|
231- Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini
doldurdukları zaman ya onları meşru biçimde
tutun ya da yine meşru biçimde bırakın.
Sakın onlara zarar vererek Allah'ın
sınırlarını çiğnemek amacı ile
kadınları alıkoymayın. Kim bunu yaparsa
kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini
alaya almayın. Allah'ın size
bağışladığı nimetleri ve öğüt
vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti
hatırınızdan çıkarmayın. Allah'tan
korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin.
232- Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini
doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları
ile meşru biçimde anlaşırlarsa evlenmelerine
engel olmayın. Bu, içinizdeki Allah `a ve Ahiret gününe
inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza
en temiz ve en iffetli yoldur. Allah bilir, fakat siz
bilemezsiniz.
Evlilik hayatının havasına meşruluk,
iyilik ve güzellik egemen olmalıdır. İster bu
hayat sürsün, isterse ipleri kopmuş olsun, bu durum
değişmemelidir. Üzme ve sıkıntıya
sokma niyeti, bu hayatın unsurları arasına
girmemelidir. İnsanları bunalımlara sürükleyen
ayrılık ve boşanma durumunda böylesine yüksek
düzeyli bir hoşgörünün varolabilmesi için mutlaka
yeryüzü hayatının şartlarına
bağımlı olmayan yüce bir unsur, vicdanları
kinlerden ve kıskançlıklardan uzak ve yüksek tutan,
hayat ufkunu ve perspektifini yaşanılan anın ve
somut şeylerin ötelerine doğru genişleten bir
faktör gereklidir. Bu, yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanma
faktörüdür. En büyük nimet olan iman nimetinden vücut sağlığına
ve kendisine bahşedilen çeşitli rızıklara
kadar Allah'ın sayılamayacak derecedeki nimetlerini
ancak bu imanı kalbinde taşıyan bir mümin hatırına
getirebilir. Yine ancak bu unsuru barındıran insan
Allah korkusunu kalbinde taze tutar ve
başarısızlıkla sonuçlanan evliliğinin,
elinden çıkan nafakanın
karşılığını O'ndan bekler.
İşte burada, halen devam eden ya da ipleri kopmuş
evlilik hayatına meşruluğun, iyiliğin ve güzelliğin
hakim olması gerektiğini anlatan bu iki ayet, bu yüce
unsuru zihinlerde canlandırmak istiyor.
Cahiliye döneminde kadın, cahiliye düzeninin kabalık
ve sapıklığına denk düşen baskı
ve sıkıntılarla karşı karşıya
idi. O daha küçük bir çocuk iken bu baskılar kendini gösterir,
kimi zaman da diri diri toprağa gömülürdü. En
şanslı zamanında horlama, sıkıntı
ve ezilmişlik altında yaşardı.
Evlendiği zaman kocasının mallarından bir
mal sayılır, dahası, deveden ve attan daha ucuz,
daha değersiz tutulurdu. Bu sıkıntı ve
baskılar boşanınca da şiddeti artarak sürerdi.
Çünkü eski kocası razı olup izin vermedikçe
evlenmesi engellenirdi. Bazan da eski kocasına yeniden dönmek
ister, fakat bu dönüşüne bu defa ailesi karşı
çıkardı. Genellikle de hor,
aşağılık ve önemsiz görülürdü.
Toplumsal konumu o günün dünyasına egemen olan
diğer cahiliye toplumlarındaki kadın konumu ile
tıpatıp aynı idi.
Sonra İslâm geldi ve kadının hayatına,
bazı örneklerini yukardaki ayetlerde gördüğümüz
ılık rüzgârların serinliğini estirdi...
Gelir-gelmez ona yönelik bakış açısının
düzeyini yükselterek kadın ile erkeğin yüce Allah
tarafından yaratılan aynı "nefs" bütününün
ayrılmaz birer parçası olduklarını ilân
etti... Gelir-gelmez iyi niyetle sürdürülen karı-koca
ilişkilerini ibadet mertebesine yükseltti. Şunu da
belirtelim ki, kadın bu hakların hiçbirini istemiş
değildi, hatta daha önce onların
varlığından bile haberi yoktu. Bu hakların
hiçbirini erkek de istememişti, istemek bir yana onlar
aklının ucundan bile geçmiş değildi. Bu
haklar her iki cinse ve tüm insanlığın toplumsal
hayatına yüce Allah'ın
karşılıksız bir keremi, bir rahmeti olarak
bağışlanmıştı.
"Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini
doldurdukları zaman ya onları meşru biçimde
tutunuz ya da yine meşru biçimde bırakınız.
Sakın onlara zarar vererek Allah'ın
sınırlarını çiğnemek amacı ile
kadınları alıkoymayınız."
Buradaki "bekleme süresini doldurmak"tan maksat;
bir önceki ayette anlatılan bekleme süresinin sonuna
yaklaşmaktır. Bu sürenin sona ermesine doğru
erkek iyi geçinmek niyeti ile ve meşruluk
sınırları içinde kalarak kadına dönecek-ki
kadını "iyilikle tutmak" bu demektir- ya da
bekleme süresinin dolmasını bekleyerek
kadının kendisinden kesinlikle umut kesmesini
sağlayacak. -Ki kadını "iyilikle
salıvermek, bırakmak- bu anlama gelir-. Bu arada erkek,
kadını sıkıntıya sokmayacak, ondan
boşama karşılığında fidye
istemeyecek ve istediği erkekle evlenmesine engel
olmayacaktır:
"Sakın onlara zarar vererek Allah'ın
sınırlarını çiğnemek amacı ile
kadınları alıkoymayın."
Bu tutumun tipik bir örneğini, eşine
karşı takındığı tutumu az yukarda
naklettiğimiz Ensar'dan bir müslümanın
karısına söylediği "vallahi, seninle ne bir
daha biraraya gelirim ve ne de senden ayrılırım"
biçimindeki sözlerde okumuştuk. İşte bu,
kadını "iyi olmayan biçimde tutmak; zarar vermek
amacı ile alıkoymak"tır ki, İslâm'ın
hoşgörüsü buna razı olamaz. Nitekim bu "zarar
verme amaçlı alıkoyma uygulaması"
incelemekte olduğumuz ayetlerde tekrar tekrar
yasaklanmaktadır. Çünkü, örneklerinin çokluğundan
da anlaşıldığı gibi bu tutum, o günün
Arap toplumunda yaygındı. Ayrıca İslâm'ın
eğitiminden geçmemiş ve imanın yüceltici desteğinden
yoksun kalmış her toplumda, her sosyal ortamda bu tip
kötü uygulamaların yaygınlaşması
doğaldır.
Burada Kur'an-ı Kerim, en soylu duyguları
uyarıyor, aynı anda hem Allah'tan utanma duygusunu ve
hem de Allah korkusu bilincini birlikte harekete geçiriyor,
arkasından bütün bu psikolojik etkenleri, vicdanları
cahiliye gelenekleri ile bu zihniyetin tortularından
kurtararak elinden tutup yükseltmeyi hedeflediği onurlu ve
yüce düzeye çıkarmak üzere seferber ediyor:
"Kim böyle yaparsa kendine yazık etmiş olur.
Allah'ın ayetlerini alaya almayın. Allah'ın size
bağışladığı nimetleri ve öğüt
vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti
hatırınızdan çıkarmayın, Allah'tan
korkun ve O'nun herşeyi bildiğini bilin."
Boşanmış kadını, ona zarar vermek,
haklarından yoksun bırakmak amacı ile oyalayan,
alıkoyan kimse kendine yazık eder. Çünkü o kadın
da kendi nefsinden türemiş bir kardeşidir. Buna göre
ona zulmetmekle aynı zamanda kendine zulmetmiş olur.
Ayrıca nefsini günaha sürüklediği için ve Allah'a
itaat etmekten alıkoyduğu için de nefsine zulmetmiş
olur. Bu, ayette vurgulanan birinci noktadır.
Yüce Allah'ın aile dirliğine ve boşamaya
ilişkin ayetleri son derece açık, hedefi belirgin ve
ciddidir. Bu ayetler aile hayatını düzene koymayı,
onu doğruluk ve ciddiyet temelleri üzerine oturtmayı
amaçlar. Erkek, bu ayetleri kadına zarar vermek, onu
sıkıntıya sokmak amacı ile kullanmaya
kalkışabilir, bu maksatla yüce Allah'ın emniyet
sübabı ve rahatlasınlar diye
tanıdığı bazı kolaylık imkânları
ile oynayabilir. Bu arada yüce Allah'ın karı-koca
hayatını yeniden kurmak, düzeltmek için erkeğe
tanıdığı eşine dönme yetkisini kadını
baskı altında tutmanın, onu mutsuz etmenin
aracı olarak kullanabilir. Ama bu söylediklerimizden
sadece birini yapması dahi yüce Allah'ın ayetlerini
alaya alması anlamı taşır. Bu da günümüzde
müslüman olduğunu iddia eden cahiliye karakterli İslâm
(!) toplumlarında gördüğümüz tutumdur. Bu sahte
İslâm toplumlarında fıkıh
kolaylıkları baskı, hile ve fesat aracı
olarak kullanılıyor. Bu amaç dışı
kullanımların en kötü örneğini de boşama
yetkisinin kötü niyetli kullanımı oluşturuyor.
Yüce Allah'tan hiç utanmadan O'nun ayetleri ile alay edenlere,
onları arzularının oyuncağı haline
getirenlere yazıklar olsun.
Okuduğumuz ayetler, müslümanlara Allah'ın
nimetlerini, kendilerine öğüt vermek amacı ile
indirilen Kitabı ve hikmeti hatırlatmakla utanma ve
nimetleri itiraf etme duygularını uyarmayı amaçlıyorlar.
O günün müslümanlarına Allah'ın kendilerine yönelik
nimetlerini hatırlatmak, hayatlarının tüm
alanlarını etkilemiş olan somut ve geniş
çaplı gelişmelerin anılarını
tazeleyici bir nitelik taşıyordu.
İlk müslümanların öncelikle hatırlayacakları
ilâhi nimet, doğrudan doğruya bir "ümmet"
sıfatıyla varlık sahnesine çıkarılmaları
idi. Gerek kentlerde ve gerekse çöllerde yaşayan Araplar
İslâm'dan önce ne idiler ki? onlar adı anılmaya
değer bir varlık değillerdi. Dünya onları
ne tanıyordu ne de varlıklarından
haberdardı. O dönemde Araplar ne ağırlığı
ve ne de değeri olmayan bölük-pörçük gruplar halinde
yaşıyorlardı. İnsanlığa verecek hiçbir
şeyleri yoktu ki, başkaları tarafından
tanınsınlardı. Hatta onların kendi ihtiyaçlarını
karşılayabilecekleri bir şeyleri bile yoktu.
Kelimenin tam anlamıyla hiçbir şeyleri yoktu. Ne maddî
ne de manevi hiçbir şey... Bir defa son derece
perişan bir yoksulluk içinde yaşama savaşı
veriyorlardı. Yalnız aralarında küçük bir azınlık
refah içinde yaşıyordu. Ama bu refah son derece kaba,
basit, seviyesiz bir refahtı, tıpkı inlerinde av
etleri yığılmış, buna rağmen aç
duran yırtıcı hayvanların refahı gibi.
Onlar aynı zamanda akıl, ruh ve duygu yoksulu
idiler. İnançları basit, saçma ve derme-çatma idi.
Hayat düşünceleri ilkel, geri ve dar ufuklu idi.
Hayattaki amaçları; yağma amaçlı
baskınlar, acımasız vuruşmalar,
eğlence, içki, kumar, kısacası küçük ve basit
zevklerden ibaretti.
Onları bu karanlık kuyudan çıkarıp
kurtaran İslâm oldu. Hatta onları yeniden varetti.
Onlara bütün insanlık tarafından
tanınmalarını sağlayacak derecede, önemli
bir varoluş bağışladı. Onlara
insanlığa aktarabilecekleri değerler sundu.
Onlara varlık alemini daha önce hiçbir inanç sisteminin
yorumlayamadığı doyuruculukta yorumlayabilen
kapsamlı ve büyük bir inanç sistemi iletti. Bu inanç
sistemi onlara tüm insanlığın
başarılı ve seviyeli önderleri olma imkânını
verdi. Ayrıca bu inanç sistemi onlara orjinal bir kişilik
kazandırdı; böylece daha önce varlıklarından
hiçbir yerde sözedilmezken bu inanç sistemi sayesinde dünya
milletleri ve devletleri arasında seçkin bir yer elde
ettiler. Bunun yanısıra bu inanç sistemi onlara güç
verdi; dünya onları bu güçle tanıdı ve hesaba
katmak zorunda kaldı. Oysa daha önce ya çevrelerindeki
imparatorlukların köleleri ya da hiç kimse tarafından
fark edilmeyecek derecede hesap dışı idiler.
İslâm onlara servet de verdi, dünyanın dört bir
yanına yönelik fetihler sayesinde zengin oldular. Bütün
bunlardan daha önemli olarak İslâm onlara her alanda barış
sundu; gönüllerine, evlerine ve içinde yaşadıkları
topluma barış getirdi. Onlara kalp huzuru, gönül
rahatlığı, vicdan dirliği, sistem ve yol
istikrarı bağışladı. Onlara onurlu ve yüksek
seviyeli bir bakış açısı
kazandırdı. Onlar yeryüzünün çeşitli bölgelerindeki
yolunu şaşırmış cahiliye
toplumlarına bu açıdan bakıyor ve yüce Allah'ın
hiç kimseye vermemiş olduğu bir nimeti kendilerine
verdiğini somut bir biçimde görüyorlardı.
Bundan dolayı, yüce Allah, okuduğumuz ayette
onlara nimetlerini hatırlatınca onlar fazla bir
uğraşa gerek kalmadan kendi hayatlarında gerçekleşen
gelişmelerin anılarını tazeliyorlardı.
Çünkü onlar cahiliye dönemini ve arkasından
İslam'ı bizzat kendi hayatlarında yaşayan
bir kuşaktı. Ancak insanın tasarlama kapasitesini
aşan bir olağanüstülüğün gerçekleştirebileceği
uzun süreli bir geçiş döneminin, bir devrim sürecinin
canlı şahitleri idi onlar. Onlar bu nimeti, yüce
Allah'ın kendilerine indirdiği öğüt dolu
kitapta ve hikmette somutlaşmış olarak
hatırlıyorlardı. Kur'an-ı Kerim, onlara
"size indirilen" buyuruyor, kendilerine ikinci
şahıs (muhatap) zamiri ile sesleniyordu. Bu ifade
onlara bağışlanan nimetinin büyüklüğünü,
özverinin hesapsız bolluğunu ve nimetin kendi
kişiliklerine içiçe girmiş niteliğini
duyuruyordu. Yüce Allah onlara bu ayetleri peyderpey indiriyor
ve bu ayetlerden ilahi sistem oluşuyordu. Bu sistemin bir
parçası da sosyal hayatın temeli olan aile kurumuna
ilişkin hukuk düzeni idi.
Daha sonra bu ayette onların kalplerine ikinci ve son
bir uyarının esintilerini yansıtıyor. Bu
uyarı onları Allah korkusu ile titretiyor ve
kendilerine O'nun herşeyi bildiğini
hatırlatıyor:
"Allah'tan korkun ve O'nun herşeyi bildiğini
bilin."
Böylece Allah'tan utanma ve O' na şükretme bilincinden
sonra korku ve sakınma bilinci harekete geçiriliyor, bu
bilinç vicdanı avuçları içine alarak hoşgörü,
nezaket ve sorumluluk yolunda ilerletiyor.
Bir sonraki ayet, bekleme süresi dolan boşanmış
kadının meşru biçimde uyuşmaları
halinde tekrar eski kocasına dönmesine engel olunmasını
yasaklıyor:
"Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini
doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları
ile meşru biçimde anlaşırlarsa tekrar
evlenmelerine engel olmayın."
Tirmizi'nin verdiği bilgiye göre Peygamberimiz zamanında
Ma'kıl b. Yasar'ın kız kardeşi bir müslümanla
evlenmişti. Bu evlilik bir süre devam ettikten sonra adam,
Mak'il'in kız kardeşini boşadı ve bekleme süresi
içinde de bir daha eşine dönmedi. Fakat bir süre sonra
karşılıklı olarak birbirlerine dönmek
istediler. Bunun üzerine adam, eski karısına tekrar
talip oldu. Ama Ma'kil'in adama verdiği cevap şu oldu;
"Alçakoğlu alçak! Seni adam yerine koyarak kız
kardeşim ile evlendirdim, sen ise onu boşadın.
Vallahi, o sana bir daha hiç dönmeyecek."
Fakat kocanın hanımına ve kadının da
eşine olan ihtiyacını herkesten iyi bilen yüce
Allah bu ,olay üzerine "Kadınları
boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları
zaman..." diye başlayıp "Allah
bilir, fakat siz bilmezsiniz" diye
sona eren (yukardaki) ayeti indirdi.
Ma'kil, bu ayeti duyunca "Rabbimin emri
başım-gözüm üzerine" diyerek hemen adamı
çağırdı ve kendisine; "Onu sana veriyorum,
tekrar evlenebilirsiniz" dedi.
Yüce Allah'ın kalplerin samimi arzularını böylesine
müşfik bir yaklaşımla
karşılaması, O'nun kullarına yönelik
merhametinin bir yönünü açığa çıkarır.
Ayette genel olarak Allah'ın kullar hesabına
dilediği kolaylaştırma, Kur'an kaynaklı
sistemin müslüman cemaate uyguladığı
eğitim metodu, insanların hayattaki bütün somut
problemlerine her durumda cevap veren bu tutarlı sistem
aracılığı ile müslümanlara bağışladığı
nimetin geniş çaplılığı gözler
önüne seriliyor.
Bu ayette, uyarı ve yasaklamanın arkasından,
ayrıca müslümanların kalpleri ve vicdanları da
harekete geçirilmek isteniyor:
"Bu, içinizdeki Allah'a ve Ahiret gününe inananlara
yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en
temiz ve en iffetli yoldur. Allah bilir, fakat siz
bilmezsiniz." Bu ilâhi öğüdü
kalplere ulaştıracak olan temel faktör, Allah'a ve
Ahiret gününe imandır. Eğer kalpler, şu yeryüzünden
daha geniş ufuklu bir aleme bağlı olursa,
alış-verişlerinde Allah'ı ve O'nun
hoşnutluğunu ön-plânda tutarlarsa, yüce Allah'ın
daha arınmışı ve daha temiz olanı
dilediğinin bilincinde olurlarsa, bu durum, müminleri doğal
olarak Allah'ın uyarısına olumlu
karşılık vermeye teşvik eder; gerek
kendileri ve gerekse toplumları hesabına
arınmışlığı ve temizliği
ganimet bilmelerini sağlar. Eğer kalpler, kendileri için
bu yolu seçenin insanların bilmedikleri şeyleri bilen
bir merci olduğunu somut bir algı biçiminde
kavrarlarsa bu da, onların gönül rızası ile bu
tercihi benimsemeye kalplerini elverişli hale getirir.
Böylece ayet, bu meseleyi tümü ile ibadet düzeyine
yükseltip yüce Allah'a bağlıyor; onu yeryüzü
lekelerinden, sosyal hayatın iğrençliklerinden, boşanma
ve ayrılık havâsının kaçınılmaz
gerginlik ve kutuplaşmalarından
arındırıyor.
ANNE-BABA VE ÇOCUK
Aşağıdaki hüküm, boşanma olayından
sonra çocukların emzirilmesi meselesine ilişkindir.
Aile hukuku, eşler arasında boşanmadan sonra
bile sona ermeyecek olan ilişkiye, yani her ikisinin ortak
katkısı ile meydana gelen ve ikisini de birbirine kopmaz
bağlarla bağlayan çocuk meselesine mutlaka açıklık
getirmelidir. Ana baba birlikte yaşayamaz duruma gelince her
ikisine de ait olan bu yavruya tüm ihtimaller gözönünde
bulundurularak belirli ve ayrıntılı garantiler
sağlanmalıdır:
|
|