Anladığım kadarıyla bu tecrübe, sözkonusu
yeryüzü halifesi için bir eğitim ve hazırlık
yapısında saklı duran potansiyel güçler için bir
uyarma metodudur. Yine bu, kışkırtmalara
kapılma, bunların akıbetini tatma, sonra
pişmanlık duyma, düşmanı tanıma ve
arkasından güvenli bir limana sığınma
talimidir.
Yasak ağaç kıssası, Şeytan'ın körüklediği
bundan tatma vesvesesi, verilmiş sözü unutarak günah işlemek,
geçici bir sarhoşluktan sonra ayılarak pişman
olmak ve Allah'dan af dilemek... Bütün bunlar insanoğlunun
sık sık tekrarlanacak sürekli deney ve imtihan
zincirinin halkalarıdır.
Yüce Allah'ın. rahmeti bu yeni
varlığın, ilerde sık sık
karşılaşacağı benzer olaylar
karşısında böyle bir tecrübe ile donanmış,
içine atılacağı yorucu savaşa
hazırlanmış, bu savaşın karakteri ve
akıbeti hakkında uygulamalı bir şekilde
ders almış ve uyarılmış olarak
halifelik misyonunun karargâhına, görev yerine inmesini
gerekli görmüştür.
Şimdi tekrar geriye dönelim. Bu olay nerede olmuştu?
Hz. Adem ile eşinin bir süre yaşadıkları
Cennet neresi idi? Melekler kimlerdi? İblis kimdi? Yüce
Allah onlar ile nasıl konuştu? Onlar Allah'a
nasıl cevap verdiler?
Bu ve bunun gibi daha başka Kur'an ayetlerinde,
insanların merak ettiği, ancak bilip-bilmemelerinin
kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı ve
bilmelerinin de imkansız olduğu sırları (gayb)
Allah kendi katında tutmakta, insanların da bu tür
sorularla uğraşmasını istememektedir. Bu yüzden
Allah yeryüzünde çeşitli bilgiler ve bilgi edinme
yetenekleri ile donattığı insanı, gizli
sırları (gayb) öğrenebileceği
yeteneklerden mahrum bırakmış ona bu gücü
vermemiştir. Yüce Allah, bilmesinde kendisi için
faydalar olan tabiat kanunlarının içyüzünü insanın
bilgisine açarken, kendisine yararı olmayan gayb
sırlarının bilgisini de ona kapalı tuttu.
Meselâ insan, evrenin sırları ile ilgili olarak
önüne açılan azımsanmayacak orandaki bilgi
birikimine rağmen yaşadığı anın
ötesinden halâ kesinlikle habersizdir. Başka bir
deyimle eli altındaki bilgi edinme araçlarının
hiçbiri ile bir saniye sonra başına neler
geleceğini bilememektedir. Acaba şu anda
ciğerlerinden dışarıya verdiği nefes
tekrar geri dönecek mi, yoksa onun son nefesi mi olacak?
İşte bu, bilgisi insana kapalı tutulan gaybi
olayların bir örneğidir. Çünkü bu mesele hakkında
bilgilenmek halifeliğin gerekleri arasında
değildir. Tersine bu sorunun cevabının
bilinebilmesi insanın yolu üzerinde bir engel oluşturabilirdi.
Bilgisi insana kapalı tutulan ve gayb aleminin
karanlık dehlizlerinde saklı kalan bunun gibi daha
nice sırlar var ki, bunları yüce Allah'tan başka
hiç kimse bilemez. Bundan dolayı insan aklının
bu tür meselelere dalması doğru değildir.
Çünkü
insan, bu tür meselelerin özüne vakıf olacak bir
bilgi edinme aracına sahip değildir. Bu uğurda
harcanacak bütün çabalar boş, anlamsız, verimsiz
ve yararsız kalmaya mahkûmdur.
Ayrıca sözkonusu gayb aleminin bilgisi insan aklına
kapalı tutulduğuna göre bu düğümü
çözmenin yolu bilgiçlik taslayarak gayb alemini inkâr
etmek değildir. Çünkü bir şeyi inkâr etmek için
de o şeyi bilmek gerekir. Oysa bu alanın bilgisi,
aklın temel yapısı ile bağdaşmaz,
onun bilgi edinme araçlarının kapasitesi
dışında kalır. Üstelik bu bilgi türü,
insanın sözünü ettiğimiz görevini yerine
getirmesi için vazgeçilmez bir ihtiyaç da değildir.
Gerçi saplantılara ve hurafelere teslim olmak son
derece zararlı ve tehlikelidir, ama bundan daha
zararlı ve tehlikeli olanı, sırf onu kavra
yamıyoruz diye "bilinmeyen"i inkâr etmek, yok
saymak, gayb aleminin varlığını
reddetmektir. Böyle bir tutum, sırf duyu
organlarının somut algıları içinde yaşayan,
bu algıların surlarını aşarak
varlığın engin genişliğine açılamayan
hayvanlık alemine geri dönmek olur.
O halde bu ayetlerde karşımıza çıkan
bilinmezleri sahibine bırakalım. Burada bize, dünyadaki
hayatımızı, vicdanımızı ve geçimimizi
geliştirecek, iyiye götürecek oranda bilgi verilmiştir;
bu kadarı bizim için yeterlidir. Biz bu kıssanın
işaret ettiği evren ve insanla ilgili gerçekleri,
varlık bütünü ve ilişkileri ile ilgili
bakış açısını, insanın
yapısı, değeri ve ölçüleri ile ilgili
telkinleri algılamaya bakalım. İnsanlık için
en yararlı ve doğruya ulaştıran tek yol
budur
O halde şimdi bu telkinleri, bakış açılarını
ve gerçekleri elimizdeki bu tefsir kitabının
hacmine uygun düşecek bir şekilde kısaca
özetlemeye çalışalım: Hz. Adem
kıssasının en bariz telkini -Burada da
belirttiğimiz gibi- İslâm
düşünce sisteminin insana, insanın dünya
üzerindeki rolüne, onun varlık düzeni içindeki yerine,
ona kıymet biçen değer ölçülerine verdiği
olağanüstü önemdir. Bu kıssa, ayrıca
insanın Allah ile yaptığı sözleşme (ahid)
gerçeğini, halifelik görevine dayanak oluşturan bu
ahdin mahiyetini de vurgulamakta, zihinlere işlemek
istemektedir.
İslâm düşünce sisteminin insana vermiş
olduğu bu olağanüstü değer, yüce Allah'ın
"Mele-i Alâ'da" (yüce ruhlar aleminde) onun
yeryüzünde halife olsun diye yaratıldığını
ilân eden, ulvî açıklamasında bariz biçimde
ortaya çıkar. Ayrıca meleklere, Hz. Adem'e secde
etmeleri için emredilmesi, kendini üstün görerek bu emre
uymaktan kaçınan İblis'in kovulması, ve
baştan sona kadar Allah'ın insanı koruması
altında bulundurması, bu olağanüstü değer
verişin diğer belirgin delilidir.
İnsana dönük bu bakış açısından
çok önemli bir takım teorik ve pratik sonuçlara ulaşılır.
Bu sonuçların birincisi şudur: İnsan, yeryüzünün
efendisidir. Yukardaki ayetlerin birinde vurgulandığı
gibi, dünyadaki herşey insan için yaratıldı.
İnsan dünyadaki bütün maddî varlıklardan ve maddî
değerlerden daha üstün, daha onurlu ve daha pahalıdır.
Buna göre; hiçbir maddî varlığı, hiçbir
maddî değeri el üstünde tutmak uğruna insanı
köleleştirmek ya da küçük düşürmek caiz değildir;
hiçbir maddî kazanç elde etmek uğruna; hiçbir maddî
üretim endişesi ile; hiçbir maddî unsuru çoğaltmak
gayesi ile insan onurunu perçinleyen ilkelerden herhangi
birini çiğnemek caiz değildir. Bütün bu madde
kaynaklı nesneler, ürünler ve değerler insan için,
insanın insanlığına gerçeklik kazandırmak
için, insan olarak varoluşunu perçinlemek için yaratılmış
veya üretilmiştir. Buna göre, bunların pahası,
bedeli, insanın insanî değerlerinden birini ortadan
kaldırmak ya da onun onurluluğunu sağlayan
dayanaklardan birini eksik bırakmak değildir.
Bu önemli sonuçların ikincisini de şöyle
özetleyebiliriz: İnsan, yeryüzünde birinci derecede
rol ve misyon sahibidir. Yeryüzündeki hayat biçimlerini değiştirip
başkalaştıran, toplumların gelişme
doğrultuları ve aşamalarına yön veren
insandır. Yoksa, insanın rolünü küçümseyip
önemsizleştirdikleri oranda teknolojik araç ve
gereçlerin rolünü büyütüp göklere çıkaran maddeci
düşünce akımlarının ileri sürdüğü
gibi, ne üretim ve ne de dağıtım araçları,
insanı iradesiz ve bağımlı bir tutsak gibi
peşlerinden sürükleyemez.
Kur'an-ı Kerim'in bakış açısına göre
insan; yeryüzü halifesi olması sıfatı ile
evrenin düzeni içinde amaç konumuna sahip önemli ve
belirleyici bir faktördür. İnsanın yeryüzü
halifeliği göklerle, rüzgârlarla, yağmurlarla, güneşlerle
ve yıldızlarla arasında bulunan
değişik ilişkilere dayanır. Bütün bu
saydıklarımızın gerek
tasarımlarında gerekse geometrik biçim ve
eylemlerinde, yeryüzünde hayatın varolabilmesi, şu
insanoğlunun halifelik görevini yerine getirebilmesi
amacı gözetilmiştir. Şimdi düşünelim;
İnsanı amaç konumuna yükselten bu yüce mevki
nerede, maddeci düşünce akımlarının onun
için belirledikleri ve asla aşılmasına izin
vermek istemedikleri basit ve küçük düşürücü rol
nerede? İkisi arasında dağlar kadar fark var.
Kuşku yok ki İslâm'ın dünya görüşü
doğrultusunda kurulacak bir toplumsal düzendeki insanın
konumuyla maddeci dünya görüşlerinin hâkim olduğu
bir düzende yaşayan insanın konumu farklı
olacaktır. Bu iki ayrı düzende insan hakları
anlayışı farklı olacak, insan onuruna
verilen değer bir olmayacaktır. Günümüzün
maddeci dünyasında gördüğümüz insan
özgürlüklerinin, dokunulmazlıklarının ve
temel haklarının daha çok, maddî üretim uğruna
çiğnenmesi eğilimi, bu ideolojinin insana ve
insanın yeryüzündeki rolüne bakış açısının
doğal bir sonucundan başka bir şey
değildir.
Bütün bunların yanında İslâm'ın
insanla ve insanın yeryüzündeki fonksiyonu ile ilgili
yüce bakış açısı sayesinde, ahlâklı,
inançlı, erdemli, yapıcı ve inançlarına
samimi bir şekilde bağlı olan insanlar bu düzende
saygın bir yer kazanır,
aşağılanmazlar. Çünkü insanın yeryüzü
halifeliği ile ilgili ahit, bu temel değerlere
dayanır. Nitekim yüce Allah incelemekte olduğumuz
ayetlerin birinde şöyle buyuruyor:
"Tarafımızdan
size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime
uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç
üzülmeyeceklerdir."
Çünkü bu manevi değerler bütün maddî değerlerden
daha üstün ve daha saygındır. Gerçi sözkonusu
maddî değerleri pratik hayatta gerçekleştirmek de bu
halifelik kavramının ayrılmaz bir parçasıdır,
ama bunları gerçekleştirme özlemi temel amaç haline
gelmemeli ve o yüce değerlerin alanını ve
önemini daraltmamalıdır. Bu bakış açısı
dünya hayatında insan kalbini temizliğe, yüceliğe
ve arılığa yöneltmeye ağırlık
verir. Oysa maddeci ideolojiler, daha fazla üretim, kaliteli eşya
ve hayvanca midelerini doyurma endişeleri uğruna bütün
manevî değerleri alaya alırlar ve bütün ahlâkî değerleri
çiğnerler.
Ayrıca İslâm düşüncesi insan iradesine de
saygın bir yer verir. Sebebi ise gerek insan ile Allah
arasındaki ahdin, gerekse yükümlülüğün ve cezanın
dayanağı insan iradesidir. İnsan iradesine hakim
olmak, ihtiraslarına boyun eğmemek ve
karşılaştığı
kışkırtmalara kapılmamak suretiyle yüce
Allah ile arasındaki ahde bağlı kalarak
meleklerin düzeyine yükselebilir. Buna karşılık,
ihtiraslarını iradesinden ve
karşılaştığı olumsuz
kışkırtmaları hidayet
ışığından üstün tutarak, kendisini
Allah'a bağlayan ahitnameyi unutma sonucu sahip olduğu
yüceliklerden aşağı yuvarlanarak özünü bahtsızlığa
mahkûm etmek de elindedir. İslâm'ın bu irade
anlayışı Allah'ın insana
bağışladığı bir çok ikramına
ek olarak sunduğu bir başka ikramın da göstergesidir.
Ayrıca bu görüş açısı mutlulukla
bedbahtlığın, saygınlıkla alçaklığın,
irade sahibi insanla güdülen hayvanın arasındaki yol
ayrımını sürekli biçimde hatırlatıcı
bir nitelik taşır.
Hz. Adem kıssasında Şeytan ile insan
arasındaki savaş (düşmanlık)
anlatılırken, geçen bazı olayların yorumu
bize bu savaşın mahiyeti hakkında
uyarıcı fikirler veriyor. Çünkü bu savaş
Allah'a verilen sözle Şeytan'ın
kışkırtmaları, iman ile küfür, hakk ile
batıl, hidayetle sapıklık arasında süren
kesintisiz savaştır. Bu savaşın alanı,
insanın kendisi olduğu gibi kazanacak ya da kaybedecek
olan da yine kendisidir. Bu yüzden insan sürekli bir biçimde
uyanık olmak zorundadır; tıpkı bir
savaş alanındaki asker gibi. Zira bu savaşta ya
galip gelip ganimet kazanacak ya da yenilip her şeyini
kaybedecek. Kur'an'ın insandan istediği de zaten
şeytanla yaptığı savaşta uyanık
olmasından başka bir şey değil.
Son olarak İslâm'ın günah ve tevbe ile ilgili
görüşü gündeme gelir. Bu görüşe göre günah da
tevbe de ferdidir. Bu düşünce son derece yalın ve açıktır.
Hiçbir karmaşık ve belirsiz yanı yoktur.
Hıristiyan kilisesinin ileri sürdüğü gibi ortada ne
insanın alnına doğumundan önce yazılmış
bir günah ve ne de ilâhî bir kefaret (bu günahdan arındırma)
işlemi vardır. Bilindiği gibi Hıristiyan
kilisesinin görüşüne göre Hz. İsa -Onlara göre haşa
Allah'ın oğlu!- insanlığı, ataları
Hz. Adem'in işlemiş olduğu günahın
lekesinden arındırmak için kendini çarmıha
gererek feda etmişti. Asla böyle birşey yoktur! Hz.
Adem'in günahı şahsî bir günah olduğu gibi
ondan kurtuluşu da dolaysız, sade ve basit bir tevbe
ile gerçekleşmiştir. Burada rahatlatıcı ve
belirgin bir görüşle karşı karşıya
kalıyoruz. Herkesin işlediği günahın
sorumluluğu kendisine, buna karşın ümitsizliğe
kapılmadan sabırla didinip çalışanın
kazancıda kendisine aittir. Nitekim Allah şöyle
buyuruyor:
Bu söylediklerimiz, Hz. Adem kıssasının
bize telkin ettiği düşüncelerin başlıcalarıdır.
Bu kitapta bu kadarı ile yetiniyoruz. Sırf bu telkinler
bize sosyal bir düzenin ihtiyaç duyduğu doğru düşünce,
olgun sezgi gücü, ahlâk, iyilik ve fazilet gibi değerleri
hakim kılar toplumda.
İslâm düşüncesinin temel ilkelerini zihinlere
yerleştirirken ve bu düşüncenin değer
yargılarını açıklarken Kur'ana Kerim'de
örnek olarak sunulan tarihi olayların ne kadar büyük
öneme sahip olduğu yukardaki anlatılanlardan
rahatlıkla anlaşılabilir. Bu değer
yargıları yüce Allah'tan kaynaklanan, yönleri yüce
Allah'a dönük bulunan ve en sonunda O'na varmayı amaç
edinen bir aleme yakışan değer
yargılarıdır. Bu alemde yeryüzü halifeliği,
yüce Allah'ı hidayet kaynağı bilmeye, O'nun
önerdiği hayat tarzına bağlı kalmaya
dayanır. Bu alemde karşımıza çıkan
yolayırımı, insanın ya Allah'tan gelen
direktifleri dinleyip onlara itaat etmesi veya Şeytan'ın
kışkırtmalarına kulak verip onlara
kapılmasıdır; ortada bir üçüncü yol yoktur. Ya
Allah ya Şeytan.. Ya hidayet ya sapıklık... Ya hakk
ya batıl... Ya kurtuluş ve başarı ya da hüsran
ve bedbahtlık. Aslında Kur'an-ı Kerim'in tüm
ayetleri ile bize anlatmak istediği gerçek budur. Çünkü
bu gerçek insanla ilgili diğer bütün düşünce ve
gelişmelerin temel dayanağını oluşturur.
TARİH BOYUNCA İSRAİLOĞULLARI
Surenin bundan sonraki ayetleri, Medine İslâm devletine
karşı olumsuz bir tavır sergileyen, hem gizli ve
hem de açık biçimde ona karşı direnen ve sürekli
biçimde komplo düzenleyen yahudilere dönüyor. O yahudiler ki,
İslâm'ın Medine'de güçlenmekte olduğunu, o güne
kadar tekellerinde tuttukları kültürel ve ekonomik sahada
etkinliğini arttırmaya ve kendi liderliklerine son verme
hazırlığında olduğunu
anladıkları anda sinsi
yıkıcılıklarına başlamış
ve bir an bile boş durmamışlardı. Kendilerine
dönük bu tehlikeyi Evs ve Hazreç kabilelerini birleştirdiği,
yahudilerin sızmalarına zemin hazırlayan çatlakları
ördüğü ve bu kabilelerin halkına yeni kitabın,
Kur'an'ın ilkelerine dayalı bağımsız bir
hayat tarzı sunduğu andan itibaren iyice
hissetmişlerdi.
Yahudilerin, İslâm'a ve müslümanlara karşı o
tarihte başlatmış oldukları amansız
savaş, aynı araçları ve aynı üslubu
kullanarak ve hızından hiçbir şey kaybetmeksizin günümüze
kadar sürmüş ve halen de sürmektedir. Bu savaşın
sadece biçimi değişmiş, o kadar yüzyıl geçmesine
rağmen karakterinden hiçbir şey yitirmemiştir.
Bilindiği gibi, dünya yahudileri asırlarca diğer
milletler tarafından horlanıp, bir yerden diğerine
sürülüp kovuluyorlar; sığınacak hiçbir yer,
hiçbir sıcak yuva bulamıyorlardı. İşte
bu sıcak yuvayı kendilerine yine her türlü dini baskıyı
reddeden İslâm alemi sunmuştu. Zira İslâm,
müslümanlara tuzak kurmayarak, İslâm'ın aleyhine çalışmamak
ve huzursuzluk çıkarmamak şartıyla kendi ülkesine
sığınan herkese kapılarını açar.
Fakat Yahudiler İslâm'ın kendilerine dönük bu soylu
tutumuna rağmen, tarihin her dönemine yayılan bu
amansız düşmanlıklarına hiçbir zaman son
vermemişlerdir.
Oysa Medine'de` bu yeni dine ve onun peygamberine ilk
inananların yahudiler olması beklenirdi. Çünkü bu
yeni dinin kitabı olan Kur'an-ı Kerim, Tevrat'ı
genel anlamda onaylıyordu. Ayrıca onlar bu yeni
Peygamberi yıllardır bekliyorlardı.
Kitaplarının ileriye dönük açıklamalarında
O'nun özellikleri anlatılıyordu. Hatta bu yeni
peygamberin liderliği altında müşrik Arapları
egemenlikleri altına almayı planlıyorlardı.
Az sonra okuyacağımız ayetler, Kur'an-ı
Kerim'de İsrailoğulları ile çıkılan
geniş çaplı tarih yolculuğunun ilk bölümünü
oluşturur. Hatta bu ayetlerde dile gelen onlara dönük yoğun
kampanya, bütün çağrı metodları ve tanıtma
yolları kullanılarak İslâm'a
ısınmaları, bu yeni dinin
bağlılarınca oluşturulan iman kervanına
katılmaları sağlanmaya çalışıldığı
halde bu konuda hiçbir olumlu sonuç elde edilemedikten sonra,
onların bu olumsuz tavrını açıklama ve
oyunlarını bozma amacı taşımaktadır.
Yukarda okuduğumuz ayetler, Cenab-ı Allah'ın
İsrailoğulları'na yönelik yüce seslenişi ile
başlar. Bu çağrının devamında yüce
Allah onlara vermiş olduğu nimetleri
hatırlatıyor. Allah'ın kendilerine dönük kesin
vaadlerinin gerçekleşebilmesi için onları Allah'a
vermiş oldukları sözleri tutmaya, O'ndan korkup sakınmaya
çağırıyor. Böylece yüce Allah, kendilerini,
ellerindeki Tevrat'ı onaylayan Kur'an'a inanmaya çağırmaya
uygun zemin hazırlıyor; bu kitaba karşı
olumsuz bir tavır takınarak onu inkâr edenlerin
önünde yeralmalarını kınıyor. Ayrıca
batıl ile örterek hakkı gözlerden sakladıkları,
böylece başta müslümanlar olmak üzere çevrelerindeki
bütün insanları yanıltarak, müslümanlar arasında
fitne ve kargaşa, yeni müslüman olmak isteyenlerin
kalplerine de kuşku saldıkları için kendilerini kınıyor.
Yine yüce Allah namazı kılarak, zekâtı vererek
ve rukûa varanlarla birlikte rukûa vararak onlara müminlerin
saflarına katılmayı emrediyor. Sabır ve namaz
aracılığı ile nefislerini dize getirerek, onu,
yeni dini benimsemeye zorlamalarını istiyor. Kendileri müslüman
olmayı reddettikleri halde müşrikleri imana çağırmalarının
sergilediği samimiyetsizliği kınıyor.
Daha sonra uzun tarihleri boyunca kendilerine
bağışlamış olduğu nimetleri
hatırlatmaya geçiyor. Bunu yaparken onlara, sözkonusu
nimetlere muhatap olan Hz. Musa zamanındaki
atalarıymışçasına sesleniyor. Bunun nedeni
onların kuşakları arasında sıkı
dayanışma bulunan aynı tiynetli tek millet
oluşlarıdır. Nitekim, o günden bu yana geçen
yüzyıllar boyunca sergilemiş oldukları
tutumlarından ve gözlenen özelliklerinden çıkan gerçek
budur.
Yüce Allah yine bu ayetlerin devamında kendilerini korkunç
günün, yani Kıyamet gününün dehşeti hakkında
tekrar tekrar uyarıyor. Öyle ki, o gün hiç kimse başkasının
yerine birşey ödeyemeyecek, hiç kimseden aracılık
yapması kabul edilmeyecek, hiç kimseden fidye alınmayacak
ve yine o gün onlar kendilerinin azaptan kurtulmalarını
sağlayacak hiçbir yardımcı bulamayacaklardır.
Bu arada yüce Allah, Firavun ile adamlarından
kurtuldukları anın sahnesini, sözkonusu olay sanki
şimdi cereyan ediyormuş gibi canlı bir
anlatımla gözlerinin önüne getiriyor. Ayrıca
üzerlerine buluttan gölgelik çekmesinden kudret helvasına,
bıldırcın kuşuna ve kayadan pınar
fışkırtarak su ihtiyaçlarını
sağlamaya varıncaya kadar kendilerine
bağışladığı ardı arkası
gelmez diğer nimetlerini de gözlerinin önünde canlandırıyor.
Daha sonra bu nimetlerin arkasından sergiledikleri sürekli
sapıklıkları kendilerine hatırlatıyor.
Öyle ki, yüce Allah kendilerini bir sapıklıktan
kurtarır kurtarmaz hemen başka bir
sapıklığın pençesine düşüyorlar; bir
günahlarını affedince hemen başka bir günaha
giriyorlar; bir ayak sürçmesinden kurtulup ayağa
kalkar-kalkmaz bu defa bir kuyuya düşüyorlar.
Bütün bu olaylar içinde aynı inatçı,
dikkafalı, kaypak, sinsi, yükümlülüklerden kaytarıcı,
emanetleri umursamaz, sözlerini tutmaz, gerek Rabbleri ve gerekse
peygamberleri ile aralarındaki anlaşmaları çiğneyen
karakter yapısını sergiledikleri görülür. O
kadar ki, işi peygamberlerini sebepsiz yere öldürmeye,
O'nun ayetlerini asılsız saymaya,
buzağıyı ilâh edinerek yüce Allah'ın ilâhlık
hakkını çiğnemeye, Allah'ı açıktan açığa
görmedikçe peygambere inanmayı reddetmeye, bir kasabaya
girerken Allah'ın emirlerine aykırı
davranışlarda bulunup sözler söylemeye, Cumartesi yasağı
çiğnemeye, Tur dağı ile ilgili vermiş
oldukları sözü unutmaya, yüce Allah'ın belirli bir
hikmete dayanarak kendilerinden kurban etmelerini istediği
inek hakkında işi yokuşa sürmek için bahane
üzerine bahane icad etmeye kadar götürüyorlar.
Bütün bunları yaparken son derece ısrarlı bir
dille sırf kendilerinin doğru yolda
olduklarını, yüce Allah'ın kendilerinden
başka hiç kimseden hoşnut
olmadığını, kendileri dışında bütün
milletlerin sapık ve kendi dinleri dışındaki bütün
dinlerin batıl olduğunu iddia ediyorlar. Oysa
Kur'an-ı Kerim, az ilerde göreceğimiz ayetlerinde
onların bu iddialarının asılsız
olduğunu vurguluyor ve Allah'a, Ahiret gününe inanarak
salih ameller işleyen herkesin, hangi milletten olursa olsun,
iyiliklerinin karşılığını
Rabblerinin katında alacaklarını, böylelerinin
korku ve üzüntüden uzak kalacaklarını açıklıyor.
Kur'an-ı Kerim'in gerek aşağıdaki ayetlerde
ve gerekse bu surenin ilerdeki bölümlerinde yahudilerle girişmiş
olduğu hesaplaşma birkaç bakımdan gerekliydi: Her
şeyden önce onların kuru iddialarını
çürütme, çevirdikleri entrikaların içyüzünü açığa
vurma, İslâm'a ve müslümanlara karşı hangi
psikolojik dürtülerin etkisi altında tuzak
kurduklarını belirtme bakımından gerekli idi.
Bunun yanında bu hesaplaşma Medine'de oluşan yeni
toplumu tehdit eden, onun temel dayanaklarını
sarsmayı amaçlayan, sonuç olarak da İslâm birliğini
zedeleyerek kargaşanın ve anarşinin
kucağına atmak isteyen yahudî oyunları ve
entrikaları konusunda müslümanların gözlerini ve
kalplerini açmak bakımından da gerekliydi. Bu
hesaplaşmayı kaçınılmaz kılan bir
başka sebep de müslümanları, seçtikleri yolun
tehlikeleri hakkında uyarmaktı. O tehlikeler ki, daha
önce yeryüzü halifeliği ile görevlendirilmiş olan
milletlerin tökezlemelerine yolaçarak, onların halifelik
şerefinden yoksun kalmalarına, yüce Allah'ın
emanetini taşıma ve önerdiği hayat
tarzını insanlığın önderi sıfatıyla
gerçekleştirme payesini kaybetmelerine neden olmuştur.
Medine'de oluşma aşamasını yaşayan
İslâm toplumu, bu uyarı ve yol göstermelerin her
ikisine de ne kadar muhtaçtı! Daha doğrusu İslâm
ümmeti her zaman bu direktifleri gözönünde tutmaya, Kur'an-ı
Kerim'i açık gözlerle ve ufuk açıcı
algılarla incelemeye ne kadar muhtaçtır! Ancak bu ilâhî
rehberliğin yüce direktiflerine uyulduğu takdirde bu
geleneksel düşmanları ile girişeceği
savaşlarda başarı kazanabilirler, ancak bu
direktiflerin kılavuzluğu sayesinde yahudilerin en gizli
araçları ve en sinsî yolları kullanarak kendilerine yönelttikleri
son derece iğrenç ve kaşarlanmış
komploları boşa çıkarmayı becerebilirler.
İman nuru tarafından yönlendirilmeyen ve gizli-açık
(zahir-batın) herşeyin farkında olan yüce Allah'ın
rehberliğinden direktif almayan bir kalbin, sözkonusu iğrenç
ve aldatıcı hilekârlığın
kullandığı sinsî ve gizli metodları
kavraması mümkün değildir.
Az sonra göreceğimiz ayetleri bir de Kur'an üslubunun
yansıttığı edebî ve psikolojik uyum açısından
incelemek gerekir. Bu ayetlerin başlangıcı ile Hz.
Adem kıssası ve bu kıssanın
tarafımızdan vurgulanan telkinleri arasında organik
bir bütünlük göze çarpıyor. Bu özellik, Kur'an-ı
Kerim'de anlatılan kıssalar ile bu kıssalara zemin
oluşturan anlatım üslubu arasındaki sıkı
ahengin belirgin bir göstergesidir.
Bunun nedeni, yukardaki ayetlerin öncesinde yüce Allah'ın
yeryüzünde bulunan bütün varlıkları insanın
hizmetine sunduğu belirtilmiştir. Arkasından Hz.
Adem'in yeryüzü halifeliğine getirilmesi konusu gündeme
geldi. Allah'ın açık ahdine bağlı olarak gerçekleştiği
vurgulanan bu olayın ayrıntılı
anlatımı sırasında insanın meleklerden
üstün tutuluşu, ona yapılan uyarı, onun bu
uyarıyı unutması, arkasından
yaptığına pişman olarak tevbe etmesi,
ardından hidayete erdirilip affedilişi ve böylece bir
tarafta Şeytan'ın şahsında temsil edilen kötü,
kargaşa çıkarıcı, yıkıcı güçler
ile öbür yanda imanlı insanda sembolleşen iyi,
onarıcı ve yapıcı güçler arasında yeryüzünde
cereyan eden uzun süreli savaşta insanın ilk tecrübe
birikimi ile donatılması bir bir açıklanmıştır.
Bunların arkasından şimdi incelemekte
olduğumuz İsrailoğulları ile hesaplaşma
konusuna geçildi. Bu konu işlenirken yahudiler yüce Allah
ile aralarındaki ahit, onların bu ahde uymamaları,
kendilerine sunulan önemli nimetler, onların bu nimetlere
karşı yaptıkları nankörlükler, bunun sonucu
olarak halifelik görevinden uzaklaştırılmaları
ve perişanlığa mahkûm edilmeleri hatırlatıldıktan
sonra müminler gerek onların entrikaları ve gerekse tökezlemeleri
konusunda uyarıldı.
Görülüyor ki, burada Hz. Adem'in halifelikle görevlendirilişi
kıssası ile İsrailoğulları'nın bu göreve
getirilişi kıssası arasında yakın bir
ilişki kuruluyor. Gerek olaylàrın
akışında ve gerekse anlatım biçiminde sıkı
bir uyum vardır.
Bu ayetlerde İsrailoğulları kıssası bütünü
ile anlatılınıyor, bu kıssanın kritik
noktaları ve tabloları kısaca ya da uygun görülen
uzunlukta anlatılıyor. Bu kıssa bu sureden daha
önce Mekke döneminde inen surelerde de ele alınmıştı.
Fakat o surelerde bu kıssa -diğer bazı benzerleri
gibi- azınlık konumundaki müslümanlara, İslâm
çağrısının geçmiş tecrübelerini ve ilk
insandan o güne kadar süregelen iman kervanının
yaşamış olduğu maceraları aktararak müslüman
cemaatin yapısını pekiştirmek, onları
Mekke şartları uyarınca yönlendirme amacı güdülmüştü.
Oysa bu ayetlerdeki amaç, yukarda söylediğimiz gibi,
yahudilerin gerçek niyetlerini ve saldırı
metodlarını gözler önüne sererek, müslümanları
bu tehlikeli komplolar karşısında uyanık
olmaya çağırmak, bunun yanında, daha önce
yahudilerin düştükleri yanılgılara düşmemeleri
konusunda kendilerini uyarmaktır. Gerçi ilerde sözkonusu
Mekkî sureleri incelerken anlatacağımız gibi gerek
burada gerekse daha önce inen sözkonusu Mekkî surelerde
yahudilerin çeşitli sapıklıkları ve günahları
konusunda anlatılan gerçekler aynıdır, ama bu
ayetlerle surelerde güdülen amaçlar farklı olduğu için
İsrailoğulları kıssasının buradaki
anlâtımı ile o surelerdeki anlatımı
arasında da farklılık olduğu görülür.
Fakat bu kıssayı anlatan bütün Kur'an ayetleri
gözdén geçirilince kıssa ile öncesi ve sonrası
arasında sıkı bir uyum vardır ve
anlatılan kıssa, sözü geçen ayetlerin amaçlarını
tamamlar niteliktedir.
İşte burada da bu kıssa ile öncesi arasında
aynı uyumun olduğunu görüyoruz. Bilindiği gibi,
kıssanın öncesinde insanın üstünlüğü,
insan ile Allah arasındaki ahid ve insanın bu ahdi
unutuşu anlatılmıştı. Bu arada tüm
insanların birliği, Allah katından indirilen
dinlerin ve bu dinleri temsil eden peygamberlerin birliği düşüncesi
vurgulanmıştı. Ayrıca bu ortak insan
karakterinin, yaratılış yapısının
somut göstergelerine, temel kanunlarına ve insanın yeryüzü
halifeliğinin dayanağını oluşturan bu göstergeler
ile temel kanunlara aykırı davrandığı
takdirde bunun ne gibi sonuçlar doğuracağına
değinilmişti. Bu sonuçları kısaca şöyle
özetleyebiliriz: Kim bu göstergeleri ve temel kanunları inkâr
ederse insanlığını inkâr etmiş, yeryüzü
halifesi olma gerekçesini yitirmiş ve hayvanlık düzeyine
doğru başaşağı inişe geçmiş
olur.
İsrailoğulları kıssası, Kur'an-ı
Kerim'de en sık ve en çok anlatılan kıssadır.
Bu kıssanın çeşitli olayları ve ibretli
sahneleri özel bir ilgi ile yansıtılır. Bu özel
ilgi, yüce Allah'ın bu müslüman ümmeti eğitme,
yetiştirme ve zorlu halifelik görevine hazırlamayı
amaçlayan hikmetini yansıtır.
Bu kısa özetlemenin arkasından şimdi bu
ayetleri teker teker ele alıp incelemeye geçelim: