Gerek dünyada gerekse Ahirette korkutucu hiçbir şeyden
korkmadıkları gibi üzücü hiçbir şeyden dolay
da üzülmezler.
Sarsılmaz ilkenin sonunda gelen bu uyum, işaret
edilen kapsayıcılığı ve genelliği
ilham ettirmektedir.
Sonra İslâm, mensuplarının hayatını
sadaka ve infak gibi "vermek" üzerine kurmaz.
İslâm düzeni tamamen, gücü yeten herkesin kolayca iş
bulması ve rızkını temin etmesi ile çalışma
ve ücret arasındaki dağılımı hak ve
adalet ilkesine dayandırarak servetin, mensupları
arasında güzelce paylaşılması esasına
dayanmaktadır. Ancak sebeplere uymayan bazı istisnai
durumlar sözkonusu olmaktadır. Bunları da sadaka ile
çözümler. Bir kere Allah'ın şeriatım eksiksiz
uygulayan müslüman devletin topladığı, sadece
kendisinin toplamaya hak sahibi olduğu ve müslüman
devletin maliyesinin gelir kaynaklarının en önemlisi
olan malı farzlar, ikinci olarak da daha önce değindiğimiz
adabına uygun bir şekilde ve bu Ayet-i Kerimenin açık
bir örneğini tavsif ettiği, alanların iffetini
koruyarak gücü yetenlerin hiçbir sınırlama
getirilmeksizin doğrudan ihtiyaç sahiplerine verdiği
gönüllü sadakalar şeklinde çözümler.
(İslâm, mensuplarının ruhlarında tokgözlülük
duygusunu o kadar geliştirir ki onlardan biri
hayatını sürdürmek için yeterli miktarın çok
altında birşeye sahip olduğu halde gene de
istemeyi onuruna yedirmez.)
Buhari, kendi isnadıyla Ata b. Yessar ve Abdurrahman b.
Ebi Umre'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ebu
Hureyre'nin şöyle dediğini işittik: "Resulullah;
`Yoksul, bir iki hurma ya da bir iki lokma verilen kimse
değildir. Yoksul, iffetli olandır. Dilerseniz yüce
Allah'ın `yüzsüzlük edip hiç kimseden birşey
istemezler..: ayetinin kasdettiğini okuyun' buyurdu."
İmam Ahmet; "Bize Ebubekir Hanefi, O'na da Abdülhamid
b. Cafer babasından, O'na da Müzeyne kabilesinden bir kişi
annesinden şöyle anlattı" der; "Annem bana
`insanların istediği gibi gidip Resulullah'tan istesen
olmaz mı?' dedi. O'ndan istemek üzere gittiğimde O'nu
ayakta hitap ederken buldum. Şöyle diyordu: `Kim onurlu
olmak isterse Allah onu onurlu kılar, kim kendini,
istemekten müstağni kılarsa Allah onu zengin
kılar. Beş okka değerinde birşeyi
olduğu halde insanlardan isteyen yüzsüzlük etmiş
olur.' Bunun üzerine kendi kendime `Benim bir devem var ki beş
okkadan fazla eder. Oğlumun da bir devesi var, o da
beş okkadan fazla eder' dedim ve O'ndan hiçbir şey
istemeden geri döndüm."
Hafız Taberani kendi isnadıyla Muhammed b.
Sirin'den şöyle rivayet eder: "Kureyş
kabilesinden olup Şam'da oturan Haris'e, Ebu Zer'in muhtaç
durumda olduğu haberi gelmişti. O da Ebu Zer'e
üçyüz dinar gönderdi. Ebu Zer; `Benden daha sıkıntıda
olan bir Allah'ın kulunu bulamadın mı?
Resulullah'ın; kırk dinarı olduğu halde,
isteyen yüzsüzlük etmiş olur buyurduğunu
işittim. Halbuki Ebu Zer'in kırk dirhemi var... Bir
koyun ve iki hizmetçi var..."
İslâm, hükümleri, direktifleri ve kanunlarında
hiçbir parçanın ve ayrıntının gözden kaçırılmadığı
bir bütün olarak hareket eden mükemmel bir düzendir. O,
düzenini bunların aynı anda işlemesi için koyar,
böylece olgunlaşır ve aralarında uyum
sağlar.
Beşeriyetin bütün yeryüzü toplumlarında bir
benzerini göremediği o eşsiz toplumu böyle kurmuştu
İslâm...
FAİZ DÜZENİ
Geçen bölümde ilkeleri sunulan sadakanın
karşısında yeralan bir diğer uygulama da
çirkin ve asık suratlı faiz uygulamasıdır.
Sadaka vermek; hoşgörü, arınma, temizlik,
yardımlaşma ve dayanışmadır. Faiz ise;
cimrilik, murdarlık, kirlilik, bencillik ve bireyselliktir.
Sadaka; malın geri gelmesini beklemeksizin
karşılıksız yapılan yardımdır.
Faiz ise borcun yanında, borçlunun emeğinden veya
etinden koparılan haram bir fazlalıktır. Borçlanan
kişi malı çalıştırıp kâr etmişse
bu onun çalışmasının ve emeğinin
karşılığıdır,
dolayısıyla alınan faiz onun emeğinden
koparılmış demektir. Veya kâr etmeyip zarar etmişse
ya da malı kendisi ve ailesinin nafakası için almış
dolayısıyla o maldan bir kâr edememişse bu
durumda alınan faiz onun etinden koparılmış
demektir. İşte bu yüzden faiz, sadakanın
karşıtı çirkin ve asık suratlı bir
uygulama olarak beliriyor.
Bunun için Ayet-i Kerime iyi, hoşgörülü, temiz,
güzel ve sevimli uygulamadan hemen sonra içindeki pislik ve
çirkinliği, insan kalbini
katılaştırmasını, toplumda kötülük
yapmasını, yeryüzünde bozgunculuğa neden
olmasını, dolayısıyla kulların helâk
olmasını ortaya çıkaran nefret ettirici bir
tarzda sunuyor.
İslâm, cahiliye geleneklerinden hiçbirini geçersiz kılmak
için faizi kaldırmak kadar uğraşmamış,
hiçbir konuda bu ayette ve başka yerlerde geçen ayetlerde
görüldüğü gibi faiz konusundaki kadar tehditkâr bir
üslup kullanmamıştır. Bunun hikmetini
kuşkusuz yüce Allah bilir. Cahiliyede faiz, birtakım
fesat ve kötülüklerin kaynağı olmuştu. Ancak
faizin bu asık yüzünden kaynaklanan pislikler ve
çirkinlikler günümüz modern dünyasında olduğu
kadar bütünüyle ortaya çıkmadıkları gibi bugünkü
çağdaş toplumda belirdiği gibi bu kanlı yüzde
bu denli sivilce ve çıban da görülmemişti. Bu
çirkin düzen hakkında okuduğumuz Ayet-i Kerimede
beliren korkutucu hamlenin hikmeti ilk cahiliyeden çok,
günümüz cahiliyesinde insan hayatında meydana gelen
korkunç olayların ışığında
anlaşılmaktadır. Allah'ın hikmetini, bu
dinin yüceliğini, bu metodun mükemmelliğini ve bu düzenin
titizliğini düşünmek isteyen herkes bunların tümünü,
ilk defa bu ayetlerle yüzyüze gelenlerden fazlasıyla
kavrayabilirler. Çünkü bütün söylenenleri bizzat doğrulayan
dünyanın pratiği gözler önündedir. Faiz yiyen ve
faize dayanan sapık beşeri faiz düzeni insan ahlâkında,
dininde, sağlığında ve ekonomisinde meydana
getirdiği yıkım sonucu, helâk edici ve mahvedici
belaya duçar olmuştur. Fert, toplum, ulus ve kavimce, sonuçta
öç ve azap gördükleri yüce Allah'la gerçek bir savaşa
tutuşmuşlardır. Ancak yine de ibret alıp bu
durumdan kurtulmazlar.
Surenin akışı, geçen bölümde sadakanın
prensiplerini sunarken, kötü, kınanmış ve
verimsiz faizcilik temeline dayanan düzenin karşısında
yeralan, yüce Allah'ın müslüman toplumun dayanmasını
istediği ve bütün beşeriyetin ondaki rahmetten
yararlanmasını dilediği toplumsal ve ekonomik düzenin
kurallarından birini de sunmaktadır.
Gerçekte yeryüzünde iki düzen vardır. Düşüncede
buluşmayan, temelde birleşmeyen ve sonuçta uyuşmayan
İslâm ile faiz düzeni... Bunlardan herbiri hayat,
hedefler ve gayeler hakkında diğeri ile tamamen çelişen
bir düşünce sistemine dayanmakta ve insan hayatında
diğerinden tamamen ayrı sonuç meydana getirmektedir.
Bu korkutucu hamlenin ve bu ürpertici tehdidin sebebi budur.
İslâm, ekonomik düzenini, bütün hayat düzenini olduğu
gibi varlık aleminde yürürlükte olan hakkı temsil
eden belli bir düşünceye ve bu evreni, şu yeryüzünü
ve insanı yaratanın, kısacası her
varlığa varlığını
bağışlayanın yüce Allah olduğu
esasına dayandırmaktadır.
Herşeyi vareden olması hasebiyle herşeyin
maliki olan yüce Allah, insan cinsini yeryüzünde halifesi kılmış,
ondan aldığı bir söze ve şarta
bağlı olarak, onu rızık, kuvvet, güç ve
enerji kaynakları bahşettiği yeryüzüne yerleştirmiştir.
Ancak bu geniş mülkü içinde dilediğini
dilediği gibi yapacak şekilde başıboş
bırakmamıştır. Onu açık sunuşlar
dahilinde Allah'ın metodu ve yalnızca O'nun
şeriatına bağlı kalmak şartıyla
halife tayin etmiştir. Kendisinden sadır olan akitler,
işler, davranışlar, ahlâk ve ibadetler bu anlaşmaya
uygun olduğu sürece doğru ve geçerli olurlar. Bu
anlaşmanın şartlarına uymayan herşey
batıl ve geçersizdir. Bunu güç ve zor kullanarak
yürürlüğe koymak isterse bu durumda ne Allah'ın ne
de Allah'a iman edenlerin kabul etmeyeceği bir zulüm ve
azgınlık sergilemiş olur. Bütün evrende olduğu
gibi yeryüzünde de hakimiyet yalnız ve yalnız
Allah'ındır. Yöneten ve yönetileni ile bütün
insanlar O'nun şeriatını ve metodunu uygulama
yetkisini O'ndan alırlar. Hiç kimse bunun dışına
çıkamaz. Çünkü onlar, yeryüzünde bir şart ve sözleşme
gereğince halife kılınmış vekillerdir;
ellerindeki rızıkların yaratıcı
sahipleri değil...
Bu sözleşmenin maddelerinden biri de,
bazısının bazısına dost olması için
Allah'a iman edenlerin arasında
yardımlaşmanın oluşması ve
Allah'ın verdiği rızıktan bu
yardımlaşma uyarınca yararlanmasıdır.
Ancak, Marksistlerin dediği gibi mutlak ortaklık
anlamında değil; sınırlı, ferdi mülkiyet
esasına göre yüce Allah'ın geniş lütfundan
yararlandırdığı kişinin bu
genişlikten rızkını temin etmesi kadar
başkasını yararlandırması
anlamında... Bununla beraber, daha önce belirttiğimiz
gibi hiç kimsenin, gücü yettiği halde kardeşine
veya topluma yük olmaması için herkesin gücü ve yeteneğine
göre yüce Allah'ın müyesser kıldığı
oranda çalışması zorunludur. Bunun için zekat,
miktarı belli bir farz kılındığı
halde, sadaka, hiçbir sınırlama getirilmeden
isteğe bırakılmıştır.
Ayrıca, iman edenlerin davranışlarında
denge ve itidal gözetmeleri, gerek Allah'ın kendilerine
verdiği rızıktan infak ederken, gerekse
kendilerine helâl kılınan güzel şeylerden
yararlanırken israf ve savurganlığa kaçmamaları
şart koşulmaktadır. Böylece tüketim ihtiyaçları
denge unsuruyla sınırlandırılmış,
geri kalan fazlalık ise zekat farizası ve isteğe
bağlı sadakaya bırakılmış olur.
Bunun için müminlerden, özellikle mallarını
arttırıp çoğaltmaları istenmektedir.
Aynı zamanda mallarını arttırırken
başkalarına zarar vermeyecek araçlara başvurup
malın akışına engel olmamaları, kullar
arasında rızkın dolaşımını ve
"Sizden zengin olanlar arasında elden ele
dolaşan bir imtiyaz olmaması için`.." (Haşr
Suresi, 7) malın her tarafa
yaygınlaşmasını aksatmamaları da
şart koşulmaktadır.
İslâm, niyet ve amelde temizliği, araç ve
amaçlarda nezafeti gerekli kılarken, bireyin
vicdanını ve ahlâkını, toplumun da
hayatını ve varlığını rencide
etmeyecek kazanç yollarına başvurmaları için
malın artmasına da bir kayıt koymaktadır.·
İslâm bütün bunları, evrenin pratiğindeki
gerçeği temsil eden düşünce ile halife kılınmış
insanın şu geniş mülkteki tüm uygulamalarına
egemen, istihfal (halife kılınma) sözleşmesi
esasına dayandırmaktadır.
Bu yüzden faiz, öncelikle mutlak imani düşüncenin
kurallarıyla çatışan ve içinde Allah'ın
şeriatı gözetilmeyen, başka bir düşünce
sistemine dayanan bir düzendir. Bunun için faiz düzeninde
yüce Allah'ın beşer hayatının
dayanmasını istediği ilkelere, amaçlara ve
ahlâk kurallarına uyma sözkonusu değildir.
Öncelikle bu düzen, Allah'ın iradesiyle beşer
hayatı arasında hiçbir ilişki
olmadığı, herşeyden önce insanın yeryüzünün
efendisi olduğu, Allah tarafından bir sözleşmeye
bağlı olmadığı gibi onun
buyruklarına da uyması gerekmediği esasına
dayanmaktadır.
Sonra birey, malı elde etmek için dilediği araca
ve malını geliştirmek için dilediği yola
başvurmakta özgür olduğu gibi malından
dilediği gibi yararlanmakta da özgürdür. Bu konularda ne
Allah'tan bir sözleşme veya şarta uymak
zorundadır ne de başkalarının yararı
onu sınırlandırabilir. Bunun için, yapabildiği
kadar kasasına ve servetine eklemede bulunduktan sonra,
milyonlar ezilmiş, önemli değildir. Kuşkusuz,
bazan insanların koyduğu kanunlar kâr hırsını
sınırlandırmak ve hile, makam, gasp, talan,
aldatma ve zarar vermeyi engellemek gibi bu özgürlüğe
sınırlı oranda müdahale ederler. Ancak bu
müdahale daha çok insanların nefislerinin
uyuştuğu ve hevalarının sevkettiği
sonuca yönelik olur, yoksa ilahi bir otoritenin koyduğu
değişmez prensiple herhangi bir ilişkisi sözkonusu
değildir.
Ayrıca bu düzen, insan varlığının
tek gayesinin ne suretle olursa olsun ma' kazanmak ve
dilediği gibi maldan yararlanmak olduğuna ilişkin
hatalı ve ifsat edici bir düşünceye dayanmaktadır.
Bu yüzden insan, mal biriktirmek ve ondan yararlanmak hususunda
azgınlaşır ve yoluna konulan tüm prensipleri ve
başkalarının menfaatlerini çiğner geçer.
Sonuçta beşeriyeti yokluğa sürükleyen bir düzen
oluşmakta, bir avuç faizcinin menfaati uğruna, fert,
toplum, devlet ve halkların hayatında bedbahtlık
egemen olmakta, ahlâki, ruhsal ve sinirsel çöküntü baş
göstermekte ve malın el değiştirmesi ile
beşeri ekonominin normal gelişmesi bozulmaya yüz
tutmaktadır. Sonunda modern çağda olduğu gibi,
beşeriyet üzerindeki gerçek otorite ve pratik nüfuz,
Allah'ın yarattıklarının en alçağı,
en kötüsü, insanlar arasında hiçbir dostluğa ve sözleşmeye
itibar etmeyen küçük bir azınlığın elinde
toplanır. Bunlar, insanları, fert fert olduğu
kadar -ülke içinde ve dışında- hükümetler ve
halkları düzeyinde de borçlandırırlar. Böylece
hiçbir çaba sarf etmeden, faiz kârıyla bütün insanların
çalışmalarının
karşılığını, emeklerini, alın
terlerini ve kanlarını sömürürler.
Bunlar, sadece mala hükmetmezler, bu arada otoriteyi de
ellerinde bulundururlar. Her ne kadar belli i:keleri, ahlâk
kuralları ve mutlak anlamda dini veya ahlâki bir düşünceleri
olmasa da, dinler, ahlâk kuralları, idealler ve ilkelerle
alay ettikleri için daha fazla sömürmelerini sağlayan
sistem, düşünce ve yasaları koymak için bu korkunç
otoriteyi kullanarak ihtiraslarını dindirmek ve kötü
emellerine ulaşmaktan geri kalmazlar. Bunun için de en yakın
araç; insanların ahlâken çökertilmesi ve kurulmuş
tuzaklara ve şebekelere kaptırmak suretiyle birçoklarının
sahip oldukları son parayı da harcadıkları
zevk ve şehvetlerden oluşan kokuşmuş
bataklığa düşürülmesidir. Bunu da dünya
ekonomi piyasasına kendi sınırlı menfaatleri
doğrultusunda hükmederek yürütürler. Her ne zaman bu
durum, dünya ekonomisinde konjöktürel krizlere yol açarsa ve
bütün insanların ortak yararları olan sanayi ve
ekonomik ürünlerde bozulmaya sebep olsa, sorun, uluslararası
servetin iplerini ellerinde bulunduran faizci para
babalarının yararına göre çözümlenir.
Modern çağda beliren en büyük felaket; -ki cahiliye
döneminde bu kadar çirkin bir konumda değildi- eskiden
bankerler, borsalar günümüzde de çağdaş
bankaların kurumları şahsında temsil edilen
faizcilerin, ellerindeki uluslararası baskı gereçlerinin
içinde ve dışında gizli bulunan korkunç otorite
ve sahip oldukları gazete, kitap, üniversiteler, hocalar,
yayın araçları, sinema filmleri gibi propaganda ve
reklam araçları vasıtası ile faiz düzeninin
gölgesinde faizcilerin, kemiklerini ve etlerini yediği,
alın terlerini ve kanlarını emdiği fakir
halk yığınları arasında faizin tabii ve
akla uygun olduğu, ekonomik büyüme için kendisinden başka
esas bulunmayan en doğru esas olduğu ve batıdaki
uygarlık alanındaki bu ilerlemenin, bu düzenin iyiliği
ve bereketiyle olduğuna ilişkin zehirli, pis
fikirlerin genel bir kabul görmesidir. Buna göre, bu düzenin
ortadan kalkmasını isteyenler, gerçeklerle ilgisi
bulunmayan ütopyacılardır. Bunlar bu görüşleriyle
pratikte hiçbir değeri bulunmayan soyut, ahlâki teorilere
ve ütopik ideallere dayanmaktadırlar. Şayet müdahale
etmelerine müsamaha edilecek olursa ekonomik düzen altüst
olacaktır! Bunun için faiz düzenini eleştirenler,gerçekte
bu düzenin kurbanı, zavallı halk
yığınları tarafından alaya
alınırlar. Bu kurbanların durumu
olağandışı bir akımın meydana
gelmesiyle uluslararası faizcilerin sinirlerinin
gerilmesine neden olan dünya ekonomisinin durumu gibidir. Bir
avuç kurdun yoluna dikilecek her örgütlü ekonomik hareket bu
faizcilerin karşı çıkmalarına sebep olur.
Ve giderek, insanlığın yararına olan bu
hareket onlar tarafından da dışlanır.
Faiz düzeni ekonomi açısından da kusurlu bir düzendir.
Kötülükleri; bizzat onun gölgesinde büyüyen, akıllarını
ve kültürlerini, kültür, düşünce ve ahlâkın tüm
alanlarına zehir saçan bu düzenden beslenen Batılı
bazı ekonomi uzmanlarının dikkatini çekecek
boyutlara ulaşmıştır. Salt ekonomik açıdan
bile bu düzeni kusurlu bulanların başında Alman
gelmektedir.
1953 yılında Şam'da verdiği bir konferansta;
"Sonsuz bir matematiksel işlem olarak yeryüzündeki
bütün malların çok az sayıdaki faizcinin elinde
toplandığı bir gerçektir. Çünkü borçlanan
kâr da etse, zarar da etse borç veren faizci, bütün işlemlerde
kâr etmektedir. Bu nedenle, sonuçta, matematiksel bir işlem
olarak bütün malların sürekli kâr edene dönmesi kaçınılmazdır."
diyordu.
Bu kuram gerçekleşmek üzeredir. Çünkü
yeryüzündeki malların büyük çoğunluğuna gerçek
anlamda birkaç bin kişi sahip bulunmaktadır. Geriye
kalan mülk sahipleri, bankalara borçlanan sanayiciler, işçiler
ve benzerleri ise mal sahipleri adına çalışan
ücretliler olup emeklerinin karşılığı
bu birkaç bin kişi tarafından devşirilmektedir.
Faizin cinayetleri bununla bitmez. Bir kere faiz temeline
dayanan ekonomik düzen, mal sahipleri ile çalışanların,
sanayi ve ticaret alanındaki ilişkilerini kumar ve sürekli
didişmeye dönüştürür. Çünkü faizci, daha çok
kâr etmek için çalışır. Bu yüzden, sanayi ve
ticaret alanında ihtiyacı arttırmak ve kâr
haddini yükseltmek için piyasadan parayı çeker, sanayi
ve ticaret alanında çalışanların
parayı bu şekilde kullanmanın hiçbir kâr
getirmediğini, ne bir kâr ne de artış
sağlamadığını kavramalarına kadar
fiyatlar yükselmeye devam eder. Bu esnada, milyonlarca kişinin
çalıştığı bu alanlarda kullanılan
paranın hacmini kısma yönüne gidilir. Fabrikalar
darboğaza girer, ardından üretimi düşürme
yoluna giderler. İşten çıkarmalar baş gösterir
ve alım gücü düşer. İş bu noktaya gelip
faizciler mala karşı talebin
azaldığını ya da durduğunu görünce
zorunlu olarak kâr haddini düşürürler. Sanayi ve
ticaretle uğraşanlar yeniden etraflarına üşüşmeye
başlar. Artık hayat bolluk içinde geçmektedir...
Böylece uluslararası ekonomi piyasasında konjöktürel
krizler meydana getirilerek insanlar sürü gibi oradan buraya
sürülüp dururlar.
Sonra, sanayici ve tüccarlar borçlandıkları
paranın faizini tüketicilerin cebinden verdiklerinden
bütün tüketiciler dolaylı olarak faizcilere vergi ödemiş
oluyorlar. Çünkü onlar, tüketim mallarının
fiyatını yükseltmekte ve sonuçta faizcilerin cebine
girecek borç yükünü daima halklarının omuzuna
bindirmektedir. Hükümetlerin kalkınma ve
bayındırlık faaliyetlerine girişmek için
hazineden aldıkları borçların faizini
vatandaşlar ödemektedirler. Çünkü bu hükümetler
borçla birlikte faizini de kapatmak için değişik
vergiler çıkarmak zorunda kalırlar. Böylece tüm
fertler bu kısır döngünün sonunda faizcilere
verilen haracın ödenmesine katılmış
olurlar. İşin bu aşamada kalması ve borçların
sonunda sömürgeciliğe yolaçmaması pek az görülmüştür.
Üstelik sömürü yüzünden birçok savaşlar meydana
gelmiştir.
Biz burada -Kur'an'ın gölgesinde- faiz düzeninin
bütün kusurlarını anlatacak değiliz. Bu,
bağımsız bir araştırmanın konusu
olacak bir alandır. Ancak müslüman olmak isteyenleri,
İslâm'ın iğrenç faiz düzenini yasaklaması
konusunda temel bazı gerçeklerden haberdar ederek yaptığımız
açıklamayla yetinmeye çalışacağız:
1- Ruhlarda iyice yeretmesi gereken birinci gerçek; İslâm
ile faiz düzeninin birarada bulunamayacağı gerçeğidir.
Bunun dışında gerek din adamlarından gerekse
başkalarından fetva sahiplerinin söylediği tüm
sözler yalandır, aldatmadır. Daha önce de değindiğimiz
gibi İslâm düşüncesinin temeli ve insanların
hayatlarında, düşüncelerinde ve ahlâklarında gösterilen
pratik sonuçları, faiz düzeniyle bizzat çarpışmaktadır.
2- İkincisi; faiz düzeninin sırf, imanları,
ahlâkları ve hayat görüşleri için değil,
insanların ekonomi ve iş hayatları için de bir yıkım
olduğu, insanların saadetini yok ettiği, genel
ekonomik gelişme için uygun bir düzenmiş gibi gösteren,
aldatıcı ve yaldızlı görünümüne rağmen
insanlığın dengeli büyümesini dumura uğrattığı
gerçeğidir.
3- Üçüncüsü; İslâm'da ahlâki düzen ile uygulanan
pratik düzenin birbirine tamamen bağlı
oldukları, insanın bütün davranışlarında
hilafet sözleşmesi ve şartına bağlı
olduğu, hayatı boyunca sergilediği tüm
yeteneklerinden dolayı denendiğinin ve
sınandığının, ahirette de bunlardan
hesaba çekileceğinin farkında olduğu
ortadadır. Biri ahlâki diğeri pratik olmak üzere iki
ayrı düzenin bulunmadığı, insanın tüm
davranışlarını her ikisini birlikte
oluşturduğu, her ikisinin de iyiliğine sevap, günahına
azapla karşılık verilecek ibadetin kapsamına
girdiği, başarılı İslâm ekonomisinin
ahlâksız olamayacağı, ahlâktan da vazgeçildiği
zaman, insanların pratik hayatlarının
başarıya ulaşmasının mümkün olamayacağı
aslî bir unsur olduğu gerçeğidir.
4- Dördüncü olarak; faiz düzeninin kişinin
vicdanını, ahlâkım, toplum içinde kardeşine
yönelik düşüncesini ve genel anlamda, kötülük,
ihtiras, bencillik, aldatma ve kumar ruhunu yaymak suretiyle
toplum hayatını ve sahip olduğu değerleri
bozmadıkça yerleşmeyeceği gerçeğidir.
Modern çağda ise sermayeyi en aşağılık
sömürü yöntemlerine yönelten başlıca etken
sayılmaktadır faiz. Faizle borçlanan sermaye hem
faizini ödemek hem de borçlarını yararlandırmak