Bu
kitapta şimdiye kadar hep yapageldiğimiz gibi-
şu görüntüler önünde duralım. Etkileyici,
belirgin ve duyurucu hatlarla gözlerimizin önünde canlanan
bir tablo. Ölüm, çürümüşlük ve yıkıntı
tablosu. Bu tablo ilk önce "Bütün yapıları
temelleri üzerine çökmüş" tanıtımı
aracılığı ile canlılık
kazanıyor. Arkasından kasabaya uğrayan
adamın, "Allah, burayı ölümünden sonra nasıl
diriltecek?" şeklindeki sözlerinde dile gelen
duyguları bu canlılığı perçinliyor.
Bu sözleri sarfeden kişi aslında Allah'ın
varlığına inanan biri. Fakat önünde duran
çürümüşlük, yıkıntı tablosu, bu
tablonun zihninde bıraktığı iz, kendisini
şaşkınlığa sürüklüyor, bu duygunun
etkisi ile gördüğü şu çürümüş ve enkazdan
ibaret kalmış kalıntıların nasıl
yeniden diriltileceğini soruyor. Ancak bir tablo, bu kadar
sarsıcı ve derin boyutlu bir imaj verebilir.
İşte Kur'an bu şekilde ifade
ışınlarını ve imajlarını saçar
ve bunlar aracılığı ile gözlerimizin
önünde bir tablo canlandırır, bize
anlattığı tarihi an, sanki gözlerimizin ve
duygularımızın önüne dikilmiş gibi olur.
Tekrarlıyoruz:
"Acaba Allah, burayı, ölümünden sonra nasıl
diriltecek?"
Bu ölü kalıntıların kalıbına hayat
nasıl yürüyecek? Devam ediyoruz:
"Bunun üzerine Allah onu öldürdü ve yüzyıl
sonra tekrar diriltti."
Allah, sözkonusu kişiye bu yeniden diriltme olgusunun
nasıl olduğunu sözle anlatmıyor, bunun yerine
uygulamalı olarak gösteriyor ona bu işin nasıl
olduğunu. Çünkü insanın duyguları ve
etkilenimleri kimi zaman o kadar sarsıcı, o kadar
derin boyutlu olur ki, bunları ne aklî delil ne vicdanın
dolaysız mantığı olan sağduyu ve ne de
herkesin gördüğü genel realite tatmin edemez. Tatmin
olmaları için mutlaka aracısız, kişisel
tecrübe gereklidir. Ancak, bu şahsi tecrübenin sonuçları
idrak alanını doldurabilir ve söze hacet bırakmaksızın
kalbi tatmin edebilir:
"Ne kadar süre ölü kaldın?' dedi. Adam `Birgün,
ya da daha az bir süre ölü kaldım' dedi."
Bu kişi ne kadar ölü kaldığını
nereden bilsin. Çünkü zaman algısı, ancak
hayatın ve bilincin varlığı halinde
oluşabilir. Üstelik insan algısı bu konuda
duyarlı bir kriter değildir. Çünkü aldanabilir, yanılabilir.
Bunun sonucunda belirli şartların etkisi altında
çok uzun bir zaman parçasını kısa olarak görürken
yine bazı özel şartların sonucu olarak
kısacık bir anı bir yüzyıl kadar uzun
sanabilir:
"Hayır, yüzyıl süresince ölü kaldın."
Bu tecrübenin karakteristik niteliğine, yani
somut ve pratiğe dönük bir tecrübe oluşuna bakarak
burada "yüzyıl"ın izlerini gösteren somut
belirtiler bulunduğunu düşünebiliriz. Bu somut
belirtileri adamın yiyeceğinde ve suyunda
aramamız yersiz olur. Çünkü bunların
çürümedikleri açıkça belirtiliyor:
"Yiyeceğine ve suyuna bak, hiç bozulmamış."
O halde bu somut belirtiler ya adamın kendisinde ya da
eşeğinde beliriyordu:
"Eşeğine bak. İnsanlara ibret dersi
olasın diye seni böyle yaptık. Şu kemiklere bak,
onları nasıl birleştirip arkasından
üzerlerine et giydiriyoruz."
Kimin kemikleri? Acaba adamın kendi kemikleri mi?
Eğer bazı tefsir bilginlerinin dediği gibi
etlerinden soyunan kemikler adamın kemikleri olsaydı,
bu durum, canlanınca adamın dikkatini çeker, hatta
irkilmesine yolaçardı. O zaman da ne kadar zaman ölü
kaldığı sorusuna
diye
cevap vermezdi.
Bundan dolayı biz, etleri dökülerek çürüyen
kemiklerin, sözkonusu kişinin eşeğinin kemikleri
olduğunu daha güçlü bir ihtimal kabul ediyoruz. Sonra bu
kemiklerin biraraya getirilerek birbirlerine eklenmeleri, arkasından
üzerlerine et giydirilerek canlandırılmaları ve
bu olayların hiçbir organı çürümemiş,
yiyeceği ve suyu bozulmamış olan adamın gözleri
önünde meydana gelmesi Allah'ın gücünün sınırsızlığını
kanıtlayan bir mucizedir. Ayrıca sözkonusu varlıkların
hepsi aynı yerde bulunduğu, aynı ortam ve hava
şartlarının etkisine açık oldukları
halde akıbetleri birbirinden farklı oldu. Bu da hiçbir
işin zor duruma düşüremeyeceği, bütün kayıt
ve şartlardan bağımsız olarak
yapacağını yapabilen ilâhi gücün varlığını
gösteren bir başka kanıttır. Bu kanıt
aynı zamanda o insana, yüce Allah'ın bu
kasabanın ölmüş canlılarını
nasıl yeniden dirilteceğini kavrama fırsatı
vermiştir.
Peki bu harika, bu olağanüstü olaylar zinciri nasıl
meydana geldi? Nasıl olacak, bütün diğer olağanüstü
olayların meydana gelişi gibi. İlk
canlının ortaya çıkışının
olağanüstülüğü gibi. Çoğunlukla bu
olağanüstü olayın nasıl meydana geldiği
bile aklımıza gelmez. Onun nasıl meydana
geldiğini de çoğu kez hatırımızdan çıkarırız.
İlk canlılığın oluşumunu da
bilmiyoruz. Sadece biliyoruz ki, ilk oluşum Allah
tarafından ve O'nun istediği biçimde gerçekleşmiştir.
İşte Darwin. En büyük biyoloji uzmanı.
Canlılar ve canlılık olayına ilişkin
teorisinde en karmaşık canlıdan başlayarak
basamak basamak aşağıya iniyor,
canlılık süreci boyunca ilkele doğru aşama
aşama derinleşiyor. Sonunda
canlılığı ilk hücreye indiriyor ve süreci
orada durduruyor, bu ilk hücredeki canlılığın
kaynağını belirleyemiyor. Fakat insan
mantığının kabul etmek zorunda olduğu,
fıtrat mantığının benimsemeye can
attığı realiteyi de kabul etmiyor. Bu realite
şudur. Mutlaka bu ilk hücreye canlılık veren bir
güç kaynağı var. Darwin bu gerçeği
birtakım sebepler yüzünden kabul etmiyor. Bu sebepler
bilimsel değil, kilise ile arasında meydana gelen çatışmadan
kaynaklanan tarihi sebeplerdir. İşte bu çatışmanın
doğurduğu duygusallık sonucunda diyor ki: "Canlılık
olgusunu bir yaratıcıya bağlayarak açıklamak,
tamamen mekanik bir sisteme olağanüstü bir unsurun
etkisini karıştırmak gibi birşeydir!"
Hangi mekanik sistem? Canlılık olgusu,
mekanikliğe en uzak olan olgu. Üstelik sürekli gözler
önünde cereyan eden bu olgu, sırları
araştırılsın diye, insan
mantığı üzerinde yoğun bir baskı
uyguluyor.
Nitekim Darwin'in kendisi de insan idrakini ilk hücrenin ardında
gizli duran etkeni kabul etmeye refleksif biçimde zorlayan bu fıtrat
mantığının baskısından kurtulmak
amacı ile herşeyi "ilk sebeb"e indirgiyor.
Fakat sözünü ettiği ilk sebebin ne olduğunu söylemiyor.
Peki -aslında üzerinde çok şey söylenebilecek olan
teorisine göre- ilk başta canlılığı
meydana getirebilen ve hücreyi, başka bir yol izleyerek
değil de kendisinin izlediğini
varsaydığı yol,boyunca ilerletip
geliştirebilen bu ilk sebep nedir ki? Bu gerçeklerden
kaçmak spekülasyondan ve işi yokuşa sürmekten başka
birşey değildir.
Tekrar ayetin anlattığı olağanüstü
olaya dönüyor ve soruyoruz: Aynı yerde ve aynı
dış şartların etkisi altında bulunan
nesnelerden biri çürürken diğerinin çürümemesini ne
ile açıklayabiliriz? Aynı şartların ortak
etkisine maruz kalan nesnelerin akıbetleri arasındaki
bu farklılığı, ne ilk can verme ve ne de
tekrar canlandırma harikalarına bağlayarak açıklayamayız.
Bu olguyu açıklayabilecek olan gerçek, ilâhi iradenin
kayıtsız-şartsız serbestliği gerçeğidir.
İlâhi irade bizim tarafımızdan karşı
çıkılmaz, istisna tanımaz,
bağlayıcı, zorunlu ve genel olan, kabul edilen
kanunlara bağımlı değildir. Eğer biz
kendi varsayımlarımızı, kendi akli ve
"bilimsel!" bulgularımızı yüce Allah'a
empoze etmeye, Allah'ın bunlara -haşa!-
bağımlı olduğunu düşünmeye kalkışırsak
bu, ilâhi iradeye karşı içine düşebileceğimiz
en büyük yanılgı, işleyebileceğimiz en büyük
kabahat olur. Bu yanılgıdan daha birçok yanılgılar
doğar ki, başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Nasıl olur da bizim tarafımızdan dile
getirilmiş, sınırlı araçlarla gerçekleştirilen
deney verilerimizin yine sınırlı olan
aklımız tarafından yapılan yorumlardan elde
edilmiş kanunlar ile mutlak kudret sahibi olan Allah'ı
yargılayabilir, O'na ilişkin hükümler verebiliriz?
2- Diyelim ki, bu elde ettiğimiz sonuç, gerçekten
evrenin tarafımızdan kavranabilmiş
kanunlarından biridir. Peki, bunun nihaî, genel geçerli
ve mutlak bir kanun olduğunu, onun arkasında o konuya
ilişkin başka bir kanunun
olmadığını biz nereden bilebiliriz.
3- Diyelim ki, elde ettiğimiz sonuç, nihaî ve mutlak
bir evrensel kanundur. Olabilir, ama mutlak irade, kendisinin
ortaya çıkardığı kanunlarla
bağımlı değil ki,onlara uymak zorunda
değildir ki. O, düşünülebilecek her durumda, her
anlamda serbesttir, serbestlikten ibarettir.
Ayetin hikâye ettiği tecrübe işte böylece
fonksiyonunu yerine getirerek ilerdeki İslâm
davetçilerinin deneyim birikimine ve imana dayalı
doğru düşünce birikimine eklenen bir halka oluyor.
Bu tecrübe ölümün ve hayatın mahiyetine değinerek
bu olguları Allah'a bağlayan, ana fonksiyonu
yanında az önce değindiğimiz bir başka gerçeği,
yani ilâhi iradenin serbestliği gerçeğini de
vurguluyor. Kur'an-ı Kerim, bu gerçeğin
insanların vicdanlarına iyice yerleşmesine son
derece büyük önem veriyor. Çünkü ancak bu kalpler,
görünür sebepleri ve dillerde gezen mantık
önermelerinin sınırlarını aşarak
doğrudan doğruya Allah'a bağlanırlar.
Çünkü Allah neyi isterse onu mutlaka yapar. Nitekim ayetin
anlattığı bu tecrübeyi yaşayan o insan da
bunu söylüyor:
"Adam işin içyüzünü iyice anlayınca
`Allah'ın herşeyi yapabileceğini kesinlikle
biliyorum' dedi."
ÖLÜ İKEN CANLANAN KUŞLARIN KISSASI