani Tevrat
dışındaki kitapları inkâr etmelerini
hayretle karşılıyor.
Ama gerçek onların neyine! Ellerindeki kitabi
onaylamış olmak onlar için ne anlam taşır?
Bu kitap onların tekellerinde olmadıktan sonra
varsın gerçek olsun ne çıkar! Çünkü onlar kendi
bencillik komplekslerine taparlar, onlar taassuplarının
kölesidirler. Böyle bile değil. Daha doğrusu onlar
arzularının ve ihtiraslarının
kullarıdırlar. Çünkü onlar daha önce kendi
peygamberlerinin getirdiği ilâhî mesajları da inkâr
etmişlerdi. Yüce Allah Peygamberimizden (salât ve selâm
üzerine olsun), bu gerçeği onların yüzlerine
vurarak tutumlarını ortaya koymasını ve
iddialarının gülünçlüğünü vurgulamasını
istiyor:
"De ki; `Madem ki, inanıyor idiniz, daha önce
Allah'ın peygamberlerini niye öldürdünüz?".
Eğer gerçekten size indirilmiş olan ilâhi
mesajlara inanıyor idiyseniz, niye vaktiyle Allah'ın
peygamberlerini öldürdünüz? Çünkü bu peygamberler size
inandığınız iddia ettiğiniz ilâhi
mesajları getirmiş olan kimselerdi.
Gerçek sizin dediğiniz gibi değil. Hatta siz ilk
peygamberiniz ve en büyük kurtarıcınız olan Hz.
Musa'nın (selâm üzerine olsun) getirdiği ilâhi
mesajları bile inkâr ettiniz. Şöyle ki:
"Musa size mucizeler ile geldi. Siz ise onun yokluğunda
buzağıya taptınız. Sizler öyle
zalimlersiniz!"
Acaba Hz. Musa'nın size getirdiği ilâhi
mesajlardan sonra ve daha Hz. Musa hayattayken bir buzağı
ilâh edinip ona tapmanız, imanın size telkin
ettiği bir davranış mıydı? Bu
davranış size indirilen ilâhi mesajlara inandığınız
biçimindeki iddianızla bağdaşır mı?
İddianızla çelişen tek olay bu değil ki!
Bundan başka Tur dağında yüce Allah'a vermiş
olduğunuz söz, sonra da bu sözü hiçe sayarak başkaldırışınızı
da unutmamalısınız. Okuyoruz:
"Hani sizden kesin söz almıştık, Tur'u
üzerinize kaldırarak `Size verdiğimizi kuvvetle tutun
ve dinleyin', dedik. Onlar ise `dinledik ve karşı
geldik' dediler. Kâfirlikleri yüzünden buzağı
sevgisi kalplerine iyice işledi."
Bu ayetin baş tarafında yahudilere seslenilerek
onlara eski hareketleri anlatıldıktan sonra, müminlere
ve bütün insanlara dönülerek yahudilerin vaktiyle
sergiledikleri davranışlar açıklanıyor. Böylece
ayetin ilk bölümünde kullanılan ikinci şahıs
zamiri son kısmında üçüncü şahıs zamiri
ile yer değiştiriyor. Daha sonra Peygamberimize
seslenerek, yahudilerden sormasını istiyor:
"Sizin imanınız nasıl bir iman ki sizin bu kötülüklerinize
engel olamıyor. Yoksa size bu kâfirlikleri imanınız
mı emrediyor?"
"De ki; `Eğer inanıyor iseniz,
imanınız size ne kötü işler emrediyor!"
Burada bir parantez açıp yahudileri tasvir eden
şaşırtıcı şu iki ifadeyi
irdeleyelim: "İşittik ve karşı
geldik", "Kâfirlikleri yüzünden kalplerine buzağı
içirilmişti (sevgisi kalplerine
yerleştirilmişti.)"
Önce ilk ifadeyi ele alalım. Yahudiler aslında
"işittik" dediler, "karşı
geldik" dedikleri yok. Buna göre bu söz acaba neden onların
dilinden naklediliyor? Bu ifade sessiz realitelerinin sanki
seslendirilmiş bir realiteymişçesine canlı bir
tasviridir. Yani onlar dilleri ile "işittik"
dediler, fakat davranışları ile de
"karşı geldik" dediler. Dille söylenen
söze anlam kazandıran şey pratik realite, uygulamaya
yansıyan davranıştır. Bu anlam
ağızdan çıkan sözden daha güçlüdür. Bu canlı
tasvir, bize şu önemli İslâmî prensibi dolaylı
biçimde, ima yoluyla anlatmaktadır: Pratik,
uygulamasız sözün hiçbir değeri yoktur. Önemli
olan amel, yani pratik uygulama, ya da söylenen söz ile pratik
hareket arasındaki tutarlılıktır. Hüküm ve
değerlendirme dayanağı budur.
"Buzağı kalplerine içirildi (Buzağı
sevgisi kalblerine iyice işledi)" ifadesinin gözönünde
canlandırdığı kaba manzaraya gelince bu, son
derece orjinal bir tablo oluşturur. Onlar, kendileri
dışında birinin eylemi ile "içirildiler".
Nedir kendilerine içirilen şey? "Buzağı içirildiler".
Nerelerine içirildi bu buzağı? " Kalplerine içirildi".
İnsan bu ifadeyi okurken hayalinde şu kaba,
yırtıcı, aynı zamanda gülünç ve komik
manzara canlanıyor. Kalbe zorla sokulan ve oraya
yerleşen kocaman bir buzağı manzarası. Sanki
adamlar bu buzağıyı su gibi içerek kalplerine
indirivermişler!
Burada Kur'an-ı Kerim'de
rastladığımız tasvir edici somut üslubun,
anlatıcı ve soyut normal ifade tarzı
karşısında taşıdığı
üstünlük açıkça ortaya çıkıyor. Bu somut,
tasvir edici üslup, çarpıcı Kur'ana anlatım
tarzının belirgin bir özelliğidir.
YAHUDİLER SEÇİLMİŞ BİR MİLLET
Mİ?
Bunun dışında yahudiler ötedenberi şu
basmakalıp iddiayı ileri sürüyorlardı. Onlar
Allah tarafından seçilmiş bir milletti. Doğru
yolda olanlar sırf onlardı. Ahirette kurtuluşa
erecek olanlar da sadece kendileriydi. Ahirette onlar
dışındaki hiçbir milletin yüce Allah katında
bir nasibi yoktu.