Bu ayet, peygamberleri, diğer insanlardan
ayırıp onların kendilerine özgü kişiliklerini
vurguladığı gibi tüm peygamberlerin ve
Peygamberliğin (Risaletin) macerasını da
özetliyor. Bu ayet, yüce Allah'ın bazı peygamberleri
diğer bazı peygamberlere üstün kıldığını,
bu üstünlüğün bazı belirtilerini ve göstergelerini
açıklıyor. Sonra da bu peygamberlerin arkasından
gelen kuşaklar arasında -açık belgelerin
gelişmesinden sonra- anlaşmazlıkların
baş gösterdiğine ve bu
anlaşmazlığın körüklenmesi sonucu patlak
veren savaşlara işaret ediyor. Bunların
yanısıra ayet bu peygamberler sonrası
kuşaklar arasında kimilerinin mümin kimilerinin ise
kafir olduğunu ve iman yoluyla küfrün, iyilik yoluyla da
kötülüğün savılıp bertaraf edilmesi
amacıyla yüce Allah'ın bu kuşaklar arasında
savaşmayı takdir ettiğini açıklıyor.
Bu ayetin işaret ettiği bu çok sayıda gerçek,
peygamberler kervanı ile bu misyonun uzun tarihini
sembolize eder. Tekrarlıyoruz:
"İşte şu peygamberler. Bunların bir
kısmını diğerlerinden üstün kıldık."
Burada sözü edilen "üstün kılma" olgusu
herhangi bir peygambere takdir edilen, onun çağrısına
ve faaliyetlerine alan oluşturan çevrenin niteliği
ile ilgili olabilir. Meselâ sözkonusu peygamberin bir
kabilenin peygamberi ya da bir milletin peygamberi veya belirli
bir kuşağın peygamberi yahut da bütün
milletlerin ve kuşakların peygamberi olması gibi.
Bunun yanısıra bu "üstün kılma"
olgusu, peygamberin şahsına ya da ümmetine bağışlanan
imtiyazlarla da ilgili olabilir. Ayrıca bu "üstün kılma"
olgusu peygamberlik misyonunun niteliği, insan ve evren
hayatına ilişkin kapsamlılık derecesi ile de
ilgili olabilir.
Bu ayet bu konuda Hz. İsa ve Hz. Musa (selâm
üzerlerine olsun) hakkında iki misal vermekte, diğer
peygamberlere ise genel olarak işaret etmekle yetiniyor:
"Onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de
derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya açık
mucizeler verdik, O'nu Ruh-ul Kuds aracılığı
ile destekledik."
Yüce Allah'ın bir peygamberle konuştuğu gerçeği
sözkonusu olunca akla hemen Hz. Musa geldiği için adı
verilmiyor, fakat Hz. İsa'nın adı açıkça
belirtiliyor. Kur'an'da hemen hemen her zaman Hz.
İsa'nın adı, anasına bağlanarak (anasının
adı anılarak) zikredilir. Bunun hikmeti açıktır.
Çünkü Kur'an-ı Kerim'in indiği dönemde Hz.
İsa hakkında yoğun ve yaygın söylentiler,
hurafeler ortalıkta kol geziyordu. Kimi O'nun -haşa-
Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyor, kimi
O'nun şahsında Lâhut ile Nasut (ilâh ile insan)
karakteristiklerinin birleştiğinden sözediyor, kimi
ise daha da ileri giderek O'nun kişiliğinde
insanlık karakteristiğinin, tıpkı bir bardak
sudaki damla gibi eridiğini, böylece ilâhi karakteristiğin
yapısına tek başına egemen olduğunu
iddia ediyordu! O'nun hakkında bunlara benzer daha bir
yığın saçma yakıştırmalar
üretiliyor ve bu saçma iddialar kiliselerde ve diğer
hıristiyanlık merkezlerinde şiddetli
tartışmalara konu oluyordu. Hatta bu
tartışmalar yüzünden Roma imparatorluğu döneminde
çıkan savaşlarda sel gibi insan kanı
akıtılmıştı! İşte bu yüzden,
Kur'an-ı Kerim'de, sürekli biçimde Hz. İsa'nın
insan olma niteliği vurgulanıyor, hemen hemen her
anılışında anası da zikredilerek,
kimliğinin bu yönünün altı çizilerek anılıyor.
Ruh-ul Kuds'e gelince, Kur'an-ı Kerim bununla ilâhi vahyi
peygamberlere ulaştırmakla görevli olan Cebrail'i (selâm
üzerine olsun) kasdediyor. Cebrail, peygamberler için en
önemli ve en büyük destektir. Çünkü peygamberlerin bu
seçkin ve önemli görev için Allah tarafından seçildiklerini
müjdeleyen, onlara, uzun ve meşakkatli yollarında
devam etmeleri hususunda sürekli cesaret veren, bu yolculuğun
korku ve dehşet dolu aşamalarında onların
kalplerine soğukkanlılık, direnme gücü ve zafer
umudu indiren O'dur. Bütün bunlar birer "destek"
türüdür.
Yüce Allah'ın Hz. İsa'ya verdiği belirtilen
"açık mucizeler"e gelince, bu deyim, O'na
indirilen İncil'i ve bu kutsal kitabın
yanısıra Allah'ın, O'nun eli ile gerçekleştirdiği
çeşitli olağanüstü olayları içerir. İnatçı
yahudilere karşı Hz. İsa'nın gerçek
peygamber olduğunu kanıtlama amacı güden bu olağanüstü
olaylar, Kur'an'ın değişik yerlerinde yeri geldikçe
ayrıntılı biçimde anlatılmaktadır.
Ayette bizim peygamberimiz Hz. Muhammed'den (salât ve selâm
üzerine olsun) sözedilmiyor. Çünkü hitap O'na yöneltilmiştir.
Tıpkı bir önceki "Bunlar Allah'ın
ayetleridir. Bunları sana hakka bağlı olarak
okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin."·(Bakara
Suresi, 252) ayetinde olduğu gibi. Yani okumakta
olduğumuz ayetlerin egemen konusu Peygamberimize,
diğer peygamberler hakkında bilgi vermeyi içerir.
Peygamberlerin derecelerine hangi açıdan bakarsak
bakalım, Hz. Muhammed'in en yukarıda olduğunu görürüz.
Meseleye ister peygamberliğin geniş
kapsamlılığı ve genelliği açısından,
ister hitap çevresi ve sürekliliği açısından
bakalım, bu sonuç değişmez.
İslâm, mutlak anlamda evrendeki en önemli gerçek olan
"birlik" gerçeğine ilişkin en yetkin, en mükemmel
düşüncedir. Bu birlik gerçeği şu
alanların birliğini içerir: Benzeri bulunmayan yaratıcının
birliği, tekliği; Sadece "ol" emrinin sonucu
olarak bütün varlık alemini vareden iradenin birliği...
Bu iradenin eseri olarak meydana gelen varlık bütününün
birliği... Bu varlık bütününe egemen olan kanunlar
sisteminin birliği... Basit bir hücreden son derece karmaşık
insana kadar uzanan "hayat" olgusunun, "canlılık"
realitesinin birliği... Hz. Adem'den O'nun yeryüzündeki
sonuncu torununa kadar uzanan insan soyunun birliği... Tek
olan Allah'tan; aynı zincirin halkalarını
oluşturan insanlara gelen dinin birliği... Bu ilâhi
çağrıyı insanlara duyuran peygamberler
topluluğunun birliği... Bu çağrıyı
benimsemiş olan mümin ümmetin birliği... Hepsi
birlikte "ibadet" kavramının kapsamına
giren insanın Allah'a yönelik tüm faaliyetlerinin (etkinliklerinin)
birliği... Biri amel (eylem) ve öbürü karşılıklar
(ödüller-cezalar) yurdu olan dünya ve Ahiretin birliği...
Yüce Allah'ın insanlar için yasallaştırdığı
ve bir başkasına uymalarını kabul
etmediği yaşama biçiminin, hayat sisteminin birliği...
İnsanların tüm düşüncelerini ve hayat
sistemlerini dayandıracakları mesaj
kaynağının birliği...
Hz. Muhammed, ruhuyla bu büyük gerçek arasında mutlak
anlamda iletişim kurmayı, aklıyla bu birliği
kavrayıp benimsemeyi ve de kişiliğiyle bu sözkonusu
birliği herkesin gözü önünde pratik hayatında
uygulamayı başarabilmiş bir peygamberdir.
Hz. Muhammed, peygamber olduğu andan dünyanın
yıkılacağı ana kadar gelip geçecek olan
tüm insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. O'nun
peygamberlik misyonunun dayanağı, bilinçli insan
idrakidir, susturucu ve somut mucize türünden de olsa hiçbir
zorlamaya dayanmaz. Bu açıdan onun peygamberliği,
insan aklının gelişme döneminin ilânı
niteliğindedir.
Bu gerekçe ile Hz. Muhammed, son peygamber, O'nun misyonu da
Peygamberlik zincirinin son halkasını
oluşturmuş, O'nunla birlikte vahyin
akışı kesilmiştir. O'nun misyonu ile sözünü
ettiğimiz büyük gerçeğin ana hatları
insanların gözleri önünde belirginliğe
kavuşturulmuş; O'nun aracılığı ile
gelecekteki bütün insan kuşaklarının
faaliyetlerini içerecek derecede geniş boyutlu,
kapsamlı ve genel geçerli yaşama sisteminin ilânı
gerçekleşmiştir. Artık geriye insan
aklının, ilâhi sistemin sınırları içinde
çözüme bağlayabileceği ve yeni bir peygamberlik
misyonuna ihtiyaç duyurmayacak yorumlardan ve ayrıntılardan
başka hiçbir problem bırakılmamıştır.
Kuşku yok ki, insanlığın
yaratıcısı olan yüce Allah insanların kim
ve ne olduklarını geçmişte de biliyordu,
şimdi ve ilerde de bilir; aynı zamanda onların
karşılaştıkları ve
karşılaşacakları problemleri de bilir.
İşte yüce Allah, bu son peygamberlik misyonunun ve
ondan kaynaklanan kapsamlı hayat sisteminin, hayatın
gelişimini yenilenmesini ve özgürce ilerlemesini en iyi
şekilde sağlayacak bir sistem olduğunu da bilir.
Buna göre hangi insan yüce Allah'ın kullarının
ihtiyaçlarının çözümünü Allah'tan daha iyi bildiğini
ileri sürer ya da ilâhi sistemin artık yeryüzünde
meydana gelen hayata ilişkin gelişmelere ayak
uyduramayacağını iddia ederse yahut yüce Allah'ın
iradesinin ürünü olan hayat tarzından daha yararlı
bir hayat tarzı icat edip ortaya koyacağını
sanırsa, kim bu iddialardan birini ya da hepsini ortaya
atarsa o kimse şüphe götürmez derecede apaçık bir
kâfirliğe düşmüş, gerek kendisi ve gerekse tüm
insanlık hesabına düşünebileceği kötülüklerin
en beterini düşünmüş, Allah'a karşı açıktan
açığa düşmanca bir tavır
takındığı gibi, bu son peygamberlik misyonu
aracılığıyla yüce Allah'ın rahmetini
sunduğu ve gene bu misyondan kaynaklanan, dünyanın
son bulacağı ana kadar da egemen olmasını
arzu ettiği ilahi yaşam sistemine, ayrıca
iyiliğini dilediği insan nesline karşı da
bariz bir düşmanca tutum içine girmiştir.
PEYGAMBERLERE KARŞI İNSANLARIN TAVRI
Şimdi "şu peygamberler"in
bağlıları aralarında savaşa
tutuştular. Peygamberler topluluğunun karakteristik
yapı birliği, tümünün getirdiği mesajlar
arasındaki içerik birliği, bu peygamberlerin
bağlılarının anlaşmazlığa düşmelerini
ve bu anlaşmazlığın sonucunda birbirlerini
öldürmelerini önlemeye yetmedi.
"Eğer Allah öyle dileseydi, bu peygamberlerin
arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler
geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa
düştüler. Kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer
Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama
Allah neyi dilers
Peygamberlerin ümmetleri arasında patlak veren bu
savaşlar yüce Allah'ın dileğine aykırı
olarak meydana gelmedi. Çünkü şu evrende O'nun
dileğine aykırı olarak hiçbir olayın
meydana gelmesi mümkün değildir. İnsan denen bu
varlığın şimdi olduğu gibi, şu
yapısı ile, hem hidayete ve hem de
sapıklığa yatkın olan şu niteliği
ile varolması, hidayete ya da sapıklığa götürecek
yolu seçmenin kendi yetkisinde olması, Allah'ın
dileğinin gereğidir. Bundan dolayı bu
yapıdan, onun nitelik ve yönelmelerinden doğan her
sonuç Allah'ın dileğinin çerçevesi içindedir, bu
dilek uyarınca meydana gelmektedir.
İnsan neslinin bireyleri arasındaki yetenek
farklılıkları da böyledir. Bunlar da Allah'ın
kanunlarından birinin sonucudur. Amaç, kaynak ve orjin
birliği yanında farklı yeteneklerin ortaya çıkması,
bu değişik yeteneklerin yeryüzü halifeliğinin
farklı, çeşitli ve çok sayılı görevlerine
karşılık olmasıdır. Allah'ın
muradı
, fotokopi ile çoğaltılan kopya sayfalar gibi
birbirinin tıpkısı olan insanlar türetmek değildir.
Üstelik yeryüzü halifeliğinin, hayat düzeyini ilerletip
geliştirme fonksiyonunun gerektirdiği görevler çeşitli,
çok sayılı ve birbirine benzemezler. Yüce Allah nasıl
bu görevlerin farklılığını diledi ise
yeteneklerin farklılığını da
dilemiştir, bu farklılık gelişmenin itici
faktörü olsun. Allah ayrıca her insanı kendisi için
hidayeti, doğru yolu ve imanı aramakla yükümlü kılmıştır.
Çünkü her insanda bu yetenek potansiyel olarak vardır.
Bunun yanısıra her insanın önünde evrensel
hidayetin göstergeleri, ipuçları ve bütün zaman boyunca
gelen peygamberlerin rehberlikleri vardır. Hidayet ve iman
çerçevesi içinde yetenek farklılıklarının
hayırlı olması, böylece bütün insanların
donmuş bir kalıbın içine sıkıştırılmaktan
kurtulmaları mümkündür. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
Eğer insanlar arasındaki görüş
ayrılıkları bu dereceye varır ve kâfir-mümin
farklılaşmasına dönüşürse o zaman savaş
kaçınılmaz olur. "İnsanların
bazılarının, diğer bazıları
aracılığı ile savılması", küfrün
iman aracılığı ile,
sapıklığın hidayet
aracılığı ile ve kötülüğün iyilik
aracılığı ile bertaraf edilebilmesi için
savaşmak kaçınılmaz olur böylece. Çünkü
küfür, sapıklık ve kötülük yeryüzüne barış
ve huzur getiremez. Ayrıca aralarındaki düşünce
ayrılığı mümin-kafir boyutlarına varan
hiçbir insan topluluğu, aynı peygamberin
bağlıları olduklarını ileri süremezler.
Bu ayetin indiği günlerde İslâm cemaati böyle
bir durumla karşı karşıya idi. Mekke müşrikleri
İbrahim'in dinine bağlı olduklarını
ileri sürüyorlardı! Medine'deki yahudiler Hz.
Musa'nın dininden olduklarını iddia ederken bu
şehirde yaşayan hıristiyanlar ise Hz.
İsa'nın dinini sürdürdüklerini sanıyorlardı.
Oysa bu toplulukların hepsi dinlerinin özünden ve
peygamberlerinin mesajından büyük çapta uzaklaşmışlardı.
Dinlerinin aslı ile kendi yolları arasındaki
sapma açısı o kadar genişti ki, "kâfir"
sıfatı kendilerine en yakışır nitelik
haline gelmişti. Müslümanlar bu ayetin indiği günlerde
müşrik Araplar ile savaş halinde idiler. Bunun
yanında Ehl-i Kitaptan olan kâfir gruplarla da savaşa
tutuşmanın eşiğine gelmişlerdi. Bu
gerekçe ile o günlerde inen bu ayet, aralarında bu derece
büyük görüş ve inanç ayrılığı
bulunan grupların savaşa
başvurmalarının yüce Allah'ın dileğine
ve iznine uygun olduğunu belirtiyordu:
"Eğer Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini
öldürmezlerdi."
Fakat Allah böyle diledi. İmanın küfrü bertaraf
etmesi için, bütün peygamberler tarafından getirilen ve
sapıkların özünden ayrı düştükleri tek
doğru inanç sisteminin yeryüzüne egemen olabilmesi için
böyle olmasını diledi. Yüce Allah biliyordu ki, sapıklık,
olumsuzluğu ile bulunduğu yerde donuk ve rahat durmaz.
O kötü karakterlidir. Bu yüzden mutlaka saldırıya
geçer, mutlaka doğru yolda olanları saptırmaya
girişir, mutlaka eğriliği ister ve
doğruluğa karşı savaşır. Bundan
dolayı işlerin rayına oturabilmesi için mutlaka
onunla savaşa girişilmeli, ortadan
kaldırılmalıdır.