O |
|
O |
|
258- Allah kendisine iktidar verdi diye şımararak
İbrahim ile Rabbi hakkında tartışmaya
girişen adamı görmedin mi? İbrahim "Benim
Rabbim, diriltebilen ve öldürebilendir" deyince adam
"Ben de diriltebilir ve öldürebilirim" dedi. Bunun
üzerine İbrahim "Allah güneşi doğudan
getiriyor, sen de onu batıdan getir, bakalım"
deyince o kâfir adam şaşırıp kaldı, söyleyecek
söz bulamadı. Allah zalimleri hidayete erdirmez.
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim ile
Allah üzerine tartışmaya girişen bu hükümdar
Allah'ın varlığını kökünden inkâr
eden biri değildi; O sadece Allah'ın birliğine,
ortaksızlığına, evreni ve bütün evrensel
olayları tek başına tasarlayıp yönlendirdiğine
inanmıyordu. Tıpkı cahiliye zihniyetli bazı
sapıklar gibi. Onlar da Allah'ın
varlığını kabul ediyorlar, fakat Allah'a
hayatları üzerinde etkili ve aracı
olduklarını düşündükleri bir takım
ortaklar koşuyorlar. Ayrıca bu hükümdar, egemenliğin
sadece Allah'a ait olduğunu, dünyevi gelişmeler ve
toplumun yasal düzenlemeleri konusunda Allah'ın hükmü dışında
hiçbir hükmün geçerli olmayacağı ilkesini de
benimsemiyordu.
Öteyandan bu inkârcı ve haddini bilmez hükümdar, aslında
iman etmesini ve Allah'a şükretmesini gerektiren bir sebep
yüzünden inkârcılığa ve haddini
bilmezliğe sapıyor. Bu sebep "Allah'ın
kendisine iktidar vermesi", ona
yönetim yetkisi bağışlamış olması
idi. Aslında eğer iktidar, Allah'ın nimetini
takdir edemeyenlerin,ellerine geçen nimetin kaynağını
idrak edemeyenlerin bayı döndürmese, onları
azgınlığa sürüklemeseydi, sözkonusu hükümdarın
bu nimeti bilmesi ve karşılığında
Allah'a şükretmesi gerekirdi. Fakat iktidar sahipleri bu
azgınlıkları ve
şımarıklıkları yüzünden nankörlüğü
ve kâfirliği, şükrediciliğin yerine geçiriyorlar
ve doğru yola koyulmalarına gerekçe olması
beklenen sebep yüzünden sapıtıyorlar! Çünkü onlar,
Allah kendilerine iktidar verdiği için iktidardadırlar.
Allah onlara halka köle işlemi yapmak, yönetimleri altındakileri
yanlarından koydukları keyfi kanunlara uymaya zorlamak
yetkisi vermiş değildir. Onlar da diğer insanlar
gibi Allah'ın birer kuludurlar. Yasal normları, halk
gibi, Allah'tan almalı, Allah'ı bir yana
bırakarak keyiflerine göre hüküm ve yasak koymaya kalkışmamalıdırlar.
Çünkü onlar birer vekildirler, asil değildirler!
İşte yüce Allah, bu hükümdarın tutumunu
peygamberimize anlatırken bundan dolayı hayret edici,
yadırgayıcı bir üslup kullanıyor.
Tekrarlıyoruz:
"Allah, kendisine iktidar verdi diye şımararak
İbrahim ile Rabbi konusunda tartışmaya
girişen adamı görmedin mi?"
"Görmedin mi? ". Bu ifade kınayıcı
ve horlayıcı bir ifadedir; Hem ifadeden ve hem de
anlamından, tuhaf karşılama ve çirkin sayma imajı
fışkırır. Çünkü hükümdarın
tartışmaya girişmesi, dik
kafalılığı, bunun yanısıra bir
kulun, Allah'ın olması gereken yetkiyi kendine
yakıştırmaya kalkışması,bir hükümdarın
Allah'ın kanunlarını bir yana bırakarak
halkı kendi keyfi kanunlarına göre yönetmeye
yeltenmesi, bütün bu davranışlar, gerçekten
çirkindir, iğrençtir. Devam ediyoruz:
"İbrahim `Benim Rabbim diriltebilen ve
öldürebilendir' dedi."
Öldürme ve diriltme olguları, insanın duyu
organları ile aklının önünde cereyan eden ve
her an sürekli tekrarlanan olgulardır. Bu iki
olgu,aynı zamanda. insanı şàşırtan ve
idràkini ister-istemez insan dışı bir
kaynağa, yaratıkların fonksiyonları
dışındaki bir fonksiyona yönelten birer sırdırlar.
Bütün canlıları aciz bırakan bu bilmecenin
çözümü için varetme ve yok etme gücünde olan Allah'a başvurmaktan
başka çare yoktur.
İnsanlar olarak biz, hayatın ve ölümün
mahiyetini şu ana kadar anlayabilmiş değiliz.
Sadece bu olguların yaşayanlarda ve ölülerde beliren
görüntülerini algılayabiliyoruz. Bu yüzden hayatın
ve ölümün kaynağını mutlak anlamda
bilmediğimiz bir güce, yani Alla'ın gücüne dayandırmak,
havale etmek zorundayız
İşte bundan dolayı Hz. İbrahim başka
hiç kimsenin ortak olamayacağı, başka hiç
kimsenin O'nu sahibi olduğunu ileri süremeyeceği
sıfatı ile Allah'ı tanıtmak ve kendisine
kimin ilâh olduğuna inandığını
ayrıca hüküm verici, kanun koyucu olarak kimi gördüğünü
soran hükümdara "Benim
Rabbim, diriltebilen ve öldürebilen"
"buna göre de hüküm verme ve kanun koyma yetkisini
elinde tutandır" diye cevap verdi.
Bu cüzün başında işaret ettiğimiz ledünni
(Allah vergisi) yeteneklere sahip bir peygamber olan Hz.
İbrahim, "öldürmek"ten ve "diriltmekten"
sözederken, hiç kuşkusuz, bu olguları hiç yoktan
var etmeyi kasdediyordu. Bu da yüce Allah'ın elinde
bulunan bir eylemdi, yaratıklarından hiçbiri bu
eylemde O'na ortak olamazdı. Fakat Hz. İbrahim ile
Allah konusunda tartışmaya girişen hükümdar,
halkı üzerindeki egemenliğini, yönetimi altındakilere
ilişkin ölüm-kalım fermanları verip
bunları yürürlüğe koyma gücünü bir ilâhlık
tezahürü, göstergesi gibi görerek Hz. İbrahim'e şöyle
demek istedi; "Ben bu toplumun efendisiyim, onlar arasında
olup-biten herşey benim tasarrufumun sonucudur. O halde ben,
önünde boyun eğmek zorunda olduğun,
egemenliğini onaylamakla yükümlü olduğun bir
Rabb'im!" Okuyoruz:
"Ben de diriltebilir (yaşatabilir) ve öldürebilirim
dedi."
Söz bu noktaya gelince Hz. İbrahim, bu dehşetli
gerçeği, can alıp can verme realitesini,
insanlığın şu güne kadar hakkında hiçbir
şey öğrenememiş olduğu bu korkunç sırrı
hafife alan, onu ucuz bir polemik konusu yapmaktan çekinmeyen
bu şımarık adamla arasındaki
tartışmayı hayatın ve ölümün ne anlama
geldiği konusuna kaydırarak uzatmak istemedi.
Bunun yerine bu gizli evrensel kanunu bırakarak, açık
ve gözle görünür başka bir evrensel kanuna geçmeyi
uygun gördü. Ayrıca "Benim
Rabb'im, diriltebilen ve öldürebilendir" sözünde
benimsediği evrensel kanunu ve Allah'ın
sıfatını sadece ortaya koyma metodunu da
değiştirerek bunun yerine meydan okumaya, Allah'ı
inkar eden, haddini aşarak O'nun
varlığını ve gücünü tartışma
konusu yapan bu küstah adamdan Allah'ın koyduğu bir
kanunu değiştirmeyi istemeye karar verdi. Böylece bu
adama, yüce Allah'ın sadece dünyanın ücra bir köşesinde
yaşayan bir topluluğun hükümdarı
olmadığını, tüm evrenin hakimi olduğunu,
böyle olmasının kaçınılmaz bir sonucu
olarak insanların Rabbi ve onların yasa koyucusu
olması gerektiğini göstermek istiyordu:
"Bunun üzerine İbrahim `Allah, güneşi
doğudan getiriyor, sen de onu batıdan getir,
bakalım' dedi."
Güneşin doğudan doğması da hergün
tekrarlanan, bakışların ve idraklerin 'dikkatini
çeken, bir kerecik olsa bile normal zamanını
değiştirmeyen, gecikme yapmayan evrensel bir
realitedir. Bu realite insan fıtratına seslenen bir ilâhi
tanıktır. Hatta evrenin yapısı, astronomik
gerçekler, bu alanda geliştirilen teoriler hakkında
hiçbir bilgisi olmayan insanlara bile mesaj veren somut bir
belgedir. Zaten peygamberlerin mesajları aklî, kültürel
ve sosyal gelişmenin her aşamasındaki insana
hitap eder, onları oldukları yerde bulup ellerinden
tutarlar. Bundan dolayı fıtrata hitap eden, aynı
zamanda konuşan ve karşı konulmaz meydan okuma
üslubu benimsenmiş ve bu üslup küstah hükümdarın
yüzüne vurulmuştu:
"Bunun üzerine o kâfir adam
şaşırıp kaldı, söyleyecek söz bulamadı."
Meydan okuma, hedefine varmıştı. Durum açıktı.
Yanlış anlamaya, yanlış yorum yapmaya,
tartışmaya, polemiğe yer yoktu. Bu durumda
yapılabilecek en iyi şey, teslim olmak, iman etmekti.
Fakat şımarıklık ve büyüklük kompleksi
kâfiri; gerçeğe dönmekten alıkoyar. Adam
şaşırıp kalır, nutku tutulur,
şaşkına döner. Yüce Allah da onu doğru
yola iletmez. Çünkü doğru yolu
aramamıştır, gerçeği istememiştir,
normal ve dengeli olmak gereğini duymuyordur:
"Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez."
Yüce Allah'ın Peygamberimize ve müslüman cemaate
sunmuş olduğu bu tartışma, bu
sapıklık ve inatçılık örneği olarak,
her dönemdeki davetçilere, inkârcılığa
nasıl karşı koyacaklarını öğreten,
onlara kâfirlerin inatçılıkları ile başa
çıkabilme eğitimi veren bir tecrübe olarak
müslümanların mücadele birikimi içindeki yerini alıyor.
Bu tartışma, aynı zamanda, berrak İslâmî
düşüncenin temelini oluşturan şu gerçeklerin
belirmesine de vesile oluyor: "Benim
Rabb'im, diriltebilen ve öldürebilendir". "Allah,
güneşi doğudan getiriyor, sen de onu batıdan
getir, bakalım". Biri
insanların kendi öz yapılarına, öbürü ise dış
dünyalarına ilişkin iki gerçek. İki müthiş
evrensel gerçek. Bununla birlikte gece-gündüz sürekli
yinelenen, gözler önüne serilen, geniş bilgiye ve uzun
boylu düşünmeye ihtiyaç göstermeyen iki gerçek.
Çünkü yüce Allah son derece merhametlidir. Kullarını
iman ve hidayet konusunda gelişmesi gecikebilecek ve tökezlemeye
uğrayabilecek olan bilgi ile hazırlıksız
olanların üstesinden gelemeyebilecekleri düşünceye
bağımlı bırakmaz. Oysa iman meselesi kullar
için hayatidir, fıtratlar ondan yoksun kalamazlar,
insanların hayatı onsuz rayına oturamaz, onsuz
toplumlar düzene giremez, o olmadan insanlar yasal
sistemlerini,değer yargılarını, edep
kurallarını nereden alacaklarını bilemezler.
İşte kullarına karşı son derece
merhametli olan Allah bu hayati meseleyi, sadece
fıtratın evrensel gerçekler ile karşılaşmasına
bağlıyor. Evrensel gerçekler ise herkesin gözleri
önünde cereyan eder, kendilerini fıtrata ister-istemez
kabul ettiren yalın gerçeklerdir. Bu niteliklerinden dolayı
insan, onların refleksif mesajlarına ancak zorlukla,
meşakkatle, özel bir gayretkeşlikle, kendini zora
koşmakla ve inatçılıklarıyla
uymayabilirler.
İnsan denen varlığın yaşaması için
kaçınılmaz olan diğer temel ihtiyaçlar
konusundaki durum ne ise inanç konusunda da aynı durum sözkonusudur.
Meselâ, insan yiyecek, içecek, hava gibi, bunların
yanısıra çiftleşme ve çoğalma gibi temel
ihtiyaçlarının peşinden fıtri bir dürtü
ile koşar, bu hayati ihtiyaçlarının tatminini,
karşılanmasını, düşüncesinin gelişip
olgunlaşacağı ya da bilgisinin artıp
genişleyeceği güne ertelemez. Aksi halde hayatını
yokluğun kucağına atmış olur.
İşte iman da insan için tamtamına yiyecek, içecek,
hava gibi hayati bir ihtiyaçtır. Bundan dolayı, yüce
Allah, bu ihtiyacın tatminini, evrenin gerek insan
yapısına ve gerekse dış dünyasına
ilişkin tüm sayfalarına yansıyan ayetleri ile
fıtratın karşılaşmasına
bağlıyor.
ÖLÜMDEN SONRA DİRİLME
Bir sonraki ayette konusu yine ölümün ve hayatın
sırrı olan bir başka kıssa ile
karşılaşıyoruz:
|
|
O |
|
O |
|