O |
|
O |
|
256- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile
sapıklık birbirinden kesinlikle
ayrılmıştır. Kim Tağut'u,
azgınlığı reddederek Allah'a inanırsa
kopması sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa
yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah
herşeyi işitir, herşeyi bilir.
257- Allah müminlerin dostu, kayırıcısıdır.
Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Kâfirlerin dostları ise Şeytan ve yardakçılarıdır.
Bunlar, onları aydınlıktan çıkararak
karanlıklara sokarlar. Onlar, orada ebedi olarak kalmak
üzere Cehennemliktirler.
Bu dinin ortaya koyduğu şekli ile inanç meselesi,
anlatmayı, dinlemeyi ve kavramayı izlemesi gereken bir
ikna olma meselesidir, yoksa bir baskı, bir öfkelenme, bir
dayatma meselesi değildir. İslâm olanca gücü ve
enerjisi ile insan idrakine hitap ederek gelmiştir; düşünen
akla seslenmiştir... Konuşan bedahete (dolaysız
algılama yeteneğine) seslenmiştir,
aldığı uyarılara karşılık
veren vicdana seslenmiştir... Dengeli-istikrarlı
fıtrata seslenmiştir... İnsan
varlığının bütününe seslenmiştir...
İnsan idrakinin bütün yönlerine seslenmiştir...
Fakat seslenirken baskıya
başvurmamıştır, hatta somut harikaların,
olağanüstülüklerin manevi baskısını bile
kullanmaktan kaçınmıştır. Olağanüstü
olaylar, görenleri refleksif bir edilgenlikle inanmaya
sürükleyebilir, fakat insan onları bilinci ile
inceleyemez, aklı ile idrak edemez; çünkü bu tür
olayların düzeyi bilincin ve aklın üzerinde olur.
Bu din, insan mantığının
karşısına inanmaya mecbur edici olağanüstü
olaylarla bile çıkmaktan kaçındığına
göre onun karşısına kuvvetle ve zorlama ile çıkmaktan,
muhataplarına açıklama yapmaksızın,
onları inandırmaksızın, ikna
olmalarını sağlamaksızın tehdit,
baskı ve zorlama yolu ile kendini kabul ettirmekten elbette
kaçınacaktır.
Oysa İslâm'dan bir önceki din olan Hıristiyanlık
kendini süngü ile, ateşle, işkence ve tepeleme yolu
ile kabul ettirmişti. Bu politikanın yürütücüsü,
imparator Konstantin'in hıristiyan olmasından sonraki
Roma İmparatorluğu olmuştu Oysa Roma
İmparatorluğu aynı işkenceleri, daha önce,
ikna olarak ve isteyerek hıristiyanlığı
kabul etmiş olan çok az sayıdaki
vatandaşına uygulamakta tereddüt etmemişti.
Üstelik Roma İmparatorluğu'nun
hıristiyanlık uğruna uygulamış
olduğu baskıların ve toplu
kıyımların kurbanları sadece
hıristiyanlığı kabul etmeyenler
olmamıştı; devletin mezhebine girmeyen, bu
mezhebin Hz. İsa'nın konumuna ilişkin bazı
doğmalarını benimsemeyen değişik mezhep
yanlısı hıristiyanlar da bu amansız
vahşetten paylarını almışlardı!
İşte bütün bunlardan sonra gelen İslâm, ilk
açıklamaları arasında şu önemli ve büyük
ilkeye yer verdi:
"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile
sapıklık birbirinden ayrılmıştır."
Bu ilkede yüce Allah'ın insanı
onurlandırdığı; iradesine, düşüncesine
ve duygularına saygı gösterdiği, inanç alanında
hidayete ve sapıklığa ilişkin tercihlerinde
onu vicdanı ile başbaşa
bıraktığı, bunların yanısıra
davranışlarının sonuçlarını ve
nefsi ile hesaplaşma görevini omuzlarına yüklediği
açıkça görülür. Bu ilke insan özgürlüğünün
en karakteristik ilkesidir. O insan özgürlüğü ki,
yirminci yüzyılın zorba ideolojileri ve insan onurunu
hiçe sayan sosyal düzenleri onu insanlara çok görüyor. Bu
baskıcı ideolojiler ve düzenler, yüce Allah'ın
inanç seçme serbestliği tanıyarak
onurlandırdığı insan adlı bu
varlığa hayat düşüncesini ve düzenini serbest
iradesi ile seçme hakkı tanımıyorlar; onu
devletin çeşitli propaganda araçları, yoğun yönlendirme
önlemleri, bunların yeterli olmadığı zaman
da arkasından gelen kanunları ve oldu-bittileri ile
dayattığı, dikte ettiği düşünceyi ve
düzeni benimsemeye zorluyorlar. İnsan ya evrene egemen
olan Allah'ın varlığını ve fonksiyonunu
inkâr ederek sözünü ettiğimiz devlet ideolojisini kabul
edecek ya da her an nasıl ve nereden geleceği belirsiz
ölüm tehdidi altında titreyerek yaşayacaktır!
İnanç özgürlüğü, insanı "insan"
yapan, ona bu vasfı gerçek anlamda sağlayan ilk
"insan hakkı"dır. İnsanın elinden
inanç özgürlüğünü alan kimse, her şeyden önce
onun insanlık niteliğini elinden almış
demektir. Baskıya ve işkenceye uğramama güvencesi
altında inancı yayma ve tanıtma özgürlüğü,
temel inanç özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasını
oluşturur. Yoksa inanç özgürlüğü, pratikte
hiçbir anlam taşımayan kuru bir laftan ibaret
kalır.
Hiç kuşkusuz varlık bütününe ve hayata ilişkin
en gelişmiş düşünce sistemi, insan toplumu
için en tutarlı sistem olan İslâm, herkesten önce
ve herkesinkinden gür bir sesle "Dinde
zorlama yoktur" diye
sesleniyor. Bu din, kendi dışındakilerden önce
öz taraftarlarına, insanlara bu dini benimsetmek
amacı ile zor kullanmalarının yasak olduğunu
açıklıyor. Durum böyleyken kendilerini devlet
otoritesinin acımasız baskısı ile ayakta
tutabilen, muhaliflerine yaşama hakkı tanımayan
zorba ve yetersiz yeryüzü kaynaklı ideolojilerin ve
sosyal düzenlerin yaptıklarına ne demeli?
Bu ayetin ilk cümlesi mutlak olumsuzluk ifade ediyor; "Dinde
zorlama yoktur". Dil bilimcilerinin (Nahivcilerin)
deyimi ile "Nefy-i cins" öntakılı bir cümlecik.
Yani zorlamanın her türlüsünü olumsuzlayan, reddeden
bir ifade karşısındayız. Zorlamanın
varlığı kökünden olumsuzlanıyor,
reddediliyor. Başka bir deyimle, inanca yönelik baskı
sadece yasaklanmakla yetinilmiyor, varlık aleminden ve
olaylar dünyasından tamamen kovuluyor. Cümlede olumsuz
bir üslupla kullanılan -herşeyi içine alan bir
şekilde- bu yasaklama, en etkili ve vurgulu bir yasaklama
biçimidir.
Ayetin devamında insan vicdanını
okşamaktan, onu hidayete teşvik etmekten, doğru
yola iletmekten ve artık apaçık hale geldiği ilân
edilen imanın mahiyetini belirtmekten başka
birşey yapılmıyor:
"Doğruluk ile sapıklık birbirinden
ayrılmıştır."
Yani iman, insanın sahip olması ve titizlikle
koruması gereken bir olgunluk (rüşd), buna
karşılık küfür, insanın kaçınması
ve üzerine bulaşmasından çekinmesi gereken bir azgınlık,
taşkınlıktır.
Durum gerçekten de böyledir. İman, insana
verilmiş nimetlerin en büyüğüdür. O, insan
idrakine katışıksız ve belirgin bir düşünce
bağışlar, insan kalbine huzur ve barış
sunar, insan vicdanına yüce amaçlar ve temiz duygular
kazandırır, insanlık için sağlıklı,
dengeli, hayatı gelişmeye ve ilerlemeye doğru
itici bir düzen gerçekleştirir. İnsan, iman nimetini
bu şekilde düşününce onun olgunlukla eşanlamlı
demek olduğunu kavramakta gecikmez. Bu gerçeği kabul
etmeyecek olanlar, sadece olgunluğu bırakıp
azgınlığı alan, hidayeti bırakıp
sapıklığa koşan; kavram
kargaşasını, kuşkuyu ve haysiyetsizliği
huzura, güvene ve onurluluğa tercih eden budalalardır.
Ayetin devamında imanın mahiyeti daha belirgin,
sınırları çizilmiş ve daha açık hale
getiriliyor. Okuyoruz:
"Kim tağutu azgınlığı
reddederek Allah'a inanırsa kopması sözkonusu olmayan
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.
Küfür, hakettiği, lâyık olduğu bir
kaynağa dayandırılmalıdır ki, bu da
"tağut"tur. İman da lâyık olduğu,
yakıştığı bir mercie yöneltilmelidir
ki, o da "Allah"tır.
"Tağut", "tuğyan
(azgınlık)" kökünün anlamdaşı
(sinonimi)dır. Sağduyuya ters düşen, gerçeği
çiğneyen, Allah'ın kulları için çizdiği
sınırı aşan düşünce, sistem ve
ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve
ideolojinin Allah'a inanmaktan, O'nun koyduğu
şeriatından kaynaklanan bağlayıcı bir
kuralı bulunmaz. İlkelerini yüce Allah'ın
direktiflerine dayandırmayan her sosyal sistem, yüce
Allah'ın buyruklarından kaynaklanmayan her kurum, her
düşünce, her edep kuralı ve her gelenek bu
kategoriye girer, bu kavramın kapsamına girer. Kim,
hangi biçimde karşısına çıkarsa çıksın,
bunların tümünü kökünden reddederek Allah'a inanır
ve ilham kaynağı olarak sadece Allah'ı bilirse o
kimse kurtuluşa ermiştir. Ayette bu kurtuluş "kopması
sözkonusu olmayan, sapasağlam bir kulpa
yapışmak" durumu ile
somutlaştırılmıştır.
Burada soyut, manevi bir gerçeğe ilişkin somut bir
tablo ile karşı karşıyayız. Allah'a
inanmak, asla kopmayacak olan sağlam bir kulptur, bu kulpa
yapışan kimse kurtuluşa götüren yolu kaybetmez.
Çünkü bu kulp, yok oluşun ve kurtuluşun sahibine
bağlıdır. Gerçek anlamı ile iman. Şu
varlık alemindeki tüm gerçeklerin dayandığı
ilk gerçeğe, Allah gerçeğine ermek, Allah'ın
şu varlık alemi için koyduğu ve varlık
alemini ayakta tutmanın sebebi olarak görevlendirdiği
kanunlar sisteminin özünü kavramaktır. Kim O'nun kulpuna
yapışırsa O'nun kılavuzluğu
altında O'na doğru ilerler. Ne tökezler, ne geri kalır,
ne aldatıcı başka yollarla
karşılaşır ne pusulayı kaybeder ve ne
de yolunu şaşırır. Devam ediyoruz:
"Allah herşeyi işitir, her şeyi
bilir."
Dillerden dökülen sözleri işitir, kalplerdeki
saklı duyguları bilir. O halde O'nunla ilişki
halinde olan mümin, başkalarını
dolandırmaz, aldatmaz ve kimseye haksızlık etmez.
Daha sonraki ayette hidayet ile sapıklık, hidayetin
ve sapıklığın mahiyeti canlı, hareketli
ve somut bir tabloda canlandırılıyor. Bu tablo müminlerin
dostu ve yardımcısı olan Allah'ın nasıl
onların elinden tutarak karanlıktan
aydınlığa çıkardığını,
buna karşılık kâfirlerin dostları ve
elebaşları olan tağutların ise onları
nasıl ellerinden tutarak aydınlıktan çıkarıp
karanlıklara soktuklarını tasvir ediyor.
Bu manzara hayran bırakıcı, canlı ve
duygulandırıcıdır. İnsan hayatı
onu da ötekisini de izliyor. Şuradan gelip oraya giden
insan yığınları gözümüzün önünden akıyor
sanki. Bir bu canlı tabloyu, bir de insan hayalini
kımıldatmayan, duygulara dokunmayan, vicdanı
harekete geçirmeyen, manalar ve sözler aracılığı
ile sadece zihne seslenen soyut ve kuru bir ifadeyi düşününüz.
Eğer Kur'an'ın tasvir üslubunun üstünlüğünü
daha iyi kavramak istiyorsak bu canlı tablonun yerine
herhangi bir soyut ifadeyi zihnimizde canlandıralım.
Meselâ şöyle diyelim; "Allah, müminlerin dostu, kayırıcısıdır.
Onları imana iletir. Kâfirlerin dostları,
elebaşları ise tağutlardır; onları kâfirliğe,
inkârcılığa sürüklerler. İfade gözümüzün
önünde ölüyor; tüm sıcaklığını,
hareketini, iz bırakıcılığını
yitiriyor.
Bu ifadenin tasvir ediciliği
canlılığı,
uyarıcılığı yanında gerçeği
ne kadar duyarlı ve titiz bir şekilde dile
getirdiği dikkatlerimizden kaçmamalıdır. Tekrar
okuyalım:
"Allah müminlerin dostu, kayırıcısıdır.
Onları karanlıklardân aydınlığa çıkarır.
Kâfirlerin dostları ise, tağut
ve yardakçılarıdır. Bunlar, onları
aydınlıktan çıkararak karanlıklara
sokarlar."
Yani iman aydınlıktır, özünde ve yapısında
tek bir aydınlık. Oysa küfür "karanlık"tır;
çok sayıda ve değişik nitelikte
karanlıklar. Ama hepsi aslında
"karanlık"tırlar.
Hiçbir gerçek, imanı aydınlığa, küfrü
de karanlığa benzetmek kadar doğru ve hassas
olamaz.
Gerçekten iman, müminin vicdanına akar akmaz bütün
varlığını aydınlatır. Müminin
ruhu iman sayesinde parlar, şeffaflaşır,
arınır ve çevresine aydınlık,
parlaklık ve belirginlik ışıkları saçar.
iman nesnelerin mahiyetini, değerlerin mahiyetini ve düşüncelerin
içyüzünü gözler önüne seren bir aydınlıktır.
İmanın aydınlığı sayesinde mümin,
bunları algı yanılgısına meydan
vermeyen bir belirginlikle; karışıklığa
meydan vermeyen bir açıklıkla ve titreşimsiz bir
netlikle görebilir ve bunlar içinden soğukkanlılıkla,
gönül huzuru ile, güven içinde ve titreşimsiz bir
kararlılıkla alacağını alır,
bırakacağım bırakır. İman,
evrensel kanunlar sistemine giden yolu meydana çıkaran bir
aydınlıktır. İmanın
aydınlığı sayesinde mümin kendi hareketini,
çevresindeki ve özündeki evrensel kanunlar sisteminin akışı
ile ahenkleştirir; Allah'a ulaştıran ya da
yavaş yavaş yumuşak adımlarla, gerginlikten
uzak bir rahatlıkla, öteye-beriye çarpmadan, orada-burada
tökezlemeden ilerler. Çünkü gittiği yol
fıtratının bilmediği, yabancısı,
acemisi olduğu bir yol değildir.
İman, tek yola ileten tek bir
aydınlıktır. Küfrün sapıklığı
ise çok sayıda ve değişik karanlıkları
içerir. Şahsi arzu ve ihtiras karanlığı,
kılavuzsuzluk ve yolu şaşırma
karanlığı, kendini beğenmişlik ve
azgınlık karanlığı, zayıflık
ve aşağılık kompleksi
karanlığı, gösteriş ve münafıklık
karanlığı, açgözlülük ve kıskançlık
karanlığı, kuşku ve endişe
karanlığı ve hadde-hesaba gelmeyen daha bir çok
karanlık türleri... Bu karanlıkların tümü,
Allah'ın yolundan sapmakta, Allah'tan başka bir
kaynaktan ilham almakta ve Allah'ın sisteminden başka
bir sistemin hakemliğine başvurmakta toplanır.
İnsan, yüce Allah'ın bir ikincisi bulunmayan
aydınlığından,
karışıklığa meydan vermeyen biricik gerçeğin
aydınlığından
ayrılır-ayrılmaz, kesinlikle değişik, türlü
ve farklı nitelikli karanlıkların içine düşer.
Bunların türleri değişik ve nitelikleri
farklı olmakla birlikte hepsi de birer
karanlıktır.
Bu yanlış tercihin akıbeti,
karanlıkların taraftarlarına, yardakçılarına
yakışacak cinstendir:
"Onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere
Cehennemliktirler."
Madem ki, aydınlıktan yararlanarak doğru yola
girmek istemediler, o halde süresiz olarak ateşte
kalsınlar. ,
Hakk, gerçek tektir, birden fazla olmaz. Sapıklığın
ise çeşitli renkleri ve çeşitli biçimleri vardır.
"Hakktan sonra,
sapıklıktan başka ne var ki?"
(Yunus Suresi, 32)
Bu ayetler demetini noktalamadan önce dinimizde cihadın
farz olduğu gerçeği ve tarih boyunca İslâm'ın
taraf olduğu savaşların niteliği ile daha
önce incelediğimiz "Fitnenin (bozgunculuğun,
kargaşanın) kökü kazınarak Allah'ın dini
kesinlikle egemen oluncaya kadar kâfirler ile savaşınız."
(Bakara Suresi, 193) ayetini birlikte gözönünde
bulunduran bir perspektifle "Dinde zorlama yoktur."
ilkesi hakkında birkaç söz söylememiz yerinde olur.
İslâmın bazı kötü maksatlı düşmanları
onun "Dinde zorlama
yoktur" ilkesini ortaya
koymasına rağmen kendini kılıç yolu ile
kabul ettirdiğini ileri sürerek bu dini çelişkili
olmakla suçlarlar. Diğer bazı düşmanları
da İslâmı bu töhmet karşısında
savunur görünerek müslümanların ruhunda yanan cihad
ateşini söndürmeye, tarihte İslâmın ortaya çıkmasında
ve yayılmasında bu aracın oynadığı
hayati rolün önemini küçümsemeye yeltenmekte, -kaypakça,
uyutma ve aldatma yolu ile- günümüzde ya da yarın bu
araca başvurmanın gerekli olmadığı ve
olmayacağı mesajını vermek istemektedirler.
Bütün bu zehirleri, güya İslâm'ı rencide eden bir
töhmet karşısında onu savunuyormuş gibi
yaparak kusmaktadırlar.
Birinciler de ikinciler de İslâm'ın sistemini
yozlaştırmak, onun uyarıcı
mesajlarını müslümanların zihninde dumura
uğratmak, öldürmek amacı ile aynı cephede
İslâm'a karşı savaşan Batılı
şarkiyat uzmanları (oryantalistler) arasından çıkıyor.· (Bu
kişilerin basında Sir T.W. Arnold adlı
oryantalist gelir. Onun Dr. İbrahim Hasan ve kardeşi
tarafından "Ed-Davetül İslamiyye" adı
altında Arapça'ya çevrilmiş bir eseri vardır.)
Bunlar bu sinsi oyunları cihad ruhu bir daha uyanmasın
diye oynuyorlar. O cihad ruhu ki, savaş alanında onun
karşısında bir kere bile
tutunamamışlardır! Yine o cihad ruhu ki, ancak
onu zehirledikten, türlü türlü hileler ile zincire
vurduktan, aralarında birleşerek dünyanın her
yanında başına öldürücü ve vahşice
darbeler indirdikten sonra pençesinden kurtularak rahat nefes
alabilmişlerdir. Bunların yanısıra
emperyalizm ile müslüman ülkeler arasındaki
savaşların cihadı gerektirecek birer inanç savaşı
olmadıkları, bunların sadece pazar, hammadde ve
stratejik üsler uğruna yapılan savaşlar
oldukları, buna göre cihadı gündeme getirmek için
ortada hiçbir sebep bulunmadığı
aldatmacasını müslümanların beyinlerine
işledikten sonradır ki güven ve rahatlarını
daha da perçinlemişlerdir.
Evet, İslâm'ın uzun tarihi boyunca
kılıcını çekerek vuruştuğu, cihad
ettiği dönemler olmuştur. Fakat bu kılıçlar
hiç kimseyi zorla müslüman yapmak için değil,
cihadı gerektiren birtakım amaçları gerçekleştirmek,
hedeflere ulaşmak için çekilmiştir. Bu hedeflerin
başlıcaları şunlardır.
1- İslâm, her şeyden önce, müslümanlara
yönelik işkenceleri, zulümleri ve fitneleri savmak,
bunlara karşı koymak, bağlılarının
can, mal ve inanç güvenliklerini sağlamak için cihada
girişmiştir. Bu amaç doğrultusunda bu surenin
daha önceki ayetlerinden birinde incelediğimiz "Fitne,
adam öldürmekten daha ağır bir suçtur" prensibini
ortaya koydu·(Bakara Suresi, 217). Böylece inanca yönelik
saldırıyı, müminlere inançları yüzünden
eziyet etmeyi, onları dinlerinden ayırmaya çalışmayı
insan hayatına yönelik saldırıdan daha büyük
bir insanlık suçu saydı. O halde bu kutsal ilkeye göre
inanç, hayattan daha önemli, daha değerlidir. Eğer mümin
canını ve malını savunmak için savaşmaya
izinli ise inancını ve dinini savunmak için savaşmaya
hâydi haydi izinlidir.
Müslümanlar tarih boyunca, dünyanın çeşitli
yerlerinde inançları yüzünden baskılara, vazgeçirme
girişimlerine, eziyetlere, işkencelere
uğramışlardır. Bu yüzden en önemli varlıklarına
yönelen bu zulümlere karşı koymaları kaçınılmazdı.
Çünkü bu baskılara ve eziyetlere inançları yüzünden
uğratılıyorlardı.
Meselâ bir zamanların İslâm diyarı olan Endülüs
(yani bugünkü ispanya) müslümanları dinlerinden
koparılma amacına yönelik iğrenç ve vahşi
işkenceler ile toplu kıyımlara sahne
olmuştu. Bu zulümlerin benzerleri, katolikliğe
karşı direnen diğer hıristiyan mezheplerinin
bağlılarına karşı da
uygulanmıştı. Öyle ki, bugünün
İspanya'sında İslâm'ın gölgesine, hatta
öbür hıristiyan mezheplerin gölgelerine bile
rastlayamazsınız. Yine bir zamanlar Beytülmukaddes
(Kudüs) ile çevresi de aynı iğrenç haçlı
saldırılarına hedef olmuştu. Bu
saldırıların tek amacı İslâm inancının
kökünü kazımaktı. Fakat bu bölgede de
müslümanlar inanç sancağı altında silâha sarılarak
düşmanlarına karşı göğüslerini siper
etmişler ve son aşamada zafere ulaşarak bu kutsal
İslâm beldesini Endülüs'ün acı akıbetine
uğramaktan kurtarmışlardı.
Komünistlerin, putperestlerin, siyonistlerin ve hıristiyanların
pençesi altında bulunan dünyanın çeşitli yörelerinde
bugün de müslümanlar dinlerinden koparılmak istenmekte
ve inançları uğruna baskı görmektedirler. Bu
yüzden müslümanlar, eğer gerçek müslümanlar iseler,
bu fitnelere karşı koymak için, bugün de cihad etme
yükümlülüğü ile karşı
karşıyadırlar!
2- İkinci olarak İslâm, inanç özgürlülüğünü
gerçekleştirdikten sonra inanç sistemini tanıtma ve
duyurma özgürlüğünü de sağlamak amacı ile
cihad etmiş, savaş vermiştir. Sebebine gelince
İslâm, evrene ve hayata ilişkin en mükemmel düşünce
sistemini, sosyal hayatı geliştirecek en ileri düzeni
getirdi. Bu nimeti, insanlığın tümüne iletmek,
gene bu nimeti onların kulaklarına ve kalplerine
duyurmak için getirdi. Bu açıklama, anlatma ve ilandan
sonra isteyen mümin, isteyen de kâfir olsun, "Dinde
zorlama yoktur." Evet, ama önce bu nimeti, yüce
Allah'ın katından tüm insanlar için gelmiş olan
bu nimeti, insanlığın bütününe ulaştırmanın
yolu üzerindeki engeller kaldırılmalıdır,
insanların bu ilâhi mesajı işitmelerini ve
doğruluğuna inandıktan sonra, eğer
isterlerse, hidayet kervanına, katılmalarım
önleyen engeller yok edilmelidir.
Bu engellerden biri, toplumların ve milletlerin
başında insanların bu ilâhî mesajı
işitmelerine izin vermeyen, bunun yanında İslâm'a
girenlere baskı uygulayan zorba rejimlerin
bulunmasıdır. İslâm, bu tağutî, bu zorba
rejimleri yıkarak yerlerine adalete bağlı
rejimler kurmayı ve bu rejimler
aracılığı ile her yerde hakkı
tanıtma özgürlüğünü, hakkı tanıtmak için
didinenlerin güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır.
Bu amaç bugün için de geçerlidir. Buna göre müslümanlar,
eğer gerçekten müslüman iseler, bu amaca ulaşmak için
bugün de cihad etme yükümlülüğü ile karşı
karşıyadırlar!
3- Üçüncü bir amaç olarak İslâm yeryüzünde kendi
düzenini kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti.
İslâm, insanın, insan kardeşi
karşısında özgürlüğünü gerçekleştiren
tek sosyal düzendir. Çünkü İslâm, yüce ve büyük
olan Allah'a yöneltilmesi gereken tek kulluğun, tek bir
tapınma sürecinin sözkonusu olduğunu belirleyerek bütün
biçim ve türleri ile insanın insana kulluğunu
ortadan kaldırır, yasaklar. Buna göre ortada insanlar
için hükümler koyan, hukuk normları koyma yolu ile
insanları boyunduruk altına alan, köleleştiren
hiçbir ferde, hiçbir sosyal sınıfa, hiçbir millete
yer yoktur. Sadece herkesin Rabbi olan tek bir Allah vardır,
bütün insanların, önlerinde eşit oldukları, hükümler
koyma yetkisi sadece O'nundur; insanlar itaati ve boyun eğmeyi
de sırf O'na yöneltirler. Tıpkı imanı ve
ibadeti de sırf O'na yöneltmeleri gerektiği gibi.
Buna göre bu düzende sırf Allah'ın
şeriatının yürütücüsü olmayan, bu yürütme
yetkisi için toplumdan vekillik almayan hiçbir kimseye itaat
edilmez. Çünkü yürütme mevkiindeki görevlinin, temelde
kanun koyma yetkisi yoktur. Çünkü hukuk normları koyma
yetkisi sadece Allah'a aittir, bu yetki ilâhlık olgusunun
insan hayatına yansıyan bir göstergesidir. o halde
hiçbir insan, öbür kullar gibi bir kul olduğu,
başka hiçbir ayrıcalığa sahip
olmadığı halde bu yetkiyi kullanarak kendisi için
ilâhlık iddiasına kalkışamaz, insanlara
karşı ilahlık makamı işgal etmeye
yeltenemez!
Bu ilke, İslâm'ın getirdiği ilâhi düzenin
temel kuralıdır. Bu temel kuralın üzerine
tertemiz bir ahlâk düzeni oturur. Bu düzende her insanın
özgürlüğü teminat alımdadır, hatta İslâm
inancını benimsememiş olanların özgürlüğü
bile. Bu düzende herkesin dokunulmazlıkları
titizlikle gözetilir, hatta Müslümanlığı kabul
etmemiş olanların dokunulmazlıkları bile. Bu
düzende İslâm vatanında yaşayan her
yurttaşın hakları korunur, varsın inançları
ne olursa olsun. Bu düzende hiç kimse zorla müslüman yapılmaz,
hiç kimseye dini inançları yüzünden baskı
uygulanmaz, sadece İslâm'ın tanıtımı
ve duyurusu yapılır.
İşte İslâm, yeryüzünde bu yüce düzeni
kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti.
İnsanın insana kulluğu esasına dayanan,
kulların hiçbir hakları olmadığı halde
Allah'a ait yetkiyi kullanmaya yeltendikleri, kendilerini Allah
yerine koymaya kalkıştıkları zorba düzenleri
devirmek İslâmın görevi idi. Bunun yanısıra
bu azgın rejimlerin dünyanın her yerinde İslâm'a
karşı direnmeleri, onu düşman bilmeleri kaçınılmazdı.
Böyle olunca İslâm'ın onları tepelemesi de kaçınılmaz
oluyordu. Böylece yeryüzünde o yüce düzenini ilân
edebilecek, arkasından bu rejimin egemenliği
altında herkesi kendi özel inancında özgür bırakabilecekti.
Onlardan sadece sosyal, ahlâkî, ekonomik ve devletlerarası
hukuk normlarına uymalarını isteyecekti. Bunlar
dışında vicdanlarındaki inançlarında,
özel yaşantılarında özgür olacaklar, bu
alanlarda inandıkları gibi davranacaklardı. Bu
arada İslâm, bu düzenin sınırları içinde
onları gözetecek, hayatlarını ve inançlarını
koruyacak, haklarını teminat altında
bulunduracak, dokunulmazlıklarına el
değdirmeyecekti.
Yeryüzünde bu yüce düzeni kurmayı amaçlayan
sözkonusu cihad görevi, "Fitnenin kökü kazınarak
Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar" yeryüzünde
kulların, ilâhlık taslamalarına ve Allah'ın
dini dışındaki bütün sahte dinlerin
egemenliklerine son verinceye kadar, sürekli biçimde
müslümanların boynuna borçtur.
Demek ki, İslâm, insanlara kendi inanç sistemini zorla
benimsetmek için kılıç kullanmadı, o bazı
düşmanlarının suçlamalarında ileri sürüldüğü
anlamda kılıçla yayılmış bir din de
değildir. O sadece her inançtan insanların himayesi
altında güven duyabilecekleri, sınırları içinde
inancını paylaşmasalar bile egemenliğini
kabul ederek yaşayabilecekleri emniyetli bir düzen, bir
rejim kurmak için cihad etmiştir.
İslâm'ın yaşaması, yayılması,
bağlılarının inanç sistemlerine güven
duyması, yeni müslüman olmak isteyenlerin güven içinde
bu dine katılabilmeleri, bu yapıcı düzenin
kurulması ve düşmanlarına karsı
korunması için bu dinin güçlü olması
şarttı. Demek ki, cihad, tarihteki önemi
küçümsenebilecek bir araç olmadığı gibi,
İslâm düşmanlarının sinsi
mesajlarında en iğrenç metodlarla söylemek
istedikleri gibi, İslâmın bugününde ve geleceğinde
zorunlu fonksiyonu olmayan bir silâh da değildir!
İslâm'ın mutlaka bir sosyal düzeni, bir rejimi
olması; bunun için onun mutlaka güçlü olması ve güçlü
olabilmesi için de mutlaka uğrunda cihad edilmesi,
savaşılması gerekir. Bu onun ayrılmaz
özelliği, karakteristik vasfıdır, bu olmadan
İslâm ne yaşayabilir ve ne de başkalarına
önderlik edebilir.
"Dinde zorlama yoktur'', evet
ama "Onlara karşı
elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse
özünüzün düşmanlarını ve bunlar
dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin
bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı
yıldırıp caydıracak savunma gücü ve atlı
savaş birlikleri hazırlayınız."
(Enfal Suresi, 60)" ayeti de yüce Allah'ın
buyruğudur.
İşte İslâm açısından işin
aslı budur. Müslümanlar, dinlerinin özünü,
tarihlerinin içyüzünü böyle bilmeli ve dinleri konusunda
sürekli savunma çabası içinde bulunan bir sanık
gibi davranmamâlı, böylesine pasif ve yılgın
bir rolü benimsememelidir. Tersine her zaman kendine güvenen,
rahat, yeryüzü kaynaklı düşünceleri, yeryüzü
kaynaklı rejim ve düzenlere ve tüm yeryüzü kaynaklı
ideolojilere tepeden bakan insanların alnı açık
tutumunu sergilemelidirler. Buna bağlı olarak
dinlerini, bağlılarının güvenliğini
sağlama, saldırgan batilin burnunu kırma ve
getirmiş olduğu nimetten bütün insanları
yararlandırma amacını taşıyan cihaddan
soyutlamak isteyen, kendilerine bu zehiri şırınga
ederken sözde İslâm'ı savunuyormuş gibi
davranan sinsi düşmanlarının
aldatmacalarına kanmamalıdırlar. O cihad
ki,insanlığı ondan yoksun bırakanlar,
insanlık ile onun arasına girenler,
insanlığa karşı hiç kimsenin işleyemeyeceği
cinayeti işlemiş olurlar. Böyleleri insanlığın
en koyu düşmanlarıdır, eğer insanlık
olgunluğa ermiş olsa, aklını kullansa
bunları kovalaması, yakalarını
bırakmaması gerekir. İnsanlık bu
olgunluğa ereceği ve aklını harekete geçireceği
güne kadar sözkonusu bu insanlık düşmanlarını,
yüce Allah'ın seçtiği ve iman nimeti ile
onurlandırdığı müminlerin kovalaması
gerekir. Bu, onların hem kendilerine ve hem de tüm insanlığa
karşı görevleridir. Yüce Allah'ın önünde bu
görevi yerine getirmekle yükümlüdürler.
HAYAT ve ÖLÜM
İlerde okuyacağımız ayetlerin her üçü
de hayat ile ölümün sırrını, hayat ile ölüm
gerçeğini ele alıyorlar. Bundan dolayı bu
ayetler İslâm düşüncesinin bir bölümünü oluştururlar.
Bu bölüm, bu cüzün başından beri
incelediğimiz ayetlerin belirttikleri temel kuralların
eki, uzantısı olduğu gibi Ayet-ül Kürsi ile ve
bu ayetin belirlediği Allah'ın sıfatları ile
birleşmiş bir bütünlük gösterir. Bütün bu
ayetler müslümanın vicdanında ve idrakinde şu
evrenin gerçeklerine ilişkin doğru bir imaj
oluşturabilmek, sağlıklı bir kavram meydana
getirebilmek için Kur'an'ın cümlelerine somut biçimde
yansıyan sürekli çabanın bir kısmını
temsil eder. Ancak, bu kavram oluşunca doğru,
belirgin, değişmez, güvenli ve kesinlikten
kaynaklanan bir bakış açısı ve
sağlıklı bir göz algısının
perspektifi ile hayata yönelmek mümkün olabilir.
Çünkü yaşam düzeni, davranış sistemi, ahlâk
ve edep kuralları, inanç esaslı düşünceden ayrı
şeyler değildir, tersine ona dayalı,ondan
kaynaklanan sonuçlardır. İnanç sistemi ile, varlık
bütününün mahiyeti ve yaratıcı ile arasındaki
ilişkiyi kapsayan yaygın düşünce ile bu saydıklarımız
arasında sıkı bir bağlılık
olmadıkça bunların değişmez ve tutarlı
olmaları beklenemez. Bundan dolayı Kur'an'da inanç
esaslı düşüncenin ilkelerine yoğun bir ilgi gösteriliyor.
Bu yoğun ilgi, Mekke'de inen ayetlerin tümünü içerdiği
gibi Medine'de inen ve hayata ilişkin yasaları ve
direktifleri dile getiren ayetlerde de insanların
dikkatlerini çekme çabasını sürdürür.
Yukarda okuduğumuz ayetlerin ilki, Hz. İbrahim (selâm
üzerine olsun) ile zamanının bir hükümdarı
arasında geçen karşılıklı
konuşmayı, diyaloğu nakleder. Hükümdar, Hz.
İbrahim ile Allah konusunda tartışmaktadır.
Ayet, bu hükümdarın ismini vermez. Çünkü sözkonusu kişinin
adının verilmesi, ayetin
yansıttığı ibret dersine bir katkı
getirmez. Bu diyalog, Hz. İbrahim ile Allah hakkında
tartışmaya girişen hükümdarın
davranışını yadırgar, hayretle
karşılar bir üslupla peygamberimize ve müslüman
cemaate sunuluyor. Ayrıca burada sözkonusu tartışma
sahnesini yeniden gözlerimizin önüne getirecek derecede başarılı
bir tasvir sanatı ile de karşı
karşıyayız:
|
|
O |
|
O |
|