40- Ey
İsrailoğulları, size
bağışlamış olduğum nimetleri
hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki,
ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Ve sadece
benden korkun.
41- Elinizin altındaki
Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş
olduğum Kur'an'da inanın; onu inkar edenlerin ilki
olmayın; ayetlerimi bir kaç para karşılığında
satmayın; yalnız benden çekinin.
42- Bile bile batılı
hakkın üzerine örtüp hakkı bakışlardan
gizlemeyin.
43- Namazı kılın,
zekâtı verin ve rukûa varanlarla birlikte siz de rukûa',
varın.
44- Siz kitabı
okuduğunuz halde insanlara (başkalarına)
iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun
yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?
45- Sabrederek ve namaz kılarak
Allah'dan yardım dileyin. Hiç şüphesiz bu, Allah'a
saygı gösterenlerden başkasına ağır
gelir.
46- Onlar ki, Rabbleri ile
buluşacaklarını, kesinlikle O'nun huzuruna döneceklerini
bilirler.
İsrailoğulları'nın,
yani yahudilerin tarihini inceleyenler yüce Allah'ın bu
millete bağışladığı nimetlerin
bolluğu ve onların bu bol nimetlere
karşılık sergilemiş oldukları sürekli
inkârcılık ve nankörlük karşısında
hayret ederler. Bu ayetlerin ilk cümlesinde, yüce Allah
onlara, daha sonra okuyacağımız ayetlerde
ayrıntılı biçimde anlatacağı bu
nimetleri toplu olarak hatırlatıyor. Bu toptan
hatırlatmanın gerekçesi, onları, kendisi ile
aralarındaki ahde, antlaşmaya bağlı
kalmaya çağırmak ve böylece kendilerine verdiği
nimetlerin artmasını ve süreklilik kazanmasını
hak etmelerini sağlamaktır.
"Ey
İsrailoğulları, size
bağışlamış olduğum nimetleri
hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki,
ben de size verdiğim sözü yerine getireyim.'
Acaba bu ayette sözü edilen
ahid (antlaşma) hangi ahiddir? Acaba bu ahid, yüce
Allah'ın bu surenin daha önce okuduğumuz bir
ayetinde "Tarafımdan size bir yol gösterici
geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku
yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler." biçiminde
dile getirdiği ahid midir? Yoksa Hz. Adem ile yüce Allah
arasındaki bu sözleşmeden çok daha önce insan fıtratı
ile yaratıcı arasında akdedilen "İnsanın
Allah'ı tanıyacağı ve hiçbir ortak koşmaksızın
sırf O'na kulluk edeceği" şeklinde ifade
edebileceğimiz evrensel ahid mi kasdediliyor? Bu ahdi açıklamaya,
delil göstererek kanıtlamaya gerek yoktur. Çünkü
bizzat insan fıtratı, doğal güdülerinin kılavuzluğu
altında ona yönelir, fıtratı bu
doğrultudan, ancak kışkırtma ve
saptırma ayırabilir.
Yoksa bu ayette kasdedilen ahid,
yüce Allah'ın İsrailoğulları'nın
atası Hz. İbrahim ile yenilediği ve bu surenin
daha sonra okuyacağımız bir ayetinde şu
şekilde ifade edilen ahid midir?
"Rabbi, İbrahim'i
bazı emirler ile imtihan edip de o da bunları
tastamam yerine getirince Allah: "Ben seni insanlara
önder yapacağım" dedi. İbrahim: "Soyumdan
gelenler arasındanda önderler çıkar" dedi.
Allah: "Zalimler benden olamazlar" dedi..: (Bakara
Suresi, 124)
Yoksa burada sözü edilen ahid,
yüce Allah'ın Tur dağını yahudilerin
başları üzerine çıkararak, onlara içindeki
emirlere sımsıkı sarılmalarını
emrettiği zaman kesinleşen ve az sonra yeri gelince
anlatacağımız özel ahid midir?
Aslında bu
saydığımız ahidler özleri itibarı
ile birdirler ve bu ortak öz de yüce Allah ile kulları
arasında akdedilen "insanların kalpleri ile
Allah'a bağlanmaları ve tüm varlıkları
ile O'na teslim olmaları" şeklinde dile
getirebileceğimiz ahiddir. İşte
insanlığın tek dini budur. Bütün
peygamberlerin insanlığa sunup benimsetmeye çalıştığı
ve iman kafilesinin yüzyıllar boyunca kendisine bayrak
edindiği İslâm budur.
İşte yüce Allah bu
ahde bağlılıklarının ifadesi olarak,
yahudileri, sırf kendisinden korkmaya, başka bir
deyimle sırf kendisini korku mercii bilmeye çağırarak
şöyle buyuruyor:
"Sadece benden korkun."
Yüce Allah yine bu ahde bağlılıklarının
göstergesi olarak, yahudileri ellerindeki Tevrat'ı
onaylayıcı olarak Peygamberimize indirmiş
olduğu Kur'ana inanmaya, bu kitaba inananların ön
safında yeralmaları gerekirken aceleci bir kararla
onu ilk inkâr eden kimseler olmamaya çağırarak
şöyle buyuruyor:
"Elinizin altındaki
Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirdiğim
Kur'ana inanın, onu inkâr edenlerin ilki olmayın."
Hz. Muhammed'in getirdiği
din, işte bu tek ve ölümsüz dinden başka bir
şey değildir. O, ortak dinin son şeklini
oluşturur. O ilâhî mesajlar zincirinin son halkası,
insanlık tarihinin başlangıcından beri sürekli
yürürlükte kalan ilâhi ahdin devamıdır.
Bu niteliği ile o, geçmişe
kanatlarını gererken, gelecekte tüm insanlığın
da elinden tutar; "Eski Ahid" ile "Yeni Ahdi"
bünyesinde birleştirir("Eski Ahid"; Tevrat,
"Yeni Ahid"; İncil demektir.); geçmişten
kalan mesaj birikimine, insanlığın uzun
geleceği boyunca yüce Allah tarafından iyi ve
yararlı görülen yenilikleri ekler; bu bütünleştirici
potada, bütün insanları birbirine aşina
kardeşler olarak biraraya getirir; onları
Allah'ın ahdinin ve dininin potasında
kaynaştırır; gruplar, kümeler, kavimler ve
milletler halinde parçalanmalarını önler; onları,
Allah'ın kulları olarak, insanlık
şafağının
alacakaranlığından beri
değişmemiş olan İlâhî ahde bağlı
kalarak bu ortak değerlerde buluşmaya çağırır.
Bunlara ek olarak yüce Allah,
yahudileri, özel çıkarlarını ön planda
tutarak dünyalık menfaatler
karşılığı Ahireti satmamaya ve
ellerindeki Tevrat'ı onaylayan Kur'an-ı Kerim'i inkâr
etmemeye çağırıyor. Bu uyarı özellikle,
müslüman oldukları takdirde mevkilerini
kaybedeceklerinden, elde ettikleri menfaat ve imtiyazları
yitireceklerinden korkan yahudi din adamlarına yöneliktir.
Yüce Allah onları sırf kendisinden çekinmeye,
sadece kendisinden korkmaya çağırarak şöyle
buyuruyor:
"Benim ayetlerimi az bir
paha karşılığında satmayın,
yalnız benden çekinin"
Anlaşılan; para, mal
ve dünyalık kazanç, yahudinin eskiden beri karşı
durulmaz tutkusudur. Burada yasaklanan ücret; yahudi hahamlarının,
yaptıkları dini hizmetler ve verdikleri uydurma
fetvalar karşılığında
aldıkları paralar olabilir. Sözkonusu hahamlar
Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde
anlatıldığı gibi, toplumlarının
zenginlerini ve ileri gelenlerini cezaya çarpılmaktan
kurtarmak amacı ile dinlerinin hükümlerini tahrif
ederlerdi. Onların bütün bu yetki ve avantajları
elde tutmaya devam edebilmeleri, halklarının
İslâm'a girmesini önlemelerine bağlı idi.
Çünkü eğer halkları müslüman olursa
liderliklerini kaybederlerdi. Şunu da ifade edelim ki,
sahabî ve onlardan sonra gelen tabiinin bildirdiklerine
göre, yüce Allah'ın ayetlerine inanmanın Ahirette
kazandıracağı sonuçla karşılaştırıldığında
dünyanın tümü: "birkaç para"dır.
Yüce Allah yukardaki ayetlerin
devamında, yahudileri, müslüman toplumunda düşünce
karmaşası meydana getirmek, kuşku ve
kargaşalık çıkarmak amacıyla bile bile
batıl ile örterek hakkı insanların gözlerinden
gizleme huylarından vazgeçmeye çağırarak
şöyle buyuruyor:
"Bile bile batılı
hakkın üzerine örtüp hakkı bakışlardan
gizlemeyin."
Kur'an-ı Kerim'in bir çok
yerde belirttiği gibi yahudiler, önlerine çıkan
her fırsatta hakkı batıl ile örtmüşler,
bunları birbirine karıştırmışlar
ve hakkı gözlerden saklamışlardır. Bunun
sonucu olarak, İslâm toplumunda sürekli bir fitne,
kargaşa ve bölücülük unsuru olmuşlardır.
Kur'ana Kerim'in önümüzdeki sayfalarında bu konuda
çok şey okuyacağız.
Daha sonra, yukardaki ayetlerde,
yahudiler, iman kervanına katılmaya, müslümanların
safına girmeye, farz ibadetleri yerine getirmeye ve
ötedenberi huy edinmiş oldukları kopukluktan ve
çirkin taassuptan sıyrılmaya çağrılıyor:
"Namazı
kılın, zekâtı verin ve rukûa varanlar ile
birlikte siz de rukûa varın."
Arkasından, müşrikler
arasında Ehl-i Kitap olmalarının sonucu olarak
başkalarını iman etmeye çağırırken
kendi halklarını eski dinlerini onaylayan
Allah'ın dinine inanmaktan alıkoymalarından
dolay -özellikle hahamları- kınanarak şöyle
buyuruluyor:
"Siz kitabı
okuduğunuz halde insanlara (başkalarına)
iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun
yanlış olduğunu düşünemiyor musunuz?"
Bu ayet, her ne kadar en başta
yahudilerin sergiledikleri sosyal bir olaya dönük ise de,
insan psikolojisinin ve özellikle din adamlarının
önemli ve sürekli bir eğilimini açığa
vurması bakımından sırf belirli bir
millete ya da bir milletin belirli bir kuşağına
özgü bir kınama sayılamaz.
Dinin coşkun ve sürükleyici
bir inanç sistemi olma niteliğini yitirerek bir meslek,
bir sanat olmaya yüz tuttuğu durumlarda din
adamlarının başına gelen en önemli
musibet şudur: Bu adamlar kalplerinin
inanmadığı sözleri dilleri ile söylerler...
İyiliği başkalarına emrederler, fakat bunu
kendileri yapmazlar... Başkalarını iyilik
yapmaya çağırırlar, ama kendi
davranışlarında sözlerinin izine rastlanmaz...
İlâhî kitabın sözlerini değiştirirler,
dinin kesin nasslarını çeşitli amaçlar ve
ihtiraslar doğrultusunda yorumlarlar... Tıpkı
yahudi hahamlarının yapa geldikleri gibi; servet ve
mevki sahiplerinin amaç ve ihtiraslarına destek
sağlamak, onlara haklılık kazandırmak için
görünüşte dinî nasslar ile bağdaştırdıkları
ama gerçek dinin özüne taban tabana zıt düşen
fetvalar ve yorumlar üretirler.
Başkalarını
iyiliğe çağırıp da bu çağrıya
ters düşen davranışlarla ortaya çıkmak,
insanların vicdanlarında sadece bu çağrıyı
seslendirenlere karşı değil, çağrı
konusu olan davaya karşı da şüphe uyandıran
büyük bir musibettir. Bu musibet, insanların
kalplerinde ve kafalarında kargaşa doğurur.
Çünkü bir yandan parlak sözler dinlerken öbür yandan
çirkin davranışlar gören insanlar, sözle davranış
arasındaki bu çelişki karşısında
bocalarlar; inançlarının ruhlarında
tutuşturduğu ateşin harareti söner; imanın
kalblerinde parıldattığı
aydınlık kaybolur; din adamlarına
karşı güvenlerini yitirdikten sonra artık bu
adamlar tarafından temsil edilen dinin kendisine
karşı da güvenlerini kaybederler.
İnanmış bir
kalpden kaynaklanmayan söz ne kadar cazibeli, sarsıcı
ve heyecanlandırıcı olursa olsun ölü ve soğuk
bir ses yığınına dönüşmeye mahkûmdur.
İnsanın söylediği söze gerçek anlamda inanmış
sayılabilmesi için, kendi uygulamaları ile sözlerine
tercüman olması, ağzından çıkan sözün
davranışlarına yansıması gerekir. O
zaman sözleri cazibeli ve etkili olmasa bile insanlar
kendisine inanırlar, sözlerine güven duyarlar. O zaman
onun sözleri gücünü cazibeli olmalarından değil,
gerçek oluşlarından; güzelliklerini
şimşek gibi çakmalarından değil,
realiteye uygun olmalarından alırlar. Başka bir
deyimle bu tür sözler yaşayan gerçek hayattan
kaynaklandıkları için canlı bir enerji
birikimine dönüşürler.
Bununla birlikte sözle
hareketin, inançla davranışın birbiri ile
uyuşması basit bir şey, asfalt bir yol
değildir. Bu iş; özel bir çabayı, bazı
sıkıntılara katlanmayı, kararlı bir
girişimi, yüce Allah ile sıkı sıkıya
ilişkili olmayı, O'ndan sürekli yardım
dilemeyi ve O'nun hidayetine sığınmayı
gerektirir.
Sebebine gelince hayatın
çeşitli şartları zorunlulukları ve kaçınılmazlıklarının
sürüklediği davranışlar nedeniyle insan,
inancından ya da başkalarına yönelttiği
çağrıdan uzak düşer. Ölümlü insanlar,
kendilerini ne kadar güçlü görürlerse görsünler,
ölümsüz tek güç kaynağı olan yüce Allah'a
dayanmadıkça, O' nunla bağlantı kurmadıkça
zayıftırlar. Çünkü kötü, azdırıcı,
ayartıcı ve saptırıcı güçler ondan
kat kat büyüktür. İnsan bu şer güçler karşısında
üstüste bir çok kez galip gelebilir. Fakat gevşekliğe
kapıldığı, uyuşukluğun pençesine
düştüğü bir zayıflık anına
yakalandığını düşününüz. O an,
bütün geçmişini, şimdiki zamanını ve
geleceğini mahveder. Fakat bu kimse ezelî ve ebedî bir
güç kaynağına dayanıyorsa, şahsi ihtiras
ve zayıflıklarına, hayatın zorunluluk ve
kaçınılmazlıklarına,
karşısına dikilen güçlü rakiplere karşı,
kısacası her şeye ve herkese karşı güçlüdür.
Bundan dolayı,
Kur'an-ı Kerim, önce karşısına dikilen
yahudileri ve dolaylı olarak bütün insanları
sabır ve namaz kılma yolu ile yüce Allah'tan yardım
istemeye çağırıyor. Yahudilerin, gerek
Medine'de yararlandıkları liderlik
konumlarını ve gerekse elde ettikleri "az bir
paha"yı -Bu bir kaç para ister din hizmetleri karşılığında
ele geçirdikleri kazanç, isterse genel olarak tüm dünya
malı anlamına gelsin- bir yana bırakarak
doğru olduğunu bildikleri gerçeği tercih
etmeleri ve başkalarını saflarına
katılmaya çağırdıkları iman
kervanı içinde bizzat yeralmaları beklenirdi. Bu da
güçlü, cesur, fedakâr olmayı, sabır ve namaz
kılma yolu ile yüce Allah'tan yardım istemeyi
gerektiriyordu.
"Sabrederek ve namaz
kılarak Allah'dan yardım dileyin. Hiç şüphesiz,
bu, Allah'a saygı gösterenlerden başkasına
ağır gelir. Onlar ki, Rabbleri ile
buluşacaklarını, mutlaka O'nun huzuruna döneceklerini
bilirler."
Yani bu ayetin dile getirdiği
gerçeği kabul etme çağrısı, yüce
Allah'a saygı duyanların, bütün varlıkları
ile O'nun önünde boyun eğenlerin, O'nun korkusunu yüreklerinde
taşıyıp kendisinden çekinenlerin, O' nunla
buluşacaklarından ve O'nun huzuruna döneceklerinden
hiç kuşkusu olmayanların
dışındakilere zor, ağır ve
sıkıntılı gelir.
Sabır yolu ile Allah'tan
yardım isteme uyarısı, Kur'an'da sık
sık tekrar edilir. Sabır, her türlü sıkıntıya
karşı direnebilmek için gerekli olan bir azıktır.
Sözkonusu sıkıntıların en başta
geleni de, hakka gösterilen saygının, hakkı
diğer herşeye tercih etmenin, gerçeği kabul
edip ona boyun eğmenin sonucu olarak liderlikten,
mevkiden, menfaatten ve dünyalık kazançtan vazgeçme sıkıntısıdır.
Peki, "Namaz kılma
yolu ile Allah'tan yardım istemek" ne demektir?
Namaz, kul ile Allah arasında bir buluşma vesilesi,
bir ilişki bağıdır. Kalbe güç kazandıran,
ruha Allah ile ilişki halinde olduğu duygusunu
aşılayan, nefse dünya hayatının tüm
sevgili varlıklarından daha kazançlı
değerler sağlayan bir ilişki. Böyle olduğu
içindir ki, Peygamber efendimiz karşılaştığı
her sıkıntılı durumda namazın
rahatlatıcı kucağına
sığınırdı. Oysa kendisi ile Rabbi
arasında zaten son derece sıkı bir ilişki
vardı, ruhu vahiy ve ilham bağları ile zaten
Allah'a bağlı idi. Buna göre namaz; aç kalan yolcu
için bir azık, çöllerde susuzluktan kıvranan biri
için can veren su, kendisine yardım gelebilecek tüm
yolların, dağların karla
kaplandığı bir sırada, bütün ümitleri
kaybolan yolda kalmış biri için imdadına
yetişen bir ümit kaynağıdır. Bu kaynak mü'min
için her an elinin altında bulunan sürekli fışkıran
kurumaz bir pınardır.
Allah ile
buluşulacağına ve her konuda sırf O'na
başvurulacağına kesinlikle inanmaya gelince, bu
inanç; sabrın, sıkıntılara
katlanmanın, takvanın ve
duyarlılığın temel
dayanağıdır. Ayrıca değerleri
doğru tartabilmenin, onları gerçek yerlerine
koyabilmenin de temel dayanağıdır. Hem dünya
ve hem de Ahiret değerlerini yani. Bu ölçüler doğru
tartılıp her biri gerçek yerine konulduğunda,
dünyanın, tümü ile "bir kaç para" ve basit
bir eşya yığını olduğu meydana
çıktığı gibi, Ahiretin de hiçbir aklı
başında kimsenin tercih etmekte, ön plâna almakta
tereddüt etmeyeceği bir gerçek olduğu ortaya çıkar.
Yukardaki ayetlerin
devamında İsrailoğulları'na yeniden
seslenilerek kendilerine bağışlanan
Allah'ın nimetleri ayrıntılara girmeden
hatırlatılmakta ve kıyamet gününün korkunç
yönlerine dikkatleri çekilmektedir.