Yüce Allah, Hz. İbrahim'e dört kuş seçmesini,
bunları önüne koyup yakından incelemesini, daha
sonra onları kolayca tanıyabilmesi için nişanlarım
ve özelliklerini iyice bellemesini, arkasından kesip vücutlarını
parçalamasını ve parçaların herbirini
çevredeki dağların biri üzerine atmasını,
bir süre sonra da bu kuşları çağırmasını
emrediyor. Bu çağrı üzerine kuşların parçalanıp
dağıtılmış organları biraraya
gelecek, tekrar vücutlarına can verilecek ve koşa
koşa Hz. İbrahim'e geleceklerdi. Tabii ki böyle de
oldu.
Hz. İbrahim, bu ilâhi sırrın gözleri
önünde meydana gelişini gördü. Bu sır her. an
meydana gelen bir olgu. Yalnız insanlar, onun gerçekleştikten
sonraki belirtilerini, sonuçlarını görebiliyorlar.
Bu sır, can verme, hayat bağışlama
sırrıdır. O hayat ki, ilk başta, hiç yokken
meydana geldi ve her yeni canlı ile birlikte oluşumu
sayısız defalar tekrarlanmaktadır.
Hz. İbrahim, işte sırrın gözleri
önünde meydana gelişini gördü. Canları çıkmış,
parçalanmış organları birbirinden uzak yerlere
atılmış kuşların vücutlarına
yeniden hayat sunuluyor ve koşarak yanına geliyorlar!
Peki nasıl? Bu, kavranması, insan kapasitesini
aşan bir sırdır. İnsan idraki bunu Hz.
İbrahim örneğinde olduğu gibi kimi zaman görür,
ya da bütün müminlerin yaptığı gibi ona
inanır. Fakat karakteristiğini kavrayamaz,
yordamını bilemez. O, Allah'a özgü işlerden
biri olup insanlar, Allah'ın bilgisinin sadece O'nun
dilediği kadarını kavrayabilirler. Allah,
bilgisinin bu kısmının insanlarca
kavranmasını dilemedi. Çünkü O, onları
aşan bir şey. İnsanların karakteristik
yapıları ile bu sırrın karakteristiği
çok farklı. Üstelik halifelik görevleri için bu bilgi
gerekli de değil.
Bu sır, sırf Allah'ı ilgilendiren, sırf
O'na özgü bir olgu. Yaratıklarının bilgisi buna
erişmez. Eğer ona doğru boyunlarını
uzatacak olurlarsa karşılarında saklı
sırrın önüne gerilmiş perdeden başka
birşey göremezler, harcanan emekler boşa gitmiş
olur. Gizlilikleri, gayblerin bilicisi olan Allah'a özgü
tekelinde olmasını içlerine sindiremeyenlerin
emekleri yani.
İSLÂM TOPLUMUNDA İNFAKIN ÖNEMİ
Bu cüzün geçen her üç bölümünde de bütünüyle
imanî düşüncenin bazı kurallarının
belirlenmesi, bu düşüncenin açıklanması ve çeşitli
açılardan kökleşmesi konuları ele
alındı. Bu ilke, daha önce de değindiğimiz
gibi müslüman cemaatin beşeriyete önderlik rolünün
gereklerini yerine getirmeye hazırlanması sorununu
eksen olarak seçen bu sürenin seyir çizgisinde bir istasyon
konumundadır.
Konunun akışı buradan itibaren surenin
sonlarına kadar, farz kılınmış zekat ve
isteğe bırakılmış sadakalarla
somutlaşan dayanışma ve yardımlaşma
esası ve cahiliye düzeninde revaçta olan faiz kurumuyla
hiçbir ilişkisi olmayan, İslâm'ın müslüman
toplumu dayandırmak ve müslüman cemaatin hayatını
onunla düzenlemek istediği ekonomik-sosyal düzenin
kurallarının yerleştirilmesi konularına geçiyor.
Bu yüzden, surenin geri kalan kısmında sadakanın
yöntemlerinden sözedilmekte, faiz lanetlenmekte, borç ve
ticaret hükümleri yerleştirilmektedir. Bunlar da İslâm'ın
ekonomik düzeninin ve bu düzene dayalı toplumsal
hayatının esaslı bir yönünü teşkil
etmektedirler. Surenin gelecek üç bölümü arasında birçok
boyutları bulunan tek konuyu, "İslami ekonomik düzen"
konusunu içermeleri nedeniyle sağlam bir bağ
mevcuttur.
Bu derste de, Allah yolunda yapılan harcamalardan,
infakın yükümlülüklerinden, sadaka ve yardımlaşmanın
ilkelerinden sözedildiğini görüyoruz. Allah yolunda
infak; yüce Allah'ın müslüman ümmete farz kıldığı,
onunla davet emanetini omuzlara yüklediği, müminleri
onunla koruduğu, kötülük, fesat ve azgınlığı
onunla defettiği, müminlere galip gelip yeryüzünü
fesada boğan, Allah'ın yoluna engel olan ve İslâm
düzeninin taşıdığı iyilikten
beşeriyeti yoksun kılan güçleri bertaraf ettiği
cihadın ikiz kardeşi olan bir sorumluluktur. (Oysa
beşeriyeti bu iyilikten yoksun kılmak bütün
suçlardan daha büyük bir suç; cana ve mala yönelik saldırıdan
daha korkunç bir saldırıdır.)
Surenin geçen bölümlerinde, Allah yolunda infak konusu
birkaç defa tekrarlanmıştı. Şimdi ise
surenin akışı sadakanın ilkelerini
ayrıntılarıyla ve fakat dolambaçsız olarak
açıklamaktadır. Bu ilkeleri cana yakın sevgi gölgesiyle
donatarak çizmekte, sadakayı, verenin nefsine süslü bir
amele, alanı da yararlı ve kârlı bir
davranışa dönüştüren, bu yolla toplumu yardımlaşma,
dayanışma, sevgi ve şefkat havası egemen bir
aileye dönüştüren ve beşeriyeti,
vereniyle-alanıyla birlikte üstün bir düzeye çıkaran
psikolojik ve toplumsal adabı da açıklamış
olmaktadır böylece.
Bu bölümde gelen direktifler, zamana ve belli nedenlere bağlı
olmayan sürekli bir ilke meydana getirmiş olmakla beraber
bunun ötesinde her zaman için müslüman topluluklarda karşılaşılacağı
gibi, o gün için müslüman cemaatte ayetlerin karşılaştığı
pratik durumlara cevap niteliğinde olduğunu, çünkü
o zaman müslümanlar arasında darb-ı mesellere ve gerçeklerin
derinlere ulaşması için konuşan sahneler
şeklinde sunulmasına ihtiyaç duydukları gibi güçlü
uyarılara ve etkin ilhamlara muhtaç olan, mala son derece
düşkün, cimri ruhların bulunduğunu söylememize
engel değildir.
O gün, faizsiz borç vermeyen, mala son derece düşkün
kişiler vardı... İstemeyerek ve gösteriş için
infak edenler vardı... Verdikleri sadakayı başa
kakma ve rencide etme vesilesi yapanlar da vardı... Tabi bu
arada malın kötüsünü verip iyisini alıkoyanlar
da... Bütün bunlar, malının en iyisini cömertçe
veren, kötü duygulardan soyutlanmış, samimi ve
arınmış olarak, gerektiğinde gizli,
gerektiğinde açık olarak Allah yolunda ihlasla infak
edenlerin yanında yeralıyordu.
Bu karakterlerin her ikisi de o günkü müslüman cemaatin
içinde birlikte yeralıyordu. Bu gerçeği bu
şekilde kavramamız bize birçok yarar sağlayacaktır...
1- Öncelikle; canlı, hareketli bir varlık olan bu
Kur'an'ın tabiatını ve görevini kavramamızı
sağlayacaktır. Kur'an'ı bu olayların gölgesinde,
müslüman cemaat arasında işlerini yürütürken,
hareket ederken, pratik durumlarla karşılaşırken,
bunu kaldırıp şunu yerleştirirken ve müslüman
cemaati harekete geçirip yönlendirirken görüyoruz. O,
sürekli bir çaba ve daimi hareket içindedir. Çünkü O, hem
savaş alanında hem de hayat sahnesinde hareket
etmektedir. O, orta yerde, sürükleyici, hareketlendirici ve
yönlendirici bir unsur işlevini yürütmektedir.
Kur'an'ı bu şekilde algılamaya, O'nu,
canlı, hareket halinde ve sürükleyici bir varlık
olarak görmeye ne kadar ihtiyacımız vardır?..
Gerçekten, bizimle, İslâmi hareket, İslâmi hayat ve
İslâmi pratik arasında uzun bir süre geçti. Artık
Kur'an, bizim duygularımızda, tarihsel canlı
pratiğinden uzaklaşmış ve yalnızca müslüman
cemaatin tarihinde, yeryüzünde belli bir zaman gerçekleşmiş
hayat tarzını temsil etmekten öteye gitmemektedir.
O'nun, süregelen savaşta, müslüman asker gözünde
hareket ve uygulama için başvurulan "günlük
emir" konumunda olduğunu hatırlayamıyoruz
bile... Kur'an, duygularımızda ölmüştür... Ya
da uyumaktadır. Artık Kur'an'ın ilk indiği dönemlerde
müslümanların duygularında yereden gerçek
görüntüsü kalmamıştır. O'nu ya kendimizden geçtiğimiz
nağmelere ya da vicdanlarda karmaşık duygular
bırakan tumturaklı bir okuyuşa indirgemişiz.
Ya da, kalpte, sadık müminlerin duygularında meydana
getirdiği etkiden çok uzak, anlaşılmaz
olduğu kadar da belirsiz olan vecd, huzur ve doygunluk
meydana getiren bir vird manzumesi olarak
algılamışız. Kur'an bunların tümünü
meydana getirir; ancak, O'ndan istenen, bunların
yanında müslümanlarda bir bilinç, bir canlılık
meydana getirmesidir. Kur'an'dan beklenen; inşa etmek için
geldiği hayatı oluşturmaya yönelik bir bilinçle
birlikte hareket etmesi, müslümanın O'nu,
giriştiği ve müslüman ümmetin hayatında
girişmeye hazırlandığı savaş
alanında görmesi, bugün hayatın çeşitli
alanlarında kendisini kuşatan olaylar, problemler ve
şartlara ilişkin Kur'anî direktifleri kavrayabilmesi
için, ilk müslümanlarda olduğu gibi, ne yapması
gerektiğini bilmesi için O'na yönelmesi, Kur'an-ı
Kerim'de temsil edilen, kelimeleri ve direktifleri arasında
hareket eden müslüman ümmetin tarihini görmesi, bu arada
gördüğü şeyin kendisine yabancı
olmadığını duyumsaması, bunun kendi
tarihi olduğunu anlaması, bugünkü olayların bu
tarihin bir uzantısı olduğunu
algılaması, bugün için karşılaştığı
şeylerin Kur'an'ın kendilerini belli tasarruflara yönelttiği
önceki müslümanların
karşılaştığı şeylerin meyvesi
olduğunu idrak etmesi, böylece bu Kur'an'ın kendi
Kur'an'ı olduğunu,
karşılaştığı olay ve
şartlarda O'ndan etkileneceğini ve O'nun, düşüncesi,
ideali, hayatı ve hareketi için bir anayasa konumunda olduğunu
bilmesi ve bu durumun şimdi olduğu gibi kesintisiz
olarak bundan sonra da süreceğini kavramasıdır.
2- İkinci olarak, iman çağrısı ve
sorumlulukları karşısında beşer
fıtratının sürekli ve değişmez
olduğu gerçeğini görmekte yarar sağlayacaktır.
Bu görüş, Kur'an ayetlerinin, üzerlerine Kur'an'ın
indiği ve Resulullah'ın aralarında bulunduğu
bu cemaatin bünyesinde sürekli idare edilmeyi,
yönlendirilmeyi ve uyarılmayı gerektiren
birtakım zaaf ve eksiklik noktalarının
bulunmasının onların topluca bütün nesillerden
üstün olmalarına engel olmadığı, ïlk
müslüman cemaatin hayatında işaret ettiği gibi
olayların ötesindeki gerçeklere nüfuz eden pratik bir
görüştür.
Bu gerçeği böylece kavramamız birçok konuda bize
yararlı olacaktır. Yararlı olacaktır,
çünkü beşer topluluklarının gerçek durumlarını,
aşırılığa kaçmadan; abartısız,
yaygarasız ve ayağı yere basmayan düşüncelere
sapmadan göstermektedir bize. Kendimizi, İslâm'ın
çizdiği ve insanları çağırdığı
yüce ufuklara ulaşmış gördüğümüzden
ruhlarımızı kaplayan ye'si dağıtmakla
ve ulaşmamış olsak bile bu yolda
olmamızın ve sonuca varmak için içtenlikle sürekli
bir çaba içinde olmamızın yeterli
olacağını göstermekte yararlı
olacaktır. Bir kere tekâmüle çağrı yapanlar
insanlara inmeli, bazı eksiklikleri, kusurları
belirince hemen gevşememeli, yılmamalı ve
ümitsizliğe kapılmamalıdırlar. Ruh da böyle...
Yavaş yavaş, sırasıyla sorumlulukları
yerine getirmek ve olgunluğa çağırmakla, sürekli
iyiliği güzelleştirip kötülüğü çirkin
göstermekle, eksiklik ve zaaftan nefret ettirmekle ve yol
kendisine uzun görünüp yoldan saptıkça elinden tutmakla
yücelir.
3- Bu gerçeği bilmemiz, genellikle farkında
olmayıp unuttuğumuz şu basit gerçeğin gönüllerde
yer etmesini sağlamakla da yarar sağlayacaktır. O
da; insanların aynı insanlar oldukları,
davanın aynı dava ve savaşın aynı
savaş olduğu gerçeğidir. Bu savaş,
öncelikle nefsin derinliğinde, zaaf, eksiklik, cimrilik ve
ihtirasa, daha sonra da hayatın içinde, şer,
batıl, sapıklık ve azgınlığa
karşı girişilen bir savaştır. Bu
savaşı her iki alanda da sürdürmek kaçınılmazdır.
Aynı şekilde yeryüzünde bir müslüman cemaat oluşturmaya
çaba sarfedenlerin, ilk defa Kur'an'ın ve
Resulullah'ın yaptığı gibi bu iki alanda bir
savaşa girişmeleri zorunludur. Şüphesiz birtakım
hatalar ve yolda tökezlemeler olacaktır; yine yolun
aşamalarında bazı zaaf ve eksiklikler de
belirecektir. Olaylar ve denemeler bu zaaf ve eksiklikleri
ortaya çıkardıkça bunların tedavi yönüne
gidilmelidir. Ayrıca Kur'an'ın
uyguladığı yönlendirme metodlarıyla
kalpleri Allah'a yöneltmek kaçınılmazdır.
Burada tekrar konunun başına dönüyor, hayatımızda
meydana gelen hareketler ve şartlar konusunda Kur'an'a
danışmaya ve O'nun ilk müslüman cemaatin hayatında
olduğu gibi bizim duygularımızda ve
hayatımızda giriştiği faaliyet ve hareketléri
seyretmeye dönüyor ve bu dersteki Kur'an ayetlerini ayrıntılı
olarak almaya başlıyoruz: