Bu, müminlerin içinde iman gerçeğinin pratik olarak
temsil edildiği seçkin cemaatin ve bu ulu gerçeği
temsil eden her topluluğun tablosudur. Bu yüzden yüce
Allah, üstün iman gerçeği konusunda onlarla
peygamberleri birlikte zikretmek suretiyle onları
onurlandırmıştır. Bunu, yüce Resul gerçeğini
idrak eden mümin cemaat anlayabilir. Yüce Allah'ın
onlarla peygamberi bir sıfat altında Kur'an'ın
bir ayetinde birlikte zikretmekle ne kadar yüce bir makama
yükselttiğini bilirler.
"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen
gerçeklere inandı, müminler de..."
Peygamberlerin, kendisine Rabbi tarafından indirilenlere
iman etmesi, doğrudan algılanan bir imandır.
Tertemiz kalbinin yüce vahyi almasıdır. Hiçbir
çabada, hiçbir girişimde bulunmaksızın, bizzat
varlığında, somutlaşan gerçeğe aletsiz,
araçsız, doğrudan bağlanmasından
kaynaklanır bu iman. Bu, vasfetmeye imkan
bulunmadığı gibi tadına varandan
başkasının tavsif edemediği bir iman
derecesidir. Gerçek anlamda tadına varamayandan
başkası da bu tavsiften birşey anlayamaz zaten.
Bu imanı, -peygamberin imanı- yüce Allah mümin
kullarına bahşetmiş ve onları peygamberiyle
aynı sıfat altında birleştirmiştir.
Ancak peygamberin yapısı ile bu gerçeği
doğrudan mevlasından almayan
başkalarının yapısının bu
imanın zevkine varması farklı olacaktır,
haliyle. Bu imanın tabiat ve sınırı nedir?
"Hepsi birlikte Allah'a, meleklerine, kitaplarına
ve peygamberlerine inandılar. `O'nun peygamberlerinden hiçbirini
diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı
bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz! Dönüşümüz
sanadır' dediler."
Bu, İslâm'ın getirdiği kapsamlı
imandır. Bu iman, Allah dininin varisi, Kıyamete kadar
yeryüzünde davet görevini yürüten, kökleri zamanın
derinliklerine inen, beşer tarihi boyunca uzanan davet,
Resul ve iman kervanında yol alan bu ümmete yakışır
bir imandır. Bu iman başlangıçtan sona kadar
bütün insanlığı iki gruba ayırır; müminler
ve kâfirler... Allah'ın taraftarları (hizbi),
Şeytanın taraftarları (hizbi)... çağlar
boyu, bunların dışında bir üçüncü
durumun varlığı sözkonusu olmamıştır.
"Hepsi birlikte Allah'a... inandılar."
İslâm'a göre Allah'a iman; düşüncenin, hayata
egemen olan metodun, ahlâkın, ekonominin, orada-burada müminlerin
yaptığı her hareketin temelidir.
Allah'a iman, O'nun uluhiyet, rububiyet ve kulluk
kılınma hususunda birlenmesi, dolayısıyla
insanın vicdanına ve hayatla ilgili herhangi bir
konudaki tavrına tek başına O'nun egemen
olması-anlamına gelmektedir.
Buna göre uluhiyet ya da rububiyette ortağı
olmadığı gibi yaratma ve düzenlemede,
tasarrufunda da ortağı yoktur. Varlık alemi ve
hayat üzerindeki tasarrufuna kimse müdahale edemez.
İnsanlara onunla birlikte rızık veren biri yoktur.
O'nun dışında kimse zarar ya da yarar
dokunduramaz kimseye. O'nun izni ve rızası olmadan
varlık aleminde küçük-büyük hiçbir şey meydana
gelemez.
Gerek sembolik kulluk davranışları
şeklinde olsun gerekse boyun eğme ve itaat etme
şeklinde olsun insanların kullukta yönelecekleri
ortaklar yoktur. Allah'tan başkasına kulluk sözkonusu
olamayacağı gibi O'na ve O'nun emri ve
şeriatı uyarınca hareket etmek suretiyle gücünü
kendisinden başka otorite bulunmayan kaynaktan alan
başkasına itaat de sözkonusu olamaz. Bu imana göre,
insanların vicdanları ve davranışları
üzerindeki egemenlik tek başına Allah'a aittir. Buna
göre şeriat, ahlâk kuralları, toplumsal ve ekonomik
düzen tek başına egemenlik sahibi olan yüce
Allah'tan alınmalıdır.
İşte Allah'a imanın anlamı budur.
Artık insan; Allah'ın dışında herkesin
yanında özgür, Allah'ın koyduğu şeriatten
kaynaklanmayan sınırlamaların bağından
serbest ve otoritesini Allah'tan almayan her gücün karşısında
son derece güçlü olur.
"...ve meleklerine... inandılar."
Allah'ın meleklerine iman, surenin başında
-birinci cüzde de- insan hayatındaki öneminden sözettiğimiz
gaybe iman etmenin bir yönünü oluşturmaktadır. Bu
inanç insanı, hayvanlara özgü duygular noktasından
alıp bu hayvani çerçevenin ötesindeki bilgiyi algılayacak
aşamaya getirir bununla da belirgin özellikleriyle "insanlığını"
(Bakınız Fatiha suresinin açıklamalarına)
ilan eder. Aynı zamanda bu inanç, insanın,
fıtratı gereği varlığını
hissettiği ancak duygularıyla
kavrayamadığı, bilinmez şeylere olan
fıtri tutkusuna da cevap teşkil etmektedir. Şayet
bu fıtri tutkusunu yüce Allah'ın kendisine
bahşettiği gibi gayp gerçeği ile tatmin etmezse,
bu açlığını gidermek için ya efsanelerin,
hurafelerin ardına düşecek ya da insan
varlığı sarsıntı ve bunalımlara
maruz kalacaktır.
Meleklere iman; insan idrakinin kendisi için hazırlanan
duygu ve akli araçlarla bizzat öğrenmeye imkan
bulamadığı gayp gerçeğine inanmaktır.
İnsan varlığı, gaybi gerçeklerden herhangi
birşeyi bilme arzusuna sahip bir özellikte yaratılmıştır.
Bunun için, insanı yoktan vareden, bünyesini, arzularını,
kendisi için yararlı olan şeyleri ve kendisini
ıslah edecek şeyleri hakkıyla bilen yüce Allah,
insana gaybi gerçeklerden bir kısmını göstermeyi
ve her ne kadar kişisel yetenekleri buna ulaşmaya
yetmese de görüşünde somutlaşması için yardım
etmeyi dilemiştir. Bununla yüce Allah, bilmedikçe
bünyesinin ve fıtratının düzenlemeyeceği,
elde etmediği sürece gönlünün tatmin olmayıp
istikrar bulamayacağı bu gerçeklere ulaşmak
uğruna enerjisini dağıtıp yorulmaktan
kurtarmıştır. Fıtratına baskı
yapıp, gayp gerçeklerini hayatlarından silmek
isteyenlerin bazısının gülünç, hurafe ve
saplantıların tahakkümüne girmesi ya da akılları
ve sinirleri sürekli bunalım içinde bir yığın
kompleks ve sapıklıklarla dolup taşması
bunun kanıtıdır.
Bütün bunlara ek olarak meleklerin gerçekliğine iman
etmek -Allah'ın katından gelen kesin gaybi gerçeklere
iman etmek gibidir- insanın varlık hakkındaki
bilincinin ufuklarını genişletir, böylece varlık
manzarası küçülerek müminin düşüncesinde
duyularla kavranan bir duruma indirgenmez. Sonra mümin, kalbi
çerçevesindeki mümin ruhlarla yakınlık kurar,
Rabblerine iman noktasında onlara katılır,
Rabbinden bağışlanma diler ve Allah'ın
izniyle O'nun yardımıyla birlikte olur.
Bu, son derece latif, sevimli ve cana yakın bir bilinçtir
kuşkusuz... Sonra ortada bir bilgi vardır; bu gerçeği
bilme... Bu da yüce Allah'ın müminlere onunla ve
melekleriyle bahşettiği bir lütuftur.
"...0'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine...
inandılar, `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden
ayırmayız' dediler."
Allah'ın kitaplarına ve hiçbirini diğerinden
ayırmadan peygamberlere iman, İslâm'ın
belirttiği tarzda Allah'a iman etmenin tabii sonucudur.
Allah'a iman, O'nun katından gelen şeylerin
sıhhatine, gönderdiği tüm Resullerin doğruluğuna,
mesajlarının dayandığı temelin
birliğine ve kendilerine indirilen kitapların bu
temeli içerdiğine inanmayı gerektirir. Bu yüzden,
müslümanın vicdanında peygamberlerin arasına
fark koymak gibi bir düşünce yer etmez. Çünkü bir tek
dinin son şekliyle bütün insanlığı
Kıyamete kadar Allah'ın dinine davet etmek için gelen
son peygamber Muhammed'e kadar gelen tüm peygamberler,
gönderildikleri kavmin durumuna uygun bir şekliyle Allah
katından İslâm ile gönderilmişlerdir.
Böylece müslüman ümmet, bütün Risalet mirasını
bu şekilde karşılayıp yeryüzündeki hayatını
varisi olduğu Allah'ın dini uyarınca düzenler...
Bu yüzden müslümanlar, yeryüzünde Kıyamete kadar
üstlendikleri önemli rolün bilincinde olurlar. Onlar, insanlığın
uzun tarihi boyunca tanıdığı en değerli
hazinenin bekçisidirler. Onlar; kavmiyet, milliyetçilik,
uyrukçuluk, ırkçılık, siyonizm, haçlı, sömürgecilik
ve dinsizlik gibi değişik çağlarda ve
değişik yerlerde farklı isim ve kavramlar
altında yeryüzünde cahiliye mensuplarının
kaldırdığı birçok cahiliye sancağına
karşı Allah'ın -tek başına
Allah'ın- sancağını taşımak üzere
seçilmişlerdir.
.Müslüman ümmetin, yeryüzünde bekçisi bulunduğu ve
en eski Risaletlerden beri varisi olduğu iman hazinesi,
insan hayatının en şerefli ve en sağlam
hazinesidir. Bu hazine; hidayet, nur, bağlılık, güven,
hoşnutluk, bilgi ve yakin'den ibarettir. İnsan kalbi
bu hazineden boş olduğu oranda, sıkıntı
ve karanlığa gömülür ve vesvese ve kuşkulara
gark olur, üzüntü ve bedbahtlığın
istilasına uğrar. Bu tehlikeli bataklıkta
ayaklarını nereye koyacağını bilmeden,
zifiri bir karanlıkta yol almaya çalışır.
Bu gıdadan, bu yakınlıktan ve bu nurdan yoksun
kalplerin feryatları her çağda duyula gelen
canhıraş feryatlardır. (Ömer Hayyam şöyle
der:
Ruhumda yokluğun ızdırabını hisseder
gibiyim Hayatta bedbahtlıktan başka birşeyle
karşılaşmadım. Ne acı! ya bir de
zamanım gelmişse
Oysa henüz kaza ve kader bulmacasını çözemedim.
Günlerim, geri gelmeden geçip gidiyor.
Çöllerde esen rüzgarlar gibi. Ruhun bütün yaşadığı
iki gündür, Geçen, dün ve gelecek, yarın
Yarın gaybın arkasındadır, bugünse
benim, Gelecek hakkında nice zanlar boşa çıkar.
Bu kadar gafil değilim, gördüğüm halde, Dünyanın
güzelliğine, zevkine bakmayayım. Rüyamda doğru
bir ses işittim;
Uykunun gençlik kozasını açtığı görülmemiştir,
Uyan, çünkü uyku ölümün ikizidir.
İç, zaten son konağın topraktan bir döşek
olacaktır. Çabucak gelen ölümü gözlüyorum.
Birgün ismim varlık defterinden silinecektir. Getir,
şarap sun ey sevgili?
Çünkü günlerin amacı uzun bir uykudur.
Kitab-ı Mukaddes'in "Eski Ahid" bölümünde
şöyle denir: "Boşların boşu.
Herşey boş. Güneş altında insanın
çektiği bunca yorgunlukların yararı ne? Bir dönem
geçerken bir başka dönem geliyor. Yeryüzü ise, sonsuza
kadar kalıcıdır. Güneş doğuyor, güneş
batıyor. Yine doğduğu yere koşuyor. Rüzgar
güneye gidiyor, kuzeye dönüyor. Döne döne gidiyor. Dönüşlerini
tekrar ediyor. Bütün nehirler denize akar ancak deniz dolmaz.
Nehirler akıttıkları
tekrar oraya akıyorlar. Bütün
sözler eksik kalıyor. İnsan herşeyden haber
veremiyor. Göz, bakmaya doymuyor. Kulak da işitmekle
dolmuyor. Olan oluyor. Yapılan neyse o,
yapılıyor. Güneşin altında yeni birşey
yoktur. Bak bu yenidir, denilecek birşey bulunsa o da
bizden önceki zamanlardan kalmadır. Öncekiler hatırlanmıyor,
sonrakiler de kendilerinden sonra gelenler nezdinde
hatırlanmayacaklardır,) Bu da o kalplerde, hassasiyet,
canlılık, öğrenmeye karşı bir arzu ve
yakin'e karşı bir istek sözkonusuysa... Ahmak, ölü,
donuk ve katı kalpler ise bu üzüntüyü hissetmedikleri
gibi bilgiye duyulan şiddetli arzu da onları huzursuz
etmez. Bu yüzden onlar, yeryüzünde dolaşan hayvanlar
gibi yerler ve zevk alırlar, tıpkı onlar gibi
toslaşıp tekmeleşirler veya vahşi hayvanlar
gibi parçalayıp eşinirler. Böylece yeryüzünde, azgınlık,
despotluk, zorbalık, saldırganlık ve bozgunculuk
yayarlar. Sonuçta Allah'ın ve insanların lanetini
hakederler.
Bu nimetten yoksun toplumlar, maddi konfor içinde yüzseler
de açtırlar, ne kadar fazla üretim yapsalar da boşturlar,
geniş bir özgürlük, güven ve dış
barış ortamı sağlasalar da
kaygılıdırlar. Bunun kanıtlarını günümüz
toplumların-da açıkça görebiliriz. Elle tutulup
gözle görülen gerçekleri inkâr eden hakikat düşmanlarından
başkası bu gerçeği görmezlikten gelemez.
Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve
peygamberlerine inananlar, itaat ve teslimiyetle Rabblerine yönelirler.
O'na döneceklerini bilir, kusurlarının
bağışlanmasını O'ndan dilerler.
"...Duyduk ve uyduk, günahlarımızı
bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz, dönüşümüz
sanadır, derler."
Bu sözlerde, Allah'a, O'nun meleklerine kitaplarına ve
peygamberlerine imanın etkisi ortaya çıkmaktadır.
Duyup itaat etmek, Allah'tan gelen herşeyi dinlemek ve
O'nun emrettiği herşeye itaat etmek şeklinde
ortaya çıkmaktadır bu etki. Bu da daha önce de
söylediğimiz gibi yüce Allah'ı egemenlikte birlemek
ve her işte O'na başvurmak demektir. Çünkü Allah'ın
emrine itaat edip O'nun metodunu hayatta uygulamadıkça
İslâm sözkonusu olamaz. Aynı zamanda, insanlar, büyük-küçük,
hayatla ilgili herhangi bir konuda Allah'ın emrinden yüz
çevirdikleri ya da ahlâk, hayat tarzı, toplum, ekonomi ve
siyasetle ilgili düşüncelerini O'nun dışındaki
bir kaynaktan aldıkları sürece imanın
varlığından sözedilemez. Çünkü iman; kalbe
yerleşip pratik hayatın
doğruladığı bir olgudur.
İşitip, itaat etmekle beraber, Allah'ın
nimetlerine hakkıyla şükretmekte ve O'nun farzlarını
gereği gibi eda etmekte eksiklik ve acizlik yeralmakta ve
hoşgörüsüyle bu eksiklik ve acizliği telafi etmesi
için yüce Allah'a sığınmaktadır, mümin.
"...Bağışlamanı dileriz, ey
Rabbimiz!.."
Bağışlama dileği, öncelikle teslimiyetin
sunulması, karşı çıkma ve inkâr sözkonusu
olmadan işitip-itaat etmenin bildirilmesinden sonra
gelmektedir. Bunun da arkasından dönüşün yüce
Allah'a olacağına ilişkin kesin inanç
yeralmaktadır. Dünya ve Ahiretteki dönüşün... Her
iş ve her davranışın dönüşü...
Allah'tan, ancak Allah'a sığınılır.
Çünkü O'nun kaderinden insanı koruyacak hiç kimse
bulunmadığı gibi O'ndan gelecek kazayı da
kimse defedemez. Rahmeti ve bağışlaması
dışında azabından kurtuluş mümkün değildir.
"...Dönüşümüz sanadır."
Bu söz daha önce gördüğümüz gibi Ahirete imanı
içermektedir. Ahirete iman; İslâm düşüncesine
uygun bir şekilde Allah'a iman etmenin gereklerindendir. Bu
düşünce, insanın Allah tarafından koyduğu
şartlar ve ahidler doğrultusunda yeryüzünde
büyük-küçük tüm faaliyetlerini kapsayacak hilafet için
yani dünya hayatında denenmek ve deneme sonrasında
karşılığını almak için yaşatılıp
halife tayin edildiği esasına dayanmaktadır.
Ahiret ve oradaki mükafat ve azap, İslâm düşüncesine
uygun, iman etmenin kesin kurallarındandır. Bu
şekilde iman etmek; müslümanın vicdanını,
hayat tarzını, değer ölçülerini ve dünyada
elde ettiği sonuçları şekillendirmektedir.
Bundan sonra müslüman, itaat yolunda, hayrı gerçekleştirmek,
hakka dayanmak ve yeryüzündeki meyvesi, rahat ya da yorgunluk,
kâr veya zarar, zafer veya yenilgi, zenginlik yahut yoksulluk,
yaşamak ya da şehadet de olsa iyiliğe yönelmek
şeklindeki hayatını sürdürür. Onun mükafatı,
imtihandan başarıyla çıktıktan sonra Ahiret
yurdunda verilecektir. Bütün dünya, karşı çıkmak,
işkence etmek, kötülük yapmak ve savaşmak
şeklinde karşısına dikilse de onu, Allah'a
itaat, hakk, hayır ve iyilik yolundan alıkoyamaz.
Çünkü o, Allah'la beraber hareket etmekte, O'.nun sözünü
ve şartını uygulamakta ve mükafatını
da O'ndan beklemektedir. Allah'a ve meleklerine iman, tüm
kitaplarına ve aralarını ayırmadan
Resulleriné iman, işitip-itaat etmek, Allah'a tevbe etmek
ve hesap gününe kesin inanmak, şu kısacık
ayetin çizdiği ve İslâm akidesine tabi büyük bir
birliktir. Bu, akidenin sonu ve Risaletlerin sonuncusu olmaya
yakışan İslâm'ın ta kendisidir. İslâm,
yaratılışın başlangıcından
sonuna kadar sürekli olan iman kervanını tasvir eden
akide ve İslâm gelip, varlığa egemen, mükemmel
kanunun birliğini ilan ederek insan aklına
ayrıntıları ve uygulamaları bırakana
kadar beşeriyeti yükseliş aşamalarında yükseltmek
ve gücü oranında varlığa hakim, biricik kanunu
ortaya çıkarmasını sağlamak için, Allah
tarafından gönderilen bütün Resullerin elleriyle ulaştırılan
kesintisiz hidayet çizgisidir.