|
240- Aranızdan vefat edip de geride eşlerini
bırakanlar, bir yıl boyunca evden çıkmalarına
ihtiyaç bırakmayacak (oranda bir meta'ı)
eşlerine vasiyyet etsinler (bıraksınlar veya
varislerine havale etsinler.) Eğer kadınlar
kendiliklerinden evden çıkarlarsa kendileri ile ilgili
yapacakları meşru bir davranıştan
dolayı size sorumluluk düşmez. Hiç şüphesiz
Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
241- Boşanmış kadınların geleneklere
uygun bir şekilde geçimlerini sağlamak, takva
sahiplerinin boynuna borçtur.
242-Allah ayetlerini size böyle açık açık
anlatıyor ki, düşünesiniz.
Bu ayetlerin ilki, dul kadının ölen kocası
üzerinde bir vasiyyet hakkının bulunduğunu
belirtir. Erkeğin ölmeden önce yapacağı bu
vasiyyette karısının bir yıl boyunca evinde
oturabileceğini ve mirasından geçimini sağlayabileceğini
ister. Eğer kadın şahsi duygularının
telkini ile ya da çevresindeki şartların
zorlaması ile ölen kocasının evinde
oturmayı uygun görürse bu kararını uygular ve
yeni bir evlilik yapmaz. Bununla birlikte bir önceki ayette
belirtildiği üzere, dört ay on gün bekledikten sonra
kocasının evinden ayrılmakta da serbesttir.
Başka bir deyimle dul kadının dört ay on gün
beklemesi (iddet) farz, bunun yanısıra bir yıla
kadar kocasının evinde oturması onun için bir
haktır.
Bazı tefsir bilginleri bu ayetin, hükmünün bir
önceki ayetle yürürlükten kalktığı (neshedildiği)
görüşündedir. Oysa birkaç satır önce değindiğimiz
gibi bu iki ayetin içerikleri farklı nitelikte olduğu
için yürürlükten kalkma-kaldırma durumunun sözkonusu
olması zarurî değildir. Çünkü şimdi
okuduğumuz ayet, dul kadının istediği
takdirde kullanabileceği bir hakkından sözederken bir
önceki ayet onun kesinlikle yerine getirmekle yükümlü olduğu
bir görevini belirtiyor.
"Eğer kadınlar kendiliklerinden evden çıkarlarsa
yapacakları kendileri ile ilgili meşru bir
davranıştan dolayı size sorumluluk düşmez."
Bu ayetteki çoğul sığalı "sizin"
zamirinin kullanılması, çevresinde olup biten her
olaydan sorumlu, sıkı dayanışmalı bir
cemaat varlığını düşündürür.
Gerçekten bu inanç sisteminin yükü, bu şeriatın yükü
ve kanatları altında yaşayan her ferdin yükü bu
cemaatin omuzlarına bindirilmiştir. Bu cemaat, bu
dayanışmalı toplum, fertlerinin her
davranışı karşısında sorumlu
olacak ya da olmayacak bir konumdadır. İslâm
cemaatinin mahiyetini ve fonksiyonunun kavranması ve buna
bağlı olarak Allah'ın şeriatını
korumakla görevli fertlerinden herhangi birinin onun dışına
çıkmaması için koruculuk yapacak böyle bir cemaatin
oluşturulmasının kaçınılmaz
gerekliliği açısından bu düşündürücü
telkin son derece büyük önem taşır. Bu gerçek
gerek toplumun kollektif vicdanında ve gerekse tek tek bütün
bireylerinin vicdanlarında iyice yeretsin diye, cemaate bu
niteliği önplâna çıkarılarak sesleniliyor.
Arkasından da sonuç cümlesi geliyor:
"Allah üstün iradeli (aziz)dir ve hikmet sahibidir."
Bu cümle içerdiği korkutma ve uyarının
yanısıra kalplerin dikkatini Allah'ın güçlü
olduğu, farzlarının ve telkinlerinin mutlaka bir
hikmeti bulunduğu gerçeğine çekiyor.
İkinci ayet ise genel olarak bütün boşanmış
kadınların kocalarından geçim yardımı
alma hakları olduğunu belirtiyor ve bu hakkı tümü
ile Allah korkusuna (takvaya) bağlıyor:
"Boşanmış kadınların
geleneklere uygun bir şekilde geçimlerini sağlamak,
takva sahiplerinin boynuna borçtur."
Bazı tefsir bilginleri, bu ayetin hükmünün de daha
önceki ayetlerde belirlenen hükümler tarafından yürürlükten
kaldırılmış (neshedilmiş) olduğu görüşündedir.
Oysa burada da yürürlükten kalkma-kaldırma durumunun sözkonusu
olduğunu düşünmeyi gerektiren bir durum yok.
İstisnasız her boşanmış kadın için
geçim yardımı alma hakkını belirlemek,
Kur'an'ın bu alana ilişkin daha önceki telkinleri ile
uyumlu bir hükümdür. Bu kadın ister boşamadan önce
kendisi ile cinsel ilişki kurulmuş, ister
kurulmamış, ister mehri belirlenmiş ve isterse
belirlenmemiş bir kadın olsun, farketmez. Çünkü bu
geçim yardımı boşamanın burukluğunu
hafifletici, ayrılık yüzünden zedelenen onurları
okşayıcı bir anlam ve nitelik taşır. Bu
ayette takva bilinci harekete geçirilmekte ve bu yardım
konusu ona bağlanmaktadır. Çünkü en sağlam
teminat, hatta tek teminat budur.
Üçüncü ayet, ise evlenme-boşanma konusunda yukardan
beri okuduğumuz hükümlerin tümüne yaygın bir sonuç
ve bağlama cümlesi niteliğindedir: `
Allah size ayetlerini böyle açık açık
anlatıyor ki, düşünesiniz."
"Böylece"... Yani "İncelediğimiz bu
bükümleri açıklayışı gibi". Bu hükümlerdeki
açıklayış kesin, ayrıntılı, düşündürücü
ve etkileyicidir. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor
ki, bu ayetlerin içinde gizli olan nimeti, onların pratik
hayatınızda açığa çıkan rahmetini ve
bu ilahî nimeti düşünesiniz... Ayetlerin açık açık
anlatılması ve gerekli kolaylığın gösterilmesi
nimetini... İnsanı evrensel barışa götüren
nimeti...
Eğer insan bu ilahi sistemi iyi niyetli ve samimi bir
şekilde düşünebilme, onu gerçek yerine oturtabilme
başarısını gösterebilse, bu nimete karşı
tavırları değişir ve netleşirdi. O
zaman teslim olup gerçeği kabullenir, itaat eder ve tüm
varlıklarıyla barış ortamına girerdi kaçınılmaz
olarak.
TALUT ve CALUT
İleride okuyacağımız ayetlerden
oluşan bu kısmın ve burada yeralan geçmiş
toplumlar ve eski ümmetlerin hayat tecrübelerinin değerini
anlayabilmemiz için şu gerçekleri iyice kavramalı,
vicdanlarımızda canlandırmalıyız:
Kur'an bu ümmetin yaşayan kitabı, öğüt verici
kılavuzu ve içinde hayatına ilişkin dersler
okuduğu okuludur. Yüce Allah ilâhi sistemini yeryüzünde
gerçekleştirmekle görevlendirdiği ilk müslüman
cemaati, bu son derece önemli göreve hazırladıktan
sonra Kur'an aracılığı ile sürekli bir eğitime
tabi tutmuştur. Bunun yanısıra yüce Allah
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) vefatından
sonra bu ümmetin bütün kuşaklarını yönlendirmek,
eğitmek ve vâdettiği üzere insanlığa ideal
biçimde önderlik etmek hususunda Kur'an-ı Kerim'in
canlı ve sürekli bir kılavuz fonksiyonunu yerine
getirmesini murad etmiştir. Yalnız bunun için
müslüman kuşakların Kur'an'ın gösterdiği
yolda yürümeleri, Ona olan sımsıkı
bağlılıklarını hiç gevşetmeden sürdürmeleri,
bir bütün olarak yaşama tarzlarını ondan
almaları, diğer bütün yeryüzü kaynaklı
sistemlerin cahiliye sistemleri olması hasebiyle mümin,
Kur'an'ın kendine sağladığı bir güvenle
onlara aldırış etmeden, tepeden bakabilmelidir.
Bu Kur'an, sadece okunup geçilecek bir söz yığını
değildir. Tersine geniş kapsamlı bir
kılavuz, bir talimatnamedir. O, pratik hayatın
talimatnamesi olduğu kadar aynı zamanda eğitim
kılavuzu, eğitim talimatnamesidir. İşte bu
gerekçe ile oluşturup, eğitmek üzere geldiği müslüman
cemaate, insanlığın geçmişteki hayat
deneyimlerini,duygulandırıcı bir üslupla
sunuyor. Bu alanda Hz. Adem'den (selâm üzerine olsun) beri
süre gelen iman çağrısının
yaşadığı tecrübelere öncelik tanıyor,
bu tecrübeleri gerek insan psikolojisine ve gerekse pratik
hayata ilişkin türleri ile müslüman ümmetin bütün kuşaklarına
bir çeşit yolazığı olarak sunuyor, bu
ümmeti bu son derece değerli yolazığı ile
ve değişik türde oluşmuş tarihsel birikimle
donatırken onun hangi yolu izleyerek yürüyeceğini açık-seçik
biçimde öğrenmesini amaçlıyor. İşte,
Kur'an'da bu kadar çok sayıda, bu kadar çeşitli ve
bu denli canlı, somut mesaj sunan kıssa ile
karşılaşmamızın nedeni budur. Bu kıssaların
en sık rastlanan türü İsrailoğulları'na
(yahudilere) ilişkin kıssalardır. Bunun birçok
sebebi vardır ve bunların bir kısmına ilk cüzde
yeralan İsrailoğulları'na ilişkin tarihi
olayların toplu yorumunu yaparken değinmiştik. Bu
sebeplerin diğer
bazılarını da bu cüz'de (özellikle ilk başlarda)
değişik vesilelerle anlattık. Şimdi o
anlattığımız sebeplere önemli gördüğümüz
birkaç tanesini daha ekleyelim:
Yüce Allah bu ümmetin kimi kuşaklarının
vaktiyle İsrailoğulları'nın geçirdikleri
tarih dönemlerinin benzerlerini yaşayacaklarını,
bu kuşakların, dinlerine ve inançlarına
karşı eski yahudilerin tavırlarına benzer
tavırlar takınacaklarını bildiği için
yollarında karşılaşacakları tökezleme
noktalarını, kendilerine yahudi tarihinin
olaylarında somutlaşmış örnekler halinde
sunmuştur. Böylece bu kuşaklar yolları boyunca
karşılaşacakları bu tökezleme noktalarına
ayak kaptırmadan, ya da onlara saplanıp kalmadan önce
bizzat yüce Allah'ın, önlerine tuttuğu bu tarih
aynasında yüzlerini görerek öğüt ve ibret
alabilecektir.
Bu Kur'an, müslüman ümmetin kuşakları
tarafından dikkatle okunmalı, bilinçli bir
şekilde algılanmalıdır. Bu Kur'an, günümüzün
meselelerini çözmek ve geleceğe uzanan yolumuzu
aydınlatmak üzere sanki şimdi iniyormuşçasına
canlı direktifler bütünü kabul edilerek üzerinde kafa
yorulmalıdır. Yoksa Kur'an sadece ahenkle
okunması lazım gelen bir güzel sözler manzumesi ya
da bir daha geri gelmeyecek olan tarihe karışmış
gerçeklerin tutanak defteri olarak düşünül memelidir.
Biz bu Kur'an'ı gerek geçmiş gerekse şimdiki
hayatımızda birer direktifimiz olsun niyetiyle
okumadıkça O'ndan asla yararlanamayız.
Tıpkı ilk müslüman cemaat gibi. Onlar Kur'an'ı,
o günkü pratik hayatlarının gelişmelerine
ilişkin direktifler almak amacı ile okuyorlardı.
Kur'an'ı bu bilinçle okuduğumuz taktirde herşeyi
onun satırlarında buluruz. O'nun ayetlerinde Kur'an
gerçeğini dikkate almak istemeyenlerin hiçbir zaman düşünemeyecekleri,
deyim yerindeyse akıllarının ucundan bile geçmeyen
nice şaşırtıcı, insanı hayrette
bırakan açıklamalar bulacağız. Onun
kelimelerinin, cümlelerinin ve direktiflerinin nabzı atan,
hareket eden ve yolumuzun kritik dönemeçlerini işaretleyen
canlı varlıklar olduklarını göreceğiz.
Bu canlı varlıklar bize kimi zaman "şunu
yapınız, şunu sakın
yapmayınız", kimi yerde "şu düşmanınızdır,
şu da dostunuzdur" ve kimi durumlarda da
"şurada çok ihtiyatlı olunuz, şurada
hazırlıklı olunuz" diyeceklerdir. Bu
canlı varlıklar başımıza gelecek her
olay, karşımıza çıkacak her gelişme
önünde bize uzun, ayrıntılı ve yerli yerinde açıklamalar
sunacaklardır. işte o zaman Kur'an'ın
yararlı ve hayat dolu bir gerçek olduğuna dikkat
çeken Yüce Allah'ın şu buyruğunun
anlamını kavrayabileceğiz:
"Ey müminler, Allah ve Peygamber size hayat verecek
gerçeğe çağırdıklarında onlara olumlu
karşılık veriniz." (Enfal Suresi, 24)
Kur'an mesajı, bir hayat çağrısıdır,
sürekli ve yenilenen bir hayata çağrıdır. Onun
çağrısı, tarihin eski bir dönemi ile sınırlı
bir hayata ilişkin değildir.'
Bu bölüm eski ümmetlerin hayat tecrübelerinden iki
tanesini dikkatlerimize sunuyor. Bu iki tecrübeyi bu ümmetin
tecrübe birikimine ekliyor. Bu tecrübeler aracılığı
ile müslüman toplumu, üstlenmiş olduğu son derece büyük
görev sebebiyle ve iman kökenli inanç sisteminin, bu son
derece hareketli tarih sürecinin mirasçısı
sıfatıyla hayatı boyunca yüzyüze geleceği
değişik gelişmelere karşı eğitmeyi
amaçlıyor.
Kur'an, bu tecrübelerden ilkinin kimlerin başından
geçtiğini belirtmiyor, yalnız tecrübeyi kısa,
fakat anlaşılabilecek uzunlukta anlatmakla yetiniyor.
Sözkonusu olay "Ölüm korkusu ve binlerce kişilik
bir kalabalık halinde yurtlarından ayrılan"
bir topluluğun tecrübesidir. Fakat bu yurtlarını
terk ediş, bu kaçış, bu sakınma onlara hiçbir
yarar sağlamıyor; korkusu yüzünden yurtlarını
terk ettikleri ilâhi kader yakalarına yapışmakta
gecikmiyor ve bunun sonucu olarak yüce Allah kendilerine
"ölün" buyuruyor. Böylece öldürdükten bir süre
sonra onları yeniden diriltiyor. Yani ne ölümden kaçma
çabalarının bir faydasını görüyorlar ve
ne de yeniden dirilmek için bir çaba harcıyorlar. Her iki
olaya da ilâhi kader yön veriyor.
Kur'an, bu tecrübenin ışığı
altında müminlere dönerek onları sâvaşmaya,
mallarını Allah yolunda; hayatın ve malın
bağışlayıcısı olan ve hayatı
da malı da dilediğinde geri alabilen Allah'ın
yolunda harcamaya teşvik ediyor.
İkinci tecrübe, yahudilerin Hz. Musa'dan (selâm
üzerine olsun) sonraki hayatlarında meydana geliyor. Yani
yahudilerin egemenliklerini yitirdikten, kutsal değerleri
yağmalandıktan, düşmanlarına boyun
eğmelerinden, Rabblerinin hidayetinden ve peygamberlerinin
direktiflerinden sapmaları sebebiyle birçok acılar
tattıktan sonraki karanlık dönemlerine ilişkin
bir tecrübe karşısındayız. Fakat bir süre
sonra vicdanlarında yeni bir silkinme, derlenip toparlanma
arzusu belirir, kalplerinde küllenmiş olan inanç uyanmaya
yüztutar, bunun sonucunda Allah yolunda savaşma özlemi
duyarak peygamberlerine "Başımıza bir hükümdar
getir de onun emri altında Allah yolunda savaşa
girelim" derler.
Kur'an'ın son derece düşündürücü bir ifade
tarzı ile anlattığı bu tecrübe, bazı
gerçekleri gözlerimizin önüne seriyor, o günün müslüman
toplumuna ilişkin mesajlar taşımasına ek
olarak her dönemdeki müslüman topluma yönelik düşünceleri
kamçılayıcı birtakım güçlü mesajlar da
içeriyor.
Bu tecrübenin bir bütün olarak gözler önüne serdiği
genel karakterli ibret dersi şudur: Bu inanç kaynaklı
toplumsal ayaklanma, patlama daha başlangıçta
hareketi zedeleyen birçok eksikliğe ve zaaf belirtilerine
ve yolun ilerdeki aşamalarında ondan bölük bölük
yüz çeviren dönek taraftarlarının ihanetlerine
rağmen, bütün bu olumsuzluklara karşın, bir avuç
imanlı taraftarının bu toplumsal
başkaldırıya ısrarla bağlı
kalması, İsrailoğulları'na son derece
önemli kazanımlar getirdi. İsrailoğulları
bu onurlu başkaldırma sonunda haysiyet
kırıcı bir bozgunun, utanç verici bir perişanlığın,
uzun bir sürgünlük ve zorbaların çizmeleri altında
ezilme döneminin arkasından zafere, egemenliğe ve
şerefli bir bağımsızlığa
ulaştılar. Bu parlak zaferleri Hz. Davud ve onun
arkasından gelen Hz. Süleyman (selâm üzerine olsun)
peygamberlerin hükümdarlık dönemlerinde elde ettiler. Bu
dönem İsrailoğulları devletinin yeryüzünde ulaştığı
başarıların doruk noktasını
oluşturur. Yahudi tarihçileri bu dönemlerini "Altın
dönem" diye anarlar. Yahudiler "Peygamberler
Dönemi" olarak bilinen bu tarih dönemlerinin daha önceki
aşamasında böyle bir başarıyı hiç yaşamamışlardı.
Bu başarı tümü ile doğrudan doğruya uzun
yıllar koyu bulutlar arkasında kalan bir inancın
parlamasının toplumsal bir ayaklanmaya dönüşmesinin
ve bir avuç inanmış taraftarının Calut'un
askeri gücü karşısında gösterdiği
yiğitçe direnişin ürünüdür.
Bu tarihi tecrübenin ayrıntılarında
yansıyan bazı ibretler daha vardır ki, bunlar her
dönemde yaşayan müslüman toplumlar için son derece değerlidir.
Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
Toplumsal heyecanlar dış görünüşlerine göre
değerlendirildiğinde liderleri aldatabilecek
niteliklere sahiptirler. Bundan dolayı liderler, sözkonusu
heyecanların etkisiyle savaşa girişmeden önce
onları mihenk taşına vurmalı, iyice ölçüp
tartmalıdırlar.
Nitekim bu tarihi tecrübede ileri gelen yahudilerden oluşmuş
bir grup, Peygamberlerine başvurarak ondan
başlarına bir hükümdar geçirmesini ve bu hükümdarın
önlerine düşüp din düşmanları ile
yapılacak savaşta kendilerine komutanlık
etmesini, egemenliklerini ve Hz. Musa ile Hz. Harun (selâm
üzerlerine olsun) ailelerinden kalma kutsal emanetler ile
birlikte bütün mallarını ellerinden almış
olan düşmanları ile girişilecek
hesaplaşmaya önderlik etmesini isterler. Peygamberleri
savaşmaya kesinlikle kararlı olup
olmadıklarını anlamak üzere kendilerine; "Ya
eğer savaş size farz kılınınca bu emre
karşı gelip savaşmazsanız?" deyince
bu söz ağırlarına gider ve
peygamberlerine; "Yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan
ayrı düşürüldüğümüze göre niçin savaşmayalım?"
diye karşılık verirler.
Fakat bu heyecanın ateşi çok geçmeden sönmeye
yüz tutar, kıssada anlatıldığı gibi
yolun çeşitli aşamalarında iyice zayıflar.
Okuduğumuz ayetlerin bir yerinde bu eğilim "Fakat
savaşmak kendilerine farz kılınınca pek
azı hariç, hepsi yan
çizdiler" diye açıkça
vurgulanır.
Gerçi yapılan anlaşmayı bozmak, verilen sözü
yerine getirmemek ve yarı yolda bırakıp
ayrılmak yahudilerin ötedenberi bilinen bir huyu, bir
özelliğidir, ama bu eğilim, imana dayalı
eğitim düzeyi pek yüksek olmayan bütün toplumlarda
genellikle rastlanabilecek ortak insani eğilimdir. Tabii
ki, bu durum, her kuşaktan müslüman toplumların
lider kadrolarının başına da gelebilir. Bu yüzden
bu tür durumlarda bu tarihi tecrübenin verdiği dersten
yararlanmak, yerinde olur.
Tarihi tecrübenin ayrıntılarından
derlediğimiz diğer bir ibret dersi de şudur: Bu tür
toplumsal heyecanların, halkın kollektif
vicdanından kaynaklanan toplumsal patlamaların
dayanıklılık derecesini bir defa sınavdan geçirmekle
yetinmemek gerekir.
Nitekim bu tecrübeyi yaşayan
İsrailoğulları'nın çoğunluğu,
istekleri olumlu karşılanarak omuzlarına
savaşma yükümlülüğü bindirilir-bindirilmez yan
çizdiler. Geriye peygamberleri ile yaptıkları
anlaşmaya bağlı kalan küçük bir azınlık
kaldı. Bunlar da Talut'un komutası altında sefere
çıkan askerlerdi. Hatırlanacağı gibi bu
ordu, Talut'un hükümranlığa ve komutanlığa
lâyık olup olmadığına ilişkin
yoğun tartışmaların, O'nun
başlarına yüce Allah tarafından
getirildiğinin kanıta bağlanmasının ve
bunun belirtisi olarak peygamberlerinden kalan kutsal emanetleri
içeren sandıklarının meleklerce
taşınarak önlerine getirilmesinin arkasından
yola çıkabilmişti. Buna rağmen bu ordunun çoğunluğu
daha ilk aşamada geride kaldılar, askerlerin çoğunluğu
komutanları tarafından gerçekleştirilen daha ilk
sınavda başarısız not aldılar. Ayette
bu sınav aynen şöyle anlatılıyor; "Talut,
ordusu ile birlikte sefere çıkınca
askerlerine dedi ki `Allah sizi bir ırmak
aracılığı ile sınavdan geçirecek. Kim
bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir.
Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile
yetinirse o bendendir.' Çok azı dışında
askerler bu ırmaktan kana kana su içtiler."
Fakat ırmağın suyundan içmeyen bu "çok
az kişi" de direnmelerini sonuna kadar sürdüremediler.
Dehşetin somutlaşmış görüntüsü, yani düşmanın
kalabalıklığı ve gücü karşısında
moralleri bozuldu ve kalpleri sarsıldı. "O
ırmağı geçince askerlerin bir kısmı
`Bugün bizim Calut ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz
yok' dediler."
Bu çözülme karşısında çok küçük ve
seçkin bir azınlık direnişini sürdürdü,
bunlar Allah'a güven ve bağlılık duygusu içinde
şöyle dediler; "Allah'ın izni ile nice az
sayılı topluluk, kalabalık topluluğu
yenilgiye uğratmıştır. Hiç şüphesiz
Allah sabredenlerle beraberdir." İşte terazinin
kefelerinden birinin ağır basmasına yolaçan,
dengeyi değiştiren, savaşta zaferi kazanarak
şerefi ve egemenliği hakeden ordu, bu bir avuç inanmış
gruptu.
Bu tarihi tecrübenin olayları arasında gizlenen
bir başka ibret dersi de yapıcı, kararlı ve
inanmış liderliğe ilişkindir. Talut'un, bu
vasıfları tümü ile kişiliğinde biraraya
getirdiği görülür. Bu tecrübeyi okurken O'nun insan
psikolojisini çok iyi bildiğini, heyecanın
dışa vuran coşkunluğuna
aldanmadığını, ilk sınavla
yetinmediğini, savaştan önce askerlerinin itaatkârlık
ve kararlılık derecelerini deneyden geçirdiğini,
zaaf gösteren askerlerini ayırıp geride
bıraktığını ve son olarak da -ki en
önemlisi budur- arka arkaya yaptığı denemelerin
ardından askerleri sayıca iyice
azaldığı, yanında sadece bir avuç seçkin
ve sebatkâr bir savaşçı grubu kaldığı
halde hiç moralini bozmadan, halis imanın gücüne ve
Allah'ın müminlere yönelik destek vaadine güvenerek
cesurca savaşa girebilmesidir.
Son ibret dersini de savaşın
akışını izlerken algılıyoruz: Yüce
Allah'a bağlı bir kalbin ölçüleri, kriterleri ve
düşünceleri inanmayanlardan farklıdır. Çünkü
böyle bir kimse sınırlı ve basit realitenin
ötesine uzanaràk kesin ve sürekli realiteye kavuşur.
Ayrıca sınırlı ve basit realitenin
dışındaki herşeyi geniş bir
perspektifle görür. Nitekim bu kıssada
kararlılığını sonuna kadar sürdürerek
savaşa giren ve zaferi elde eden bir avuç inanmış
azınlık tıpkı "Bugün
bizim Calut'la ve ordusu
ile başa çıkacak gücümüz yok" diyenler
gibi sayıca düşmandan az olduklarını görüyorlardı.
Fakat durum hakkında o yılgınların
vardıkları hükme varmamışlar,
onlarınkinden çok farklı bir hükme vararak "Allah'ın
izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık
topluluğu yenilgiye uğratmıştır" dediler.
Arkasından da Rabb'lerine el açarak "Ey Rabbimiz,
üzerimize sabır yağdır,
ayaklarımızı yere sağlam basmamızı
sağla ve kâfirlere karşı bize zafer nasip
eyle" diye dua ettiler. Bunlar güç dengesinin
kâfirlerin elinde olmadığını, bunun
sırf Allah'ın elinde olduğunu biliyorlardı,
bu bilinçle zaferi Allah'tan istediler ve zaferin asıl
sahibi olması hasebi ile onu dilediğine veren
Allah'ın elinden buna kavuştular. '
İşte insan, gerçek anlamda Allah'a bağlanınca,
olaylara ve gelişmelere ilişkin düşünceleri ve
ölçüleri böylesine değişir. Böylece bu tür
kalpler için kesin bir realite olan Allah'ın vaadine
dayalı hesaplar yapınanın, gözlerin gördüğü
basit realiteye dayalı hesaplar yapmaktan daha gerçekçi
bir tutum olduğu kanıtlanmış oluyor.
Bu kıssanın içerdiği
bütün mesajları istesek de kavrayamayız. Çünkü
tecrübelerimizden de öğrendiğimiz gibi- Kur'an ayetleri
kalplere yönelik mesajlarını, kalplerin içinde
bulundukları durum ve bu durumların ortaya çıkardığı
ihtiyaçlar oranında sunarlar ve her zaman ihtiyaç oranında
mesaj birikimlerini kalplere açarlar.
|
|