Bütün bu deliller ve nimetler karşısında
Allah'ı inkâr etmek her türlü gerekçe ve dayanaktan
yoksun çirkin ve iğrenç bir inkârcılıktır.
Kur'an-ı Kerim, burada insanları mutlaka gözönüne
almaları, itiraf etmeleri ve gereklerine teslim
olmaları gereken realiteler ile yüzyüze getiriyor. Onların
dikkatlerini, hayatlarının akışına ve
varoluşlarının çeşitli
aşamalarına yöneltiyor. Onlar vaktiyle ölü iken,
kendilerini O diriltti. Bir zamanlar onlar ölüm halindeyken O,
onları bu aşamadan "hayat"
aşamasına geçirdi. İnsanlar, yaratıcı
bir gücün varlığından başka hiçbir açıklaması
olmayan bu, gerçekle karşı karşıya
gelmekten kaçamazlar, onu yok sayamazlar.
Onlar şimdi canlıdırlar. Yapılarında
"hayat" denen bir realite taşıyorlar. Acaba
onlarda ki bu "hayat" denen realiteyi vareden kimdir?
Yeryüzündeki cansız varlıklarda bulunmayan bu yeni görüntüyü
hiç yoktan meydana çıkaran kimdir? Hayat, cansız
varlıkları kuşatan ölümden apayrı bir
şey, karakteri de onunkinden tamamen farklı.. Peki, bu
nereden geldi?..
İnsanlar, akıllarını ve
vicdanlarını kurcalayan bu sorudan kaçmakla, onunla
yüzyüze gelmekten sakınmakla hiçbir şey elde
edemezler. Ayrıca bu canlılık realitesinin
meydana gelişini, yaratıklardan farklı
yapıda bir yaratıcı güce bağlamaktan
başka çıkar yol yok. Yeryüzünde kendi dışında
kalan ölü varlıklardan farklı ve apayrı
gelişmelere ve eylem biçimlerine sebep olan bu hayat
realitesi nereden geldi? Hiç kuşkusuz Allah katından.
Bu sorunun en akla yatkın cevabı budur. Yok, eğer
bu cevabı onaylamıyorsa bir kişi, sorunun
doğru cevabının ne olduğunu söylesin o
zaman!
İşte burada insanlar, bu gerçekle karşı
karşıya getirilerek şöyle buyuruluyor:
"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, sizleri
ölü iken O diriltti.
Yani vaktiyle siz de yeryüzünü dolduran ve sizin de
çevrenizi saran şu cansız varlıklar gibi birer
cansız varlıktınız. Sonra Allah sizde
canlılık realitesini varederek sizi diriltti. Buna göre,
hayatları Allah katından olan, canlı
oluşlarını kendisine borçlu olan kimseler Allah'ı
nasıl inkar edebilirler? İncelememize devam ediyoruz:
Yani nasıl sizi ilk başta O yarattı ise
sonunda yine O'na döneceksiniz, nasıl sizi yeryüzünün
dört bir tarafına dağıttı ise, bu kez
biraraya toplanacaksınız nasıl O'nun iradesi ile
ölüm aleminden hayat alemine geçtiniz ise, hakkınızdaki
hükmünü yürütmesi ve sizinle ilgili takdirini gerçekleştirmesi
için tekrar O'nun huzuruna döneceksiniz.
Görüldüğü gibi kısa bir ayetin hacmi içinde
bütün hayat sicili açılıp dürülüyor, insanlığın
tablosu yaratıcının kabzası altında
birkaç fırça darbesi ile gözler önüne seriliyor. Yüce
Allah, insanlığı ilk önce ölümün sessizliğinden
sıyırıp yeryüzüne salıyor, sonra onu
ölümün eli aracılığı ile yakalıyor,
arkasından onu tekrar diriltiyor. İnsanın ilk
yaratılışı nasıl O'ndan
kaynaklandı ise Ahirette yine O'nun huzuruna dönecektir.
Bu hızlı gösteri tablosu içinde yüce Allah'ın
gücünün izleri gözler önünde canlandırılmakta,
onun derin ve etkili izlenimleri duyu organlarına
yansıtılmaktadır.
Bu tablonun arkasından birincisini tamamlayan ikinci bir
tablo ile yüzyüze geliyoruz. Okuyalım:
"O ki, yeryüzünde bulunan bütün varlıkları
sizin için yarattı. Sonra göklere yönelerek onları
yedi gök olarak düzenledi, O herşeyi bilir"
Gerek tefsir ve gerekse kelâm (tevhid) bilginleri
yeryüzünün ve göklerin yaratılışından
çokça söz ederler. Bunlardan hangisinin önce, hangisinin
sonra yaratıldığını, ``istiva" ve
"tesviye" terimlerinin ne anlama geldiğini uzun
uzun anlatmaya çalışırlar. Fakat böyle yaparken
"öncelik" ve "sonralık"
kavramlarının insana özgü olduğunu, yüce
Allah'a göre bunların bir değer
taşımadığını unutuyorlar. Yine
unutuyorlar ki, "istiva" ve "tesviye"
kelimeleri sınırsızın imajını
sınırlı insan idrakine
yakınlaştırmaya yarayan iki terimden başka
birşey değildirler.
Şunu hemen belirtelim ki, İslâm bilginlerinin bu
tür Kur'an terimleri üzerinde giriştikleri hararetli
tartışmalar, eski Yunan felsefesinin ve
yahudi-hristiyan kaynaklı Teoloji münakaşalarının
saf Arap düşüncesine ve duru İslâm mantığına
bulaşmış bir afeti, bir
hastalığıdır. Bizim bu gün o eski hastalığın
pençesine yakalanarak İslâm inancının güzelliğini
ve Kur'an-ı Kerim'in alımlı çehresini bozmamız,
lekelememiz sözkonusu değildir.
Buna göre, bu terimleri aşarak, yeryüzünde bulunan
bütün varlıkların insan için yaratılmış
olmasının düşündürdüğü gerçeklerden kısaca
sözedelim; bu gerçeğin insanın varoluş
amacını, yeryüzündeki rolünün önemini ve Allah'ın
terazisindeki ağırlıklı değerini, bütün
bunların ötesinde gerek İslâm düşünce
sisteminde ve gerekse İslâmi toplumsal düzende insanın
taşıdığı önemi kanıtlayan
karakterini vurgulayalım:
"O ki, yeryüzünde bulunan bütün varlıkları
sizin için yarattı"
Buradaki "sizin için" deyimi zihnimizde geniş
kapsamlı sezgiler uyandıran derin anlamlı bir
deyimdir. Bu deyim kesin bir biçimde ifade eder ki, yüce Allah
şu insanı çok önemli bir fonksiyonu yerine getirmek
için yarattı; onu kendisinin yeryüzündeki halifesi olsun,
yeryüzündeki bütün varlıklara egemen olsun, yeryüzünde
yapıcı bir rol oynasın diye yarattı.
İnsan, bu geniş mülke egemen olan en üstün varlık
ve yaygın alanlı mirasın birinci derecedeki
efendisidir. Buna göre, yeryüzünde cereyan eden olay ve gelişmelerde
insanın rolü birinci derecededir. O, yeryüzünün de,
yeryüzündeki kullanılacak teknolojik araç ve gereçlerin
de efendisidir. Günümüzün materyalist dünyasında
olduğu gibi O, bu araç ve gereçlerin kölesi değildir.
İnsan, materyalist düşüncenin basiretsiz taraftarlarınca
iddia edildiği gibi, teknolojik araç ve gereçlerin insan
ilişkilerinde ve yaşama şartlarında meydana
getirdiği gelişmelere bağımlı
sayılamaz. Sözünü ettiğimiz nasipsiz materyalistler
böyle düşünmekle yeryüzünün onurlu efendisi olan
insanın rolünü ve pozisyonunu küçümseyerek, onu sağır
araç ve gereçlerin tutsağı durumuna
indirgemektedirler.
Kısacası, insanın kontrolünde olması
gereken güçlerin sınırlarını
aşıp insanın değerinin üstüne çıkması,
onu baskı altına alması ve boyunduruğuna geçirmesi
kabul edilemez. İnsanın değerini küçültmeyi
içeren her amaç, sağladığı maddî
avantajlar ne olursa olsun, insanın varoluş gayesi ile
çelişen bir amaçtır. İnsanın
onurluluğu, insanın üstünlüğü ilk sıradadır.
İnsana bağımlı, insanın serbest
iradesine boyun eğmiş olması gereken maddî değerler
daha sonra gelir.
Bu ayette yüce Allah'ın insanlara
bağışladığını bildirdiği
ve nankörce karşılanmalarını tuhaf
saydığı nimetler, sadece tümü ile yararlarına
sunmuş olduğu yeryüzü nimetleri değildir.
Bunların yanında yüce Allah'ın insanları tüm
yeryüzüne efendi yapmış olması, onlara yeryüzünün
içerdiği bütün maddî değerlerin üstünde bir değer
biçmiş olması da diğer bir nimetidir. Bu,
insanı yeryüzüne halife yaparak onurlandırma nimeti,
emrine sunulan büyük mülk ve bu mülkten yararlanma
nimetinden daha üstündür. Ayeti okumaya devam edelim:
"Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök
olarak düzenledi"
Burada "istiva" kelimesinin ne anlama geldiğinin
tartışmasına girmeyi gereksiz görüyoruz. Yalnız
şunu vurgulayalım ki, bu terim, egemenliği,
yaratma ve yoktan varetme iradesini pratiğe aktarma
amacının sembolik bir ifadesidir. Yine bunun gibi,
"yedi gök" deyiminin burada ne anlama geldiği
konusuna girmeyi, bu "yedi gök"ün biçimlerini ve
boyutlarını belirlemeye kalkışmayı da
gereksiz görüyoruz. Yalnız şu kadarını söyleyelim
ki; ayetin bu kısmının genel anlamı
şudur: Yeryüzünü içindeki tüm varlıklarla
birlikte insanın yararına sunan, burada mutlu bir
hayat sürebilmesini mümkün kılacak şekilde gökleri
uyumlu bir yapıya kavuşturan bu kainatın tek
yaratıcısı, egemeni ve düzenleyicisi olan Allah'ı
(c.c) inkâr etme tuhaflığını ve cüretini
gösteren kâfirlere, bu davranışlarının saçmalığını
anlatmaya vesile olsun diye verilmiş bir örnektir;
yeryüzü ve gökleriyle birlikte tüm kâinatı düzenlemektir
"istiva".
O her şeyi bilir"
Yani, Allah her şeyi yarattığı, her
şeyi önceden tasarlayıp plânladığı
gibi her şeyi bilir de. Burada yüce Allah'ın
bilgisinin, O'nun önceden tasarlayıcılığı
ve plânlayıcılığı (Müdebbirliği)
ile aynı kapsamda olduğu ifade ediliyor. Bu
anlayış tek yaratıcıya inanmanın,
kulluğu tek tasarlayıcı ve plânlayıcıya
(müdebbir'e) yöneltmenin, yine tek rızık ve nimet
vericinin bağışlarını itiraf etmiş
olmanın ifadesi olarak O'nun eşsizliğini ve
ortaksızlığını onaylamış
olmanın ayrılmaz bir gereğidir.
Böylece Bakara suresinin, imanı ve takva sahibi müminler
kafilesini seçme çağrısını ana konu edinen
birinci kısmı burada sona eriyor.
Kur'an-ı Kerim'deki kıssalar, çeşitli konular
ve münasebetler ile ilgili olarak anlatılır.
Kıssanın anlatım yerini, anlatılan bölümünü,
anlatım biçimini ve üslubunu bu kıssanın
anlatılmasına gerekçe oluşturan münasebet
belirler. Böylece kıssanın psikolojik, fikrî ve
sanatsal atmosferleri arasında uyum
sağlanmış olur. Böyle olunca kıssa,
objektif rolünü oynamış, psikolojik
amacını gerçekleştirmiş ve kendisinden
beklenen etkiyi meydana getirmiş olur.
Bazıları Kur'an-ı Kerim
kıssalarını anlatımında tekrara,
yinelemeye başvurulduğunu sanırlar. Çünkü aynı
kıssanın çeşitli surelerde
tekrarlandığı görülebilmektedir. Fakat dikkatli
bakışlar, hiçbir kıssanın ya da hiçbir kıssa
bölümünün aynı biçimde, aynı miktarda ve
aynı anlatım tarzı ile
tekrarlanmadığını, eğer bir yerde bu
kıssaların herhangi bir bölümü tekrarlanmışsa,
bunun mutlaka "tekrarlanma" niteliğini ortadan
kaldıran yeni bir unsur içerdiğini kesinlikle fark
etmişlerdir.
Bazıları da bu kıssalarda sırf
anlatım güzelliği sağlamak amacı ile
aslı olmayan olaylara yer verme ya da bu olayların
akışını keyfï bir biçimde belirleme, başka
bir deyimle edebî eserlerde rastlanan realiteden bağımsız
bir yakıştırmacılık yoluna
başvurulduğunu sanarak yanılgıya düşerler.
Oysa Kur'an-ı Kerim'i dikkatle inceleyen her ön yargısız
ve açık basiretli okuyucunun elle dokunur bir somutlukla yüzyüze
geldiği gerçek şudur ki, bu kıssaların her
geçişinde ne kadarının
anlatılacağını belirleyen faktör, kıssanın
anlatımına sebep olan konunun özelliğidir. Bu
konu özelliği, kıssanın nasıl
anlatılacağını, anlatımın hangi
özellikleri içereceğini de belirler.
Kur'an-ı Kerim bir çağrı kitabı, bir
sosyal düzen anayasası, bir hayat kılavuzudur; bir
rivayet, bir gönül okşama, ve bir tarih kitabı
değildir. Onun bazı ayetlerinde, asıl olan çağrı,
davet işlevi yerine getirilirken eldeki konunun
niteliğine ve akışına uygun düşecek biçimde
ve uzunlukta seçilen kıssa anlatılır. Bu
anlatımda hayalî uydurmacılıkla uzaktan
yakından ilgisi olmayan, anlatım orjinalliğini, güçlü
gerçekçiliği ve üslup güzelliğini esas alan, gerçek
bir sanat güzelliği gözetilir.
Kur'an'da anlatılan peygamber kıssaları, iman
kervanının sürekli, başarılı ve uzun
yolculuğunu temsil eder. Bu kıssalar, ardarda gelen
kuşaklar boyunca Allah'a çağrının ve
insanlığın bu çağrıya verdiği
karşılığın tarihini
yansıtırlar. Yine bu kıssalar, sözkonusu seçkin
ve örnek insanların kalplerinde
barındırdıkları imanın, kendilerini bu
şerefli misyonla görevlendiren Rabbleri ile aralarındaki
ilişkinin karakteristik özelliklerine ışık
tutarlar. Ayrıca bu kıssalar, bu onurlu kervanı
oluşturan seçkin müminlerin kalplerine sürekli biçimde
moral, aydınlık ve berraklık akıtır,
her adımda onlara sahip oldukları bu aziz unsurun,
yani iman unsurunun olağanüstü değerini telkin
ederler. Ve son olarak bu kıssalar, iman düşüncesinin
mahiyetini açıklar, onun diğer yabancı düşüncelerden
ayırd edilerek algılanmasını sağlarlar.
Bundan dolayı bu kıssalar, aslında bir Allah'a
çağrı kitabı olan Kur'an-ı Kerim'in önemli
bir bölümünü oluşturmuşlardır.
Şimdi bu açıklamaların
ışığı altında yukarda
okuduğumuz ayetlerde anlatılan şekli ile Hz. Adem
-selam üzerine olsun- kıssasını gözden
geçirelim:
Yukardaki ayetlerin az öncesinde hayat kervanına, daha
doğrusu tüm varlık kervanına göz atılmakta,
arkasından yüce Allah'ın insanlara sunduğu
nimetler hatırlatılırken yeryüzünden, dünyamızdan
sözedilmekte ve yüce Allah'ın burada bulunan her
şeyi insanlar için yarattığı
belirtilmekteydi.
İşte bu atmosfer içinde Hz. Adem'in yüce Allah
tarafından bazı taahhütler ve şartlar
altında yeryüzü halifeliği görevine getirilişi
ve bu görevin üstesinden gelmesini sağlayacak bilgi
birikimi ile donanması konusuna geçiliyor. Bu kıssa,
aynı zamanda yine Allah'ın bağlayıcı
emri (taahhüdü) ile İsrailoğulları'nın
(yahudilerin) yeryüzü halifeliği görevine
getirilmelerini ve verdikleri "söz"den dönmeleri
dolayısıyla bu görevin yahudilerden alınarak
Allah'la yaptıkları sözleşmeye bağlı
kalan İslâm ümmetine verilişinin
anlatılacağı ilerdeki ayetlere zihinleri
hazırlayıcı bir nitelik taşır. Bundan
dolayı bu kıssanın, aralarında yer
aldığı konuların atmosferi ile son derece
uyumlu olduğu görülür.