Bu sıfatların herbiri İslâm düşüncesinin
ana esaslarından birini içerir. Kur'ana Kerim'in Mekke'de
inen bölümleri genellikle bu düşünce yapısını
oluşturmayı konu edindi ise de Medine'de?inen
ayetlerde çeşitli münasebetler ile uyumlu olarak İslâm'a
bütünü ile temel dayanak oluşturan bu önemli konu ile
karşılaşırız. Bu ana esaslar istikamet
ve belirginlik kazanarak vicdanlarca benimsenmiş kesin gerçeklere
dönüşmedikçe bu ilâhi sistem zihinlerde berraklığa
kavuşamaz.
Birinci cüzün başlarında, Allah'ın
sıfatlarının insan vicdanında
belirginliğe kavuşmasının olağanüstü
önemini vurgulamıştım. Çünkü cahiliye düşüncelerinin,
vicdanların üzerine ağır bir kara leke
çökerten koyu bulutları, çoğunlukla bu gerçeğin
belirsizliğinden, hurafelerin ve masalların
baskısı altında kalmasından ve büyük düşünürlerin
felsefï sistemlerinde bile karanlıklara
sarılmasından kaynaklanıyordu. Fakat sonunda
İslâm geldi ve bu gerçeği gördüğümüz
parlaklığa, aydınlığa kavuşturdu.
Böylece insan vicdanını o koyu bulutların kara
baskısından, o sapıklıktan, zifiri
karanlıklar içinde taban tepmekten kurtardı.
Bu ayetin içerdiği sıfatların herbiri
yalın İslâm düşünce sisteminin, bu düşüncenin
yanısıra berrak İslâmi sistemin dayandığı
temel esaslardan birini yansıtır:
"Allah, O'ndan başka ilâh olmayan..."
Bu cümle, kesin sözlü bir tek Allah inancını
yansıtır. Burada eski dinlerin başına gelen
sapmalara ve karışıklıklara yer yoktur.
Tıpkı Hz. İsa'dan sonra kilise çevreleri tarafından
uydurulan Teslis (üçlü ilâh) inancında görüldüğü
gibi. Yine bu cümlede aslında tek ilâh ilkesine yakın
olmakla birlikte içine hurafeler karıştırılmış,
birtakım putperest inançları barındıran
bulanıklığın herhangi bir türüne de yer
yoktur. Tıpkı eski Mısırlıların
savunduğu tek ilâh ilkesine dayalı, fakat sonra
inanılan ilâhın güneş
yuvarlığında ve ona bağımlı küçük
ilâhların varlığında somutlaşıp
putlaştırılan inanç sistemleri gibi.
Bu kesin sözlü ve katıksız tek Allah inancı,
İslâm düşüncesinin dayandığı ve
hayatın tümüne ilişkin, İslâm'ın
kaynağını oluşturan temel esastır.
Kulluğu ve ibadet eylemlerini sırf Allah'a yöneltme
ilkesi bu düşünceden doğar. Buna göre hiçbir insan
Allah'tan başka bir kimseye kul olamaz, Allah'tan
başka hiçbir mercie ibadete yöneltmez, kendisini
Allah'tan ve Allah'ın uygun görüp emre bağladığı
mercilerden başka hiç kimseye itaat etmekle yükümlü
sayamaz.
Bu düşünceden şu ilke doğar: Egemenlik
yetkisi sırf Allah'a özgüdür. Bu ilkeye göre kullar
için tek yasa koyucu merci Allah'tır. Kulların
koyacakları yasalar, Allah'ın şeriatına
dayanmak zorundadır. Yine bu düşünceden bütün değer
yargılarının Allah'a
dayandırılması ilkesi doğar. Bu ilkeye göre
Allah'ın terazisinde ağırlığı
olmayan herhangi bir sosyal değer yargısının
hiçbir önemi yoktur, Allah'ın sistemine ters düşen
hiçbir gelenek, hiçbir uygulama, hiçbir yasal düzenleme meşru
değildir. Allah'ın birliği ilkesinden, bunlara
benzer daha birçok vicdani duygu sosyal hayat kuralı
kaynaklanır:
"...diri, yarattıklarını gözetip
yöneten..."
Tek Allah'ın sıfatlarından biri olan hayat
sıfatı O'nun kendinden kaynaklanır,
hayatlarını yaratıcılarının
bağışına borçlu olan tüm yaratıkların
hayatı gibi başka bir kaynaktan gelmez. Bu gerekçe
ile bu anlamda bir hayat, sadece Allah'a özgüdür. Aynı
zamanda bu hayat ezelî ve ebedîdir, yani ne başladığı
ve ne de bittiği bir nokta vardır. Başka bir
deyimle bu hayat sıfatı, yaratıkların
başka kaynaktan gelen, başlangıcı ve sonu
sınırlı hayatlarının ayrılmaz
niteliği olan zaman kavramından
bağımsızdır. Bu gerekçe ile bu anlamdaki
hayat da sadece Allah'a özgüdür. Bunların
yanısıra bu hayat, insanların görmeye ve bilmeye
alışageldikleri hayat belirtilerinden,
canlılık niteliklerinden de
bağımsızdır. Çünkü hiçbir şey yüce
Allah'ın benzeri değildir. Bu gerekçe ile yaratıkların
hayatta olduklarını kanıtlayan bütün canlılık
belirtilerine ilişkin benzerlikler ortadan kalkarak
insanların zihninde hayat kavramını
tanımlayan bütün niteliklerden bağımsız,
mutlak bir hayat sıfatı yüce Allah ile özdeşleşiyor,
böylece insanlığın hayalinde öteden beri dolaşan
bu yoldaki bütün uydurma kavramlar gündemden çıkıyor.
"Kayyum" sıfatına gelince; bu sıfat,
yüce Allah'ın bütün varlıkları gözetip
yönetmesi, bunun yanısıra her varlığın
varoluşunun O'na dayanması anlamına gelir. Gerçekten
hiçbir varlık, O'nun yüce varlığına ve
tedbirine dayanmaksızın varoluşunu sürdüremez,
ayakta kalamaz. Yoksa mesele eski Yunan filozoflarının
en büyüğü olan Aristo'nun düşündüğü gibi
değildir. Ona göre Allah, yaratıklarından hiçbirini
düşünmez; çünkü O, kendi zatından başka hiçbir
şey üzerine düşünmeyecek derecede yücedir. Yani
Aristo bu görüşünün, Allah'ı yüceltici, O'nu
noksanlıklardan arındırıcı olduğu
kanısındaydı. Oysa diğer yandan, ona göre
Allah, yaratıp kendi haline bıraktığı
varlık alemi ile ilişkisini kesmiş oluyordu.
Buna karşılık bu konudaki İslâm düşüncesi
olumsuz değil, yapıcıdır. Yüce Allah'ın
bütün varlıkları gözetip yönettiği, bunun
yanısıra her varlığın varoluşunun
O'nun iradesine ve tedbirine dayalı olduğu ilkesine
dayanır. Bunun sonucu olarak müslümanın vicdanı,
hayatı, varlığı ve çevresinde bulunan canlı-cansız
bütün nesnelerin varlığı, gerek kendisi ve
gerekse çevresindeki bütün nesnelere ilişkin
gelişmeleri, hikmeti ve tedbiri uyarınca çekip
çeviren tek Allah'a sürekli olarak bağlıdır.
İnsan, bu hikmete ve tedbire dayalı ve ana
hatları çizilmiş kaideler uyarınca yaşar;
değer yargılarını ve kriterlerini bu
sistemden alır; bu arada bu değer
yargılarını ve kriterleri kullanırken yüce
Allah'ın sürekli gözetimi (murakabesi) altında
bulunur.
"Kendisini uyku ve uyuklama tutmayandır."
Bu sıfat, yüce Allah'ın varlıkları gözetip
yönetmesini ve varlıkların O'nun sayesinde ayakta
duruşunu pekiştiren bir sıfattır. Fakat bu
pekiştirme, yüce Allah'ın sürekli gözetleyiciliğini
ve denetim altında tutuculuğunu insanın
kolaylıkla algılamasını sağlayan bir
ifade özelliği taşır. Aynı zamanda yüce
Allah ile hiçbir varlık arasında benzerlik
olmadığı gerçeğini, "Hiçbir
şey O'nun gibi değildir" realitesini somut biçimde
yansıtır. Bu sıfat, gizli uyuklamaktan (dalgınlıktan)
ya da sürekli uykudan Allah'ı arındırmayı,
O'nu bu hallerin her ikisinden de kayıtsız
şartsız bir kesinlikle tenzih etmeyi içerir.
Yüce Allah'ın, bütünü ve ayrıntıları
ile bu varlık alemini her zaman ve her durumda gözetip
yönettiği gerçeği müthiş bir gerçektir.
İnsan bu gerçeğin ne kadar müthiş olduğunu,
bunu derinliğine düşündüğü, şu
dehşet verici evrende yeralan sayısız atomu, hücreyi,
canlı varlığı, cansız nesneyi, bütün
bunları gözetimi ve denetimi altında tutan ve bütün
bu varlıkların Allah'ın tedbirine dayalı
olarak ayakta durma gerçeğini, evet bu gerçeği insan
ancak kendi dar kapasiteli hayalinde
canlandırdığında ne kadar müthiş
olduğunu anlayabilir. Bu, insan idrakinin tasavvur
edemeyeceği bir iştir. Tasavvur edebildiği
kadarı -ki o da çok azdır- ise başları döndürecek,
akılları hayrete düşürecek ve kalpleri huzurla
dolduracak kadar müthiştir.
"Göklerde ve yeryüzünde ne varsa O'nundur."
Bu cümle geniş kapsamlı, yaygın, aynı
zamanda mutlak anlamlı bir mülkiyeti ifade eder. Kaydı,
şartı, kaybedilme ihtimali ve ortaklığı
olmayan bir mülkiyet kavramı ile karşı
karşıyayız. Bu sıfat, tek ilah ilkesinden türeyen
kavramlardan biridir. Yani tek olan Allah, aynı zamanda tek
diri, tek gözetici ve denetim altında tutucu ve
bunların yanısıra tek mülkiyet sahibidir.
Bu sıfat zihinlerde geçen ve algılara
yansıyan biçimi ile ortaklığı
reddettiği gibi bunun yanısıra insanların dünyasında
geçerli olması gereken gerçek anlamlı mülkiyet
kavramının oluşumuna da etkin bir katkı
sağlar. Çünkü gerçek mülkiyet sırf Allah'a
bağlanınca, ilke olarak insanların hiçbir
şeye malik olmadığı sonucu ortaya çıkar.
Bu durumda insanlar, herşeyin mülkiyeti elinde olan, tek
aslî mülk sahibinin vekilleridirler sadece. Bu durumda bu
vekillik işlevlerini yerine getirirken onlara yetki veren
asıl mülk sahibinin şartlarına uymak
zorundadırlar. Asıl mülk sahibi bu
şartlarını şeriatında açıkça
belirtmiştir. İnsanlar bu şartların
dışına çıkamazlar, onları çiğneyemezler.
Yoksa vekillik sözleşmesinden doğan mülkiyet hakları
ortadan kalkar, bütün tasarrufları geçersiz olur ve bu
durumda Allah'ın mümin kullarına böylelerinin
tasarruflarına karşı çıkma, bu
tasarrufları engelleme görevi düşer.
Böylece İslâm düşüncesinin, İslâm
şeriatını ve bu şeriata dayanan pratik
hayatını nasıl sıkı sıkıya
etkilediğini yakından görüyoruz. Başka bir
deyimle yüce Allah "Göklerde ve yeryüzünde ne varsa
O'nundur" buyururken sadece inanç sistemine ilişkin
soyut bir gerçeği belirlemekle yetinmiyor, bunun
yanısıra insanlık hayatına ve bu hayatta geçerli
olan ilişkilerin türüne yönelik sistemin temel kurallarından
birini de ortaya koyuyor.
Üstelik sırf bu düşüncenin vicdanlarda yeretmesi,
sırf yüce Allah'ın göklerde ve yerde bulunan canlı-cansız
herşeyin gerçek maliki olduğu realitesinin insan
bilincinde kökleşmesi, sırf insanın "Bu
benimdir" dediği herşeyin mülkiyetinin elinden
kaydığını düşünerek bu mülkiyeti,
göklerde ve yerde bulunan herşeyi elinde tutan asıl
sahibine geri vermesi, sırf elinde bulunan herşeyin
sınırlı süreli bir emanet olduğunu, süresi
dolunca bu ödünç emanetin sahibi tarafından geri
alınacağını bilmesi, sırf bu gerçekleri
ve duyguları içinde canlandırması bile tek
başına doyumsuzluğun, tamahkârlığın,
cimriliğin, ihtirasın ve amansız servet
yarışının şiddetini düşürmeye, aşırılığını
törpülemeye yeterli bir faktördür. Bu bilinç aynı
zamanda vicdana kanaat, elde edilen rızka ilişkin
hoşnutluk, eldeki imkânlar ölçüsünde özveri ve
cömertlik duygularını aşılamanın;
insan kalbini varlıkta da yoklukta da güven duygusu ile
doldurmanın da teminatıdır. Böylece kaybedilen
ya da elden kaçan maddî imkânlar karşısında
insanın hayıflanması, yazıklanması,
kafasına taktığı ve peşinden
koştuğu şeyler uğruna kalbinin yanıp
tutuşması önlenmiş olur!
"İzni olmadıkça O'nun katında kim
şefaatçı olabilir?"
Bu sıfat Allah'ın bir diğer
sıfatıdır, ilâhlığın derecesini
ve kulluğun konumunu açıklar. Buna göre bütün
kullar, Allah'ın huzurunda kulluk konumunun
gerektirdiği yerde dururlar; bu konumu geçemezler, aşamazlar.
Onlar çekingen, boynu bükük, Rabbinin önünde ileriye doğru
adım atmayan, O izin vermedikçe başkalarına
şefaatçi olmaya cüret etmeyen, izne uyarak bu iznin sınırları
içinde şefaatçilik etmeye girişen, edepli bir kulun
konumunda dururlar. Aralarında birbirlerinden
üstündürler ve Allah'ın terazisinde de bu üstünlük
farklılıkları geçerlidir, ama hepsi kulun aşamayacağı
sınırın önünde dururlar.
Bu cümle, insana yüce ve celil olan Allah'ın heybeti
karşısında saygı ve çekingenlik duygusu aşılar.
Cümlenin olumsuz soru biçimindeki yapısı bu
duygulara derinlik kazandırır. Bu sorulu cümle yapısı
bu işin olamayacağını, olmasını düşünmenin
bile mümkün olmayacağını düşündürür.
Allah'ın izni olmadıkça O`nun katında
şefaatçı olmaya kalkışacak kim olabilir
acaba?
Oysa bu konuda peygamberlerden sonra ortaya çıkmış
bir yığın sapık düşünce vardır.
Bu sapık düşünceler, Allah realitesi ile kulluk
realitesini birbirine karıştırmışlardır.
Bu mantıksız düşüncelere göre, Allah -haşa-
oğul edinmiş ya da değişik şekillerde
ortağı olan veya birden çok parçanın
oluşturduğu bir sentezdir. Kimine göre O'nun -haşa-
katında şefaatçilik eden ve aracılıkları
kesinlikle kabul edilen rakipleri vardır. Kimine göre -haşa-
O'nun, yetkilerini O'nun yakını olmaktan alan insandan
vekilleri vardır. Bu gerçeğin
ışığında bütün bu saçma düşüncelerin
akla gelmeyecek, duygular dünyasına uğramayacak ve
hayale gölgesi düşmeyecek çirkin, gerçeklerden yoksun
uydurmalar olduğu açıkça ortaya çıkar!
İşte bu berrak inanç, İslâm düşüncesine
özgü bir saflık, bir
katışıksızlıktır. Bu inançta
kavram karışıklığına,
asılsız kuruntulara, titrek görüntülere yer yoktur.
Uluhiyet, uluhiyettir; kulluk da kulluk. Bu iki farklı
konum arasında tek bir ortak nokta yoktur. Allah,
Allah'tır; Kul da kul. Bu ikisinin karakteristik
özellikleri arasında hiçbir ortaklık, hiçbir
benzerlik yoktur.
Kulun Rabbi ile ilişkisine, Allah'ın kula yönelik
rahmetine, yakınlığına, sevgisine ve
yardımına gelince İslâm bu kavramları
onaylar, onları vicdana güçlü bir şekilde
aşılar, müminin kalbini bunlarla doldurup taşırır,
onu hayatında bu nimetlerin tatlı ve ılık gölgelerinin
altına alır. Fakat bunu gerçekleştirirken ilâhlık
ve kulluk tabiatlerini birbirlerine karıştırmaz;
kavramların tek, belirgin, katışıksız
ve hatları belirli biçimde ortaya çıkmasını
önleyecek renk karmaşıklığına,
belirsizlik bulutlarına, kalpazanlığa ve
anarşiye meydan vermez.
"İnsanların önünde ve arkalarında
bulunan ve olup-biten herşeyi bilir. Onlar O'nun bilgisinin
sadece dilediği kadarım kavrayabilirler."
Bu gerçek iki kanattan oluşur; bu kanatların her
ikisi de müslümanın Allah'ını
tanımlamasında ve O'nun karşısındaki
konumunun belirlenmesinde pay sahibidir. Evet, yüce Allah
insanların önlerinde, arkalarında bulunan ve olup
biten herşeyi bilir. Bu ifade, Allah'ın eksiksiz,
geniş kapsamlı ve insanların çevresinde bulunan,
olup-biten herşeyin en ince ayrıntısına
kadar uzanan bilgisini dile getirir. Bu bilgi insanların
"önlerindeki"nin, yani şimdiki zamanları
ile görebildiklerinin bilgisini içerdiği gibi
algısından yoksun oldukları, kendileri için
perde arkasında kalan geçmişe ve geleceğe
ilişkin bilgiyi de içine alır. Ayrıca bu bilgi
her zaman için bildikleri ve bilemedikleri meseleleri de
içerir. Bu ifade genel olarak Allah'ın bilgisinin
yaygınlığını ve herşeyi kapsayan
niteliğini anlatan mecazî olmayan yalın bir ifadedir.
İnsanlara gelince onlar sadece Allah'ın bilmelerine
izin verdiği şeyleri bilebilirler.
Bu gerçeğin ilk kanadını Allah'ın
tüm
nesneleri ve olayları içeren bilgisi oluşturur. Bu
realite insanın ruhunu titretecek, sarsacak niteliktedir.
Çünkü insan vicdanı her an için Rabbinin karşısında
tüm çıplaklığıyla duruyor. O Allah ki,
onun önünde ve arkasında bulunan herşeyi bilir...
İnsan vicdanının sakladığı ve açığa
vurduğu, bilebildiği ve bilemediği herşeyi
bilir... Onun geçmişine ve geleceğine ilişkin
bilmediği ve anlayamadığı herşeyi
bilir. İnsan nefsinin, bütün sırları ile
birlikte Kıyamet günü kendisini hesaba çekecek olan
Rabbinin huzurunda çırılçıplak durduğunun
farkında olması, onun derinliklerinde
sarsıntılar doğuracak nitelikte olduğu
oranda kalbe, herşeyin açığını-gizlisini
bilen Allah'a teslimiyet duygusu aşılayacak
karakterdedir de.
Bu gerçeğin ikinci kanadı ise insanların
sadece Allah'ın bilmelerini dilediği şeyleri
bilebilecekleridir. İnsanların bu gerçek üzerinde
uzun uzun kafa yormaları gerekir. Özellikle evrenin ya da
hayatın herhangi bir alanında edindikleri bilgi ile
hemen şımarıklığa
kapıldıkları şu günlerde bu kafa yormaya
daha çok ihtiyaçları vardır. Ayeti okumaya devam
ediyoruz:
"İnsanlar, O'nun bilgisinin sadece dilediği
kadarını kavrayabilirler." Herşeyi
mutlak, kapsamlı ve eksiksiz olarak bilen, sadece yüce
Allah'tır. O, kulları tarafından bilgisinin
bazı bölümlerinin keşfedilmesine izin verir ve bu
izni aşağıdaki ayette ifade edilen vaadini gerçekleştirmek
için verir:
"Allah'ın varlığının gerçek
olduğu meydana çıkıncaya kadar
varlığımızın belgelerini onlara hem
dış dünyada hem de kendi içlerinde göstereceğiz."
Fakat insanlar bu gerçeği unutarak Allah'ın
edinmelerine izin vermiş olduğu bilgileri ile
şımarırlar. Bu durum evrenin kimi ilke ve
kanunlarına ilişkin edindikleri bilgilerde böyle olduğu
gibi, geçici, bir an için ve ancak bir yere kadar
edinebildikleri gayb bilgileri alanında da böyledir. Hem o
alanda ve hem de bu alandaki bilgilerine güvenerek
şımarırlar ve bunun sonucunda kendilerine bu
bilgileri edinme imkânını
bağışlamış olan ilk ilâhi müsaadeyi
unuturlar, bunu hatırlamazlar,
karşılığında şükretmezler;
tersine pohpohlanırlar ve ilâhi bağışa
karşı nankörce davranarak kâfir olurlar.
Oysa Allah, yeryüzü halifeliğini insana yüklemeyi
murad ettiği andan itibaren insana bilgi sunmaya
başladı; ona dış dünyada ve kendi içindeki
varlığına ilişkin belgeleri göstereceğini
vaadetti. Bu vaadini gerçekleştirerek günden güne, kuşaktan
kuşağa hemen hemen hep yükselen bir çizgi halinde,
yeryüzü halifeliği sırasında kendisine gerekli
olan bazı evrensel kanunları, enerjileri ve güçleri
keşfetmesine imkân tanıdı, böylece onun bu
niteliği belirli yolculuğunda kendisi için takdir
edilen gelişmenin doruğuna ulaşmasının
önündeki yolu açık tuttu.
Fakat Allah, insana bu kategoriye giren bilgileri
keşfetme izni verdiği ve ona bu keşifleri yapma
başarısını sunduğu oranda ondan,
halifelik görevinde ihtiyaç duymayacağı başka
birçok sırları da gizlemiştir. Meselâ hayat sırrını
onun bilgisinden gizli tuttu. Bu olgu onun için çözüm
olmayan bir sır olma niteliğini devam ettiriyor, bu
konuda araştırma yapmak halâ uçsuz-bucaksız bir
çölde kılavuzsuz olarak taban tepmeyi andıran
boş bir çabadır. O'nun insan bilgisinden gizli
tuttuğu bir başka sır da bir sonraki anda ne
olacağı bilmecesidir. Bu bilmece varılacak yolu
olmayan bir gayb alanıdır, önüne öyle kalın
bir perde gerilmiştir ki, insanın onu kaldırma
girişimleri yararsızdır. Zaman zaman yüce Allah'ın
özel izni ile aralanan bu perdeden tek tek bazı
insanların kalplerine kimi ışınlar
sızıyor, sonra perde iniyor, ortalığa
karanlık çöküyor ve insan, aşamayacağı
sınırın önünde durmak zorunda kalıyor.
Allah, insana daha birçok sırrı kapalı
tutmuştur. Yeryüzü halifeliği ile ilgisi olmayan bütün
realiteleri onun bilgisinden gizli tutmuştur. Oysa
yeryuvarlağı, güneş
ışınlarında görülen uçan bir toz gibi, boşlukta
dönen küçücük bir zerredir sadece.
Böyle olmasına rağmen, Allah'ın izninden
sonra edinebildiği bu sınırlı bilgisi yüzünden
şımarıyor, aklı başından uçuyor
da kendisini yeryüzünün ilâhı sanıyor! Bu evrenin
bir ilâhı, bir yaratıcısı olduğunu inkâr
ederek kâfir oluyor! Gerçi yirminci yüzyılda bilim
adamları ciddi oranda alçakgönüllülüğe ve
hadlerini bilmeye yönelmeye başladılar, yavaş
yavaş kendilerine çok az bilgi verilmiş
olduğunu, edindikleri bilginin alabildiğine
sınırlı olduğunu anlamaya
başladılar ve böylece çok şey bildiklerini
sanan, cahil bilgiçler ölçüsüz
şımarıklıkları ile başbaşa
kaldılar.
"O'nun Kürsî'si (egemenliği) gökleri ve
yeryüzünü kaplamıştır; Bunları koruyup gözetmek
O'na ağır gelmez."
Kur'an-ı Kerim'in tasvir üslubu uyarınca burada,
yani mutlak soyutlama anlatımının egemen
olduğu bir yerde böyle somut bir tablo ile karşılaşıyoruz.
Çünkü böyle yerlerde somut tablo, kalbe sunulmak istenen
gerçeğe güç, derinlik ve değişmezlik
kazandırır. Çünkü Kürsi (koltuk, taht) normal
olarak hükümdarlık, egemenlik anlamında
kullanılır. O halde "Allah'ın Kürsî'si,
gökleri ve yeri kaplayınca" O'nun egemenliği
de gökleri ve yeryüzünü kaplamış demektir. Hiçbir
mecazi yoruma girişmeksizin kelimelerin düz anlamlarının
toplamından çıkarılacak olan budur. Fakat somut
ifade yolu ile zihinde çizilen tablo, bundan daha sağlam
ve yerinden oynatılmazdır. "Bunları
koruyup gözetmek O'na ağır gelmez" ifadesi için
de aynı şeyleri söyleyebiliriz. O da dolaylı biçimde
eksiksiz kudreti dile getirir. Fakat bu anlam burada somut bir
tablo yolu ile, yorgunluğun ve
bıkkınlığın yokluğu tablosu yolu
ile anlatılıyor. Çünkü Kur'an üslubu anlamlara,
onları zihinde somutlaştıracak tablolar çiziyor,
böylece bu anlamlar sayesinde insan zihni daha iz bırakıcı,
daha derinlikli ve daha elle tutulur biçimde etkilenir.
Eğer Kur'an'ın kendine özgü üslubunu, ifade
biçimini iyi kavrayacak olursak onun içerdiği bu tür
ifadeler etrafında yapılan tartışmalara
girmek gereğini duymayız, bunun yanısıra bu
amaçla Kur'an-ı Kerim'in
yalınlığını ve
berraklığını büyük oranda bozan Batı
kaynaklı yabancı felsefi kavramları ödünç
almaya kalkışmayız. Bu sözlerime şunu da
eklemem yerinde olur ki, Kur'an'da kullanılan "Kürsi"
ve "Arş" terimlerini açıklayıcı
ve anlamlarını belirleyici sahih hadislere
rastlamış değilim. Bundan dolayı bu
kavramlar üzerinde söylediklerimden daha geniş açıklamalara
girişmemeyi tercih ediyorum. Ayeti okumaya devam edelim: