Daha önceki ayetler demetinde, yahudilere vermiş
oldukları söz ile ilgili olumsuz tutumları
hatırlatılırken, verilen söze sadece işaret
edilmekle yetinilmişti. Şimdi bu sözleşmenin içerdiği
bazı maddeler hakkında ayrıntıya giriliyor.
Okuduğumuz ilk ayetten anladığımıza
göre yahudiler ile yüce Allah arasındaki bu sözleşme,
yani Allah'ın onlardan dağın gölgesinde aldığı
ve sımsıkı tutarak hatırlarından hiçbir
zaman çıkarmamalarını istediği söz, yüce
Allah'ın dininin değişmez kurallarını içeriyordu.
Bunlar İslâm'ın da getirdiği kurallardı ki,
onlar bunları benimsemeyip inkâr etmişlerdi.
Yüce Allah ile yahudiler arasındaki bu
antlaşmanın ilk maddesi, onların Allah'tan
başka hiçbir şeye kulluk etmeyecekleri idi. Bu madde,
mutlak Tevhid inancının birinci ilkesidir. Bu
antlaşmada ana-babaya, akrabalara, yetimlere ve yoksullara
iyilik edip yardım eli uzatma maddeleri de vardı. Bu
antlaşmanın bir başka maddesi de onların
insanlara tatlı dille hitap etmeleri ilkesi idi. Bu ilkenin
başta gelen uygulama biçimi, iyiliği emredip kötülükten
sakındırma görevi idi. Ayrıca bu
antlaşmanın maddeleri arasında namaz kılmak
ve oruç tutmak farzları da yeralıyordu. Bu maddelerin
hepsi birarada aynı zamanda İslâm'ın da temel
ilkeleri ve başta gelen yükümlülükleri idi.
Bu ilkelerden şu iki gerçek ortaya çıkıyor:
1- Yüce Allah'ın dininin özünde bir oluşu, bu
dinin son halkasını oluşturan İslâm'ın
onun daha öncekï halkalarının temel ilkelerini
onayladığı realitesi.
2- Yahudilerin bu dinin son halkası olan İslâm'a
karşı ne kadar inatçı bir tavır
takınmış oldukları gerçeği. Çünkü
bu din onları daha önce bağlı kalmayı taahhüt
ettikleri, benimseyeceklerine söz vermiş oldukları
ilkelerin aynısını kabul etmeye çağırmaktadır.
Konunun bu noktasında, ayetlerin üslubu üçüncü
şahıstan ikinci şahısa dönerek sözü yine
yahudilere yöneltiyor. Oysa bir süreden beri ayetler, onlara
seslenmekten vazgeçerek müslümanlara hitap etmeyi tercih etmişti.
Fakat söz yeniden yahudilere döndürülürken kullanılan
dil son derece azarlayıcı ve serttir:
"Fakat sonra küçük bir azınlığınız
dışında, bu sözünüzden döndünüz. Halâ da
bu dönekliğinizi sürdürüyorsunuz."
Bu örnek aracılığı ile, aynı
zamanda bu enteresan kitapta, yani Kur'an-ı Kerim'de gerek
kıssaların anlatımı sırasında ve
gerekse başka münasebetlerle şahıs zamirlerinin
değiştirilmesinin bir kısım sebepleri ortaya
çıkmış oluyor.
Ayetlerin akışı boyunca yahudilere seslenmeye
devam edilerek yüce Allah'a vermiş oldukları söze
ters düşen tutumları gözleri önüne seriliyor:
"Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz,
birbirinizi yurtlarından sürmeyeceksiniz diye de sizden
söz almıştık. Kendi
tanıklığınızla bunu kabul
etmiştiniz."
Birbirinin tanıklığı ile gerçekleşen
bu onaylama, kabul etme işleminden sonra acaba ne oldu?
"Buna rağmen birbirinizi öldürüyor ve içinizden
bazılarını yurtlarından sürüyor, onlara
karşı günah ve zulüm işlemek için aranızda
işbirliği yapıyorsunuz. Onları sürgüne
göndermeniz yasaklandığı halde sürüyorsunuz,
sonra size esir olarak geldikleri takdirde fidye vererek
kendilerini kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir
kısmına inanıp bir kısmını inkâr
mı ediyorsunuz?"
Bu ayette anlatılan durum, sözkonusu edilen tarih
döneminin çok sonrasında Evs ve Hazreç adlı
Medineli kabilelerin İslâm'ı kabul etmelerinden bir süre
önce de burada anlatıldığı biçimi ile yaşanmıştı.
Şöyle ki; Evs ile Hazreç kabileleri putlara tapıyorlardı.
Aralarında, başka hiçbir iki Arap kabilesi arasında
görülmemiş derecede koyu bir düşmanlık
vardı.
Üç kabileden oluşmuş Medine yahudileri
antlaşmalarla bu iki kabileden birinin yandaşı
durumunda idiler. Kaynuka oğulları ile Nadir
oğulları adlarındaki yahudi kabileleri Hazreç
kabilesinin ve Kureyza oğulları adındaki yahudi
kabilesi de Evs kabilesinin müttefikleri idiler. Bu iki kabile
arasında savaş çıkınca yahudi kabileleri de
müttefikleri olan kabilenin yanında savaşa
katılıyor, karşı tarafla
vuruşuyorlardı. Bu durumda yahudilerin karşı
tarafta yeralan ırkdaşlarını öldürdüğü
de oluyordu. Oysa yüce Allah ile aralarındaki
antlaşmanın bir maddesine göre birbirlerini
öldürmeleri yasaktı.
Yine kendi müttefikleri savaşta galip gelince
karşı taraftaki ırkdaşlarını
yurtlarından sürüyor, mallarını
yağmalıyor ve esir alıyorlardı. Oysa
bunların tümü de yüce Allah'a vermiş oldukları
söz gereğince yasaktı. Bir süre sonra savaşın
etkileri yok olmaya yüz tutunca fidye karşılığında
esirleri kurtarmaya girişiyorlar, bu aşamada gerek
karşı tarafta savaşmış
ırkdaşlarının gerek müttefiklerinin ve
gerekse müttefiklerinin düşmanı olan Arap
kabilesinin elindeki esirleri serbest
bıraktırıyorlardı. Bunu Tevrat'ın
şu hükmünün gereğini yerine getirmek için yapıyorlardı;
"Nerede İsrailoğulları'ndan bir köleye
rastlarsan onu satın alıp azad etmelisin"
İşte Kur'an-ı Kerim, onların
tutumlarındaki bu çelişkiyi yüzlerine vurarak
kendilerine şu azarlama içerikli soruyu yöneltiyor:
"Yoksa siz kitabın bir kısmına
inanıp bir kısmını inkâr mı
ediyorsunuz?"
Yüce Allah verdikleri sözü çiğneme anlamına
gelen bu tutumları yüzünden kendilerini dünya hayatlarında
perişan olmakla tehdit etmekte ve asıl ağır
azabın kendilerini Ahirette beklemekte olduğunu
hatırlattıktan sonra ayrıca bu sert
uyarılara, onların yaptıklarından habersiz
olmadığı, bunlara göz yummayacağı biçimindeki
gizli tehdidini de eklemektedir.
"Oysa içinizden böyle yapanların cezası dünya
hayatında perişanlıktan başka birşey
değildir. Onlar Kıyamet günü de en ağır
azaba çarpılacaklardır. Allah
yaptıklarınızdan habersiz değildir."
Sonra Allah (c.c) müslümanlara ve bütün insanlara
dönerek yahudilerin mahiyetini ve tutumlarının içyüzünü
şöyle açıklıyor: