|
220- Sana yetimler hakkında soru sorarlar. De ki;
Onların durumlarını düzeltmek hayırlı
bir iştir. Eğer kendileriyle birarada
yaşıyorsanız, onlar artık
kardeşlerinizdir. Allah kimin işleri bozucu ve kimin düzeltici
olduğunu iyi bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi zora
koşardı. Hiç şüphesiz Allah üstündür ve
hikmet sahibidir.
YETİMİN KORUNMASI
Sosyal dayanışma, İslâm toplumunun temelini
oluşturur. Müslüman cemaat, birlikte yaşadığı
güçsüzlerin ihtiyaçlarını gözetmekle
yükümlüdür. Bu arada ana-baba desteğinden yoksun olan
yetimleri gözetmek ve korumak bu alanın öncelikli
görevlerindendir. Yetimlerin kendileri gözetilecek ve malları
korunacaktır.
İslam'dan önceki dönemde yetimlerin vasilerinden (koruyucu)
bazıları yetimlerin yiyecekleriyle kendi yiyeceklerini
karıştırıyor, onların
mallarını kendi mallarıyla birleştirerek
birarada ticarete sokuyorlardı. Bu durum, kimi zaman
yetimlerin zarara uğramalarına,
aldatılmalarına yolaçıyordu. Bunun üzerine
yetimlerin mallarını yiyenleri korkutma mesajı içeren
ayetler indi. O zaman da takva sahibi müslümanlar aşırı
bir çekingenliğe kapıldılar. Öyle ki,
yetimlerin yiyeceklerini kendi yiyeceklerinden ayırdılar.
Bunun sonucu olarak şu tür olaylar yaşanmaya
başladı. Evinde yetim besleyen biri yetime kendi
malından yemek veriyor. Eğer bu yemeğin bir
kısmı artarsa ya yetim sonra gelip bu yemeği
yiyor ya da bozulduğu için dökülüyordu! Böylesine aşırı
bir titizlik İslâm'ın özüne uygun değildi.
Üstelik bu durum zaman zaman yetimin zarara uğramasına
yolaçıyordu.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim, meseleye bir
daha eğilerek müslümanları orta yola ve
kolaylığa yönelmeye, bu ölçüler içinde yetimin
yararını aramaya, malını onun işine
yarayacak şekilde kullanmaya çağırdı.
Yetimlere yarar sağlamak, onların mallarını
ayırmaktan daha hayırlı idi. Eğer yetime
yarar sağlıyorsa onun malını kendi
malına karıştırmanın
sakıncası yoktu. Çünkü yetimler, vasilerinin, bakımlarından
sorumlu olanların kardeşleri idi. Hepsi İslâm
kardeşi idi, hepsi de büyük İslâm ailesinin
üyeleri idi. Allah kimin yıkıcı ve kimin
yapıcı olduğunu iyi bildiği için önemli
olan, işin dış görünüşü ve biçimi değil,
işi yapanın niyeti ve sonucu idi. Yüce Allah,
müslümanları zora koşmayı,
sıkıntıya sokmayı ve kullarına yüklediği
görevlerin onlara zorluk çıkarmasını
istemiyordu. Eğer istese onları böyle zor
yükümlülüklerin altına sokardı, ama O, böyle bir
şeyi istemez. O, üstün iradelidir ve hikmet sahibidir.
Buna göre O, dilediğini gerçekleştirmeye muktedirdir,
fakat hikmet sahibi olduğu için hayırlı, kolay
ve yararlı olanı ister.
Böylece yetimlere yardım meselesi tümü ile yüce
Allah'a bağlanıyor, inanç sisteminin ve hayatın
çevresinde döndüğü ana eksene tutturuluyor. Bu durum,
bu inanç sistemine dayanan yasal düzenleme sisteminin temel
özelliğidir. Bu sistemin yürümesindeki teminatın
vicdanların derinliklerinden gelen bir isteğin
ürünü olduğu kabul edilmezse dışarıdan
gelen etkilerle olabileceğini söylemek asla mümkün değildir.
AİLE HUKUKU
Biz bu bölümde aile hukukunun bir yönü ile karşı
karşıya geliyoruz. İslâm cemaatinin, müslüman
toplumu ayakta tutan ana sütun ile ilgili yasal düzenlemelerin
bir bölümünü inceleyeceğiz. İslâm bu ana sütuna,
son derece büyük bir önem vermiş, onun yasal düzenlemesi,
korunması ve cahiliye kültürünün anarşisinden
arındırılması için büyük çaba harcamıştır.
Aile konusunu ele alan ayetlerin Kur'an'ın çeşitli
surelerinde yeraldığını görürüz. Bu
ayetler bu büyük temel sütunun ayakta kalması için
gereken bütün dayanakları içerirler.
İslâmî sosyal düzen, insan fıtratının
bütün özelliklerini, bütün gereksinimlerini, bütün
dayanaklarını gözeten bir ilâhi düzen olması
yanında bir aile düzenidir aynı zamanda.
İslâm'ın aile düzeni fıtrat kökeninden,
yaratılış kökünden, bütün canlıların,
hatta tüm yaratıkların ilk varoluş temelinden
kaynaklanır. Bu bakış açısı,
aşağıdaki ayetlerde son derece belirgindir:
"İbret alasınız diye herşeyi çift
çift yarattık." (Zariyat Suresi, 49)
"Yerden yetişen bitkileri, insanların
kendilerini ve diğer bilmedikleri yaratıkları
çift çift yaratmış olan Allah noksanlıklardan münezzehtir."
(Yasin Suresi, 36)
Bu İslâmî bakış açısı daha sonra
insana dönerek öncelikle ilk kadın-erkek çiftinin, arkasından
bu çiftten gelen soyun, daha sonra tümüyle insanlığın
meydana gelmesine kaynaklık eden ilk insanı
hatırlatır:
"Ey insanlar, sizleri bir tek insandan yaratan, ondan
eşini vareden ve ikisinden çok sayıda erkek ve
kadın meydana getiren Rabbinizden korkun" (Nisa Suresi,
1)
"Ey insanlar, biz sizleri bir erkek ile bir dişiden
yarattık, sonra birbirinizi kolayca
tanıyasınız diye sizi milletler ve kabileler
haline koyduk." (Hucurat Suresi, 13)
Sonra iki cins arasındaki fıtrî çekim gücü
vurgulanıyor. Bu çekim gücünün tek fonksiyonu cinsel
açıdan erkek ile dişiyi birleştirmesi değil,
aileler ve yuvalar oluşturmasıdır:
"Allah'ın ayetlerinden biri de kendileri ile
kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden türemiş
eşler yaratması, aranıza sevgi ve merhamet
koymasıdır." (Rum Sùresi, 12)
"Kadınlarınız sizin çocuk yetiştiren
tarlanızdır. Buna göre tarlanıza
dilediğiniz gibi varınız. Kendiniz için ileriye
dönük hazırlık yapınız, günah işlemekten
sakınınız ve mutlaka Allah'a
kavuşacağınızı biliniz. Bunu müminlere
müjdele." ·(Bakara Suresi,
223)
"Allah evleriniz i sizin
için huzur ve kaynaşma yeri yaptı." (Nahl Suresi,
80)
Burada etkisini gösteren fıtrat ile evrenin özünde ve
insanın yapısında derinliğine kök salmış
bu fıtratın içgüdülerine olumlu cevap veren aile
kurumu ile karşı karşıyayız. Bundan
dolayı, İslâm'a göre aile düzeni, insan yapısının
özünden, hatta evrende varolan cansız nesnelerin tümünün
özünden kaynaklanan, fıtrî ve doğal bir düzendir.
Burada insan için geçerli olan düzen ile insanın da
yeraldığı tüm kainat sistemi için geçerli olan
düzen arasında sıkı ilişki kurulduğunu
görüyoruz ki, bu durum İslâm'ın evrene ve insana
yaklaşım tarzını yansıtır.
Aile kurumu yeni doğan yavruyu koruyup-gözetmeyi; onu
bedenen, aklen ve ruhen geliştirmeyi üstlenmiş olan
tabii bir yuvadır. İnsan yavrusu bu yuvanın
koruyucu kanatları altında sevgi, şefkat ve
dayanışma duygularını tadar, hayatı
boyunca sürecek olan karakteristik özelliklerini kazanır,
bu yuvanın kılavuzluğu ve
ışığı altında hayata açılır,
onu yorumlar ve onunla ilişki kurar.
Canlılar arasında en uzun yavruluk dönemini insan
yavrusu yaşar. İnsanın bebeklik ve çocukluk
dönemi diğer tüm canlılardan daha uzun sürer. Zira
yavruluk dönemi soyu devam eden her canlı türünün
kendinden beklenen fonksiyonu yerine getirebilmesi için gerekli
olan bir egzersiz, bir yatkınlık kazanma, bir
hazırlık dönemidir. İnsanın görevi diğer
tüm canlıların görevlerinin en ağırı,
yeryüzündeki işlevi diğer tüm canlıların
fonksiyonlarının en önemlisi olduğu için onun
çocukluk aşaması, canlı türleri içinde en uzun
olmuş, böylece geleceğe daha iyi
hazırlanmasına, daha yoğun bir eğitimden geçmesine
imkan sağlamıştır. Bundan dolayı insan,
çocukluk dönemini ana-babasının gözetimi altında
geçirmeye diğer canlı yavrularından daha çok
muhtaçtır. İşte bu gerekçe ile istikrarlı
ve huzurlu bir aile düzeni insani düzenin ayrılmaz bir
parçası; insan fıtratının, insan
yapısının ve insanın şu hayatta
üstleneceği rolün vazgeçilmez önemli bir unsurudur.
Bilimsel araştırmalar kesinlikle
kanıtlamıştır ki, aile kurumu
dışında kalan hiçbir kurum, aile kurumunun
fonksiyonunu yerine getiremez, onun yerini tutamaz, aksine çocuğun
gelişimi ve eğitimine zararlı unsurlar içerir.
Bu hüküm özellikle çok sayıda çocuğu birarada
barındıran çocuk yuvaları düzeni için
geçerlidir. Bilindiği gibi bazı yapay ve
baskıcı ideolojiler, yüce Allah tarafından
insana sunulan dengeli, elverişli, ve fıtrî aile
düzenini, dik kafalı, anarşik ve yapay bir devrim
yolu ile yıkarak yerine bu çocuk yuvaları düzenini
koymak istediler. Bunun yanısıra kimi Avrupa
devletleri de yaşadıkları sosyal
zorunlulukların baskısı yüzünden bu düzeni
uygulamaya yöneldiler. Çünkü dini düşüncenin bağlarından
sıyrılmış Batının cahiliye
uygarlığı tarafından ateşlenen
vahşî ve barbarca savaşlarda çok sayıda çocuk
ailesini yitirmişti. Yakın dönemlerde yaşanan bu
acımasız savaşlarda savaşçı ile normal
halk, eli silâhlı asker ile silahsız zavallılar
arasında ayırım gözetilmemiştir."
Ayrıca Avrupalılar, insan doğasına uygun
sosyal ve ekonomik düzenin yerine kendi çarpık düzenini
yerleştiren cahiliye kaynaklı düşünce akımlarının
etkisinde kalarak zorunlu olmadığı halde bu
çocuk yuvaları sistemine yöneliyorlar. Bu lânet olası
uygulama çocukları ana şefkatinden ve aile
yuvasının sıcakkanlı gözetiminden yoksun bırakarak
çocuk fıtratı ve psikolojik yapısı ile çatışan
soğuk yüzlü çocuk yuvalarının
kucağına atmakta ve bu zavallı yavruların
ruh yapısında birçok komplekslerin ve çatışmaların
tohumunu ekmektedir. Bundan daha tuhaf, daha
şaşırtıcı bir şey daha var; sözkonusu
cahiliye kaynaklı sapık akımlar,
kadının ev dışında çalışmasını
ilerleme ve gericilikten kurtulma olarak sayacak kadar ileri
gitmişlerdir. İşte "lânet olası düzen"derken
kasdettiğimiz düşünce ve uygulama budur.
Yeryüzünün en değerli hazinesi olan çocukların,
psikolojik sağlığını kurban eden bir lânetli
düzendir bu. Peki bunun bedeli nedir, uğruna neslin feda
edildiği bu bedel; ailenin gelirinin biraz daha
artması veya ekonomik özgürlüğüne kavuşan (!)
ananın kendi geçimini sağlaması! Doğu ve
Batı bloklarıyla çağdaş cahiliye
uygarlığı doğal gerçeklere ters düşmekte
ve sosyal ve ekonomik düzeni bozuk temellere dayandırmaya
kalkışmada o kadar ileri gitmiştir ki, bu
uygarlık emeğini evin dışındaki
işler yerine yeryüzünün en değerli
varlığının bakımı için harcayan
kadına geçim imkanı sağlamamış ve bu yüzden
de bebeğini kreşe teslim eden anne geçimini sağlamak
için "iş"e gitmek zorunda
bırakılmıştır. (Çocuk yuvaları
deneyinin kanıtladığı ilk gerçek
şudur: Çocuk ilk iki yaş içinde psikolojik ve fıtri
olarak sadece kendisinin olan bir ana-babanın
varlığına, özellikle başka bir çocukla
paylaşmadığı bir annenin
varlığına, karşı konulmaz biçimde
ihtiyaç duyar. Daha ileri yaşlarında da yine
doğuştan kaynaklanan bir dürtü ile kendisinin olan
bir ana-babaya ait olduğunun bilincine muhtaçtır. Bu
ihtiyaçlardan ilkinin çocuk yuvalarında
karşılanması imkânsızdır. ikinci
ihtiyaç da aile yuvası dışında hiçbir
kurumda karşılanamaz. Bu duygularından biri ya da
öbürü tatmin edilmemiş olan çocuk, büyüyünce şu
ya da bu biçimde sapıklık, anormallik ve psikolojik
dengesizlik belirtileri gösterir.
Eğer bir terslik olur da çocuk bu iki ihtiyacın
herhangi birisinin tatmininden yoksun kalırsa, bu durum o
çocuğun hayatında hiç kuşkusuz bir felaket
olur. Peki şu sapık cahiliyede ne oluyor da felâketleri
bütün çocukların hayatlarına
yaygınlaştırmak istiyor? Bunun yanısıra
yüce Allah'ın kendileri için dilediği islam
nimetinden kendilerini mahrum eden bazı nasipsizlere ne
oluyor da bu anormal uygulamayı ilericilik, kurtuluş
ve uygarlaşma sanıyorlar?
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek
isteyenler Muhammed Kutup tarafından
yazılmış "El-insanu Beynel Maddiyeti
vel-İslâm" adlı kitabın "El-Müşkilet-ül
Cinsiyyetü" başlıklı bölümü ile yine aynı
yazara ait "Subuhatün Havlel islâm" adlı eserin
"El-islâm vel-Mera" başlıklı bölümüne
başvurabilirler.)
Bundan dolayı, yüce Allah'ın, kanatları
altında "barış"a girmelerini ve gölgesi
altında "dirlik"ten yaygın biçimde
yararlanmalarını dilediği İslâmî sosyal
düzen, aile esasına dayanır, bu kuruma son derece
hayati olan fonksiyonu ile bağdaşacak oranda önem
verir. İşte bu gerekçe iledir ki, Kur'an-ı
Kerim'in çeşitli surelerinde bu düzenin dayanağını
oluşturan yasal düzenlemelere ve moral dayanaklara yer
verildiğini görüyoruz. İncelemekte olduğumuz
Bakara suresi de bu sureler arasındadır.
Bakara suresinin bu konu ile ilgili ayetleri evlenme,
birlikte yaşama, kadınlara yaklaşmama yemini,
boşama, boşama ve dul kalmayı izleyen bekleme süresi,
nafaka, mu'ta, emzirme ve çocuk bakımı
konularına ilişkin bazı hükümleri içeriyor.
Fakat burada geleneksel fıkıh ve kanun
kitaplarında olduğu gibi pratikten ve bütünlükten
yoksun soyut bir dil kullanılmıyor. Tersine bu hükümler
öyle bir anlatım atmosferi içine yerleştiriliyor ki,
insan kalbi, beşer hayatına ilişkin ilâhi
sistemin büyük bir temel taşı ile, İslâm
düzenine kaynaklık eden inanç sisteminin son derece
önemli bir ilkesi ile karşı karşıya
olduğunu kavrar. Aynı zamanda bu temel ilkenin yüce
Allah ile, O'nun iradesi ve hikmetiyle doğrudan
ilişkide olduğunu, Allah'ın insanlar için seçtiği
hayat nizamına ilişkin metoduyla
bağlantılı olduğunu hisseder. Bunun sonucu
olarak da bu temel ilkenin O'nun gazabı,
hoşnutluğu, cezası ve mükafatıyla da direkt
ilişkili olduğunu, ama aynı zamanda sözünü
ettiğimiz inancın
varlığı-yokluğuyla da sıkı
sıkıya bağlantılı olduğu gerçeğini
hisseder.
İnsan bu ayetleri okurken, daha ilk andan itibaren bu
konunun önemini ve olağanüstülüğünü ruhunda
duyar. Bunun yanısıra okuyucu bu konu ile ilgili küçük-büyük
her ayrıntının yüce Allah'ın ilgisini ve gözetimini
üzerinde yoğunlaştırdığını,
bu konu ile ilgili büyük-küçük her ayrıntının
yüce Allah'ın terazisinde son derece büyük ağırlığı
olan özel bir amaca dayandığını, yüce
Allah'ın insan denen bu varlığın
hayatını düzenlemeyi, bu müslüman cemaatin O'nun
direkt gözetimi altında kendine özgü bir biçimde gelişmesini
kendi üzerine aldığını, bu özel gelişimi
sayesinde onu varlık aleminde tasarlanmış yüce
fonksiyonuna hazırlamayı bizzat yönlendirdiğini
ve bütün bunların sonucu olarak bu sisteme
karşı çıkmanın yüce Allah'ı
öfkelendireceğini, O'nun ağır azabına çarpılmaya
yolaçacağını da hisseder.
Bu ayetlerde sözkonusu hükümler inceden inceye, ayrıntılı
olarak anlatılır. Bir hüküm bütün çağrışımları
ile açıklanmadan yeni bir hükme geçilmez. Her hükmün
arkasından, kimi zaman da hükmün anlatımı
sırasında, açıklanmakta olan konunun önemini ve
büyüklüğünü vurgulayan, düşündürücü bir
sonuç, bir yorum cümlesi gelir. Bu yorum cümlesi, insan
vicdanı üzerinde uyarıcı,
canlandırıcı ve düşünceyi keskinleştiren
bir etki bırakır. Özellikle uygulanmaları
kalpdeki Allah korkusuna ve vicdan
duyarlılığına bağlı olan
direktiflerde bu uyarıcı etki daha çok önem kazanır.
Zira bu engelleyici, gözetleyici ve uyanıklığa
çağırıcı bilinç varolmayınca bu
ayetleri ve hükümleri hileli yorumlarla çarpıtmak mümkün
hale gelir.
Bu hükümlerin ilki müslüman bir erkeğin, putperest
bir kadınla ve müslüman bir kadının, putperest
bir erkekle evlenmesinin yasaklanmasını içerir. Bu
hükmün arkasından gelen sonuç, yorum cümlesinde, daha
doğrusu cümlelerinde şöyle ifade ediliyor:
"Onlar sizi Cehennem'e çağırırlar. Oysa
Allah sizi izni ile Cennet'e ve günahlarınızın
bağışlanmasına çağırıyor. O,
insanlara ayetlerini açıkça anlatıyor ki, öğüt
alsınlar."
İkinci hüküm, aybaşı kanamaları dönemlerinde
kadınlarla cinsel ilişki kurma yasağıyla
ilgilidir. Bu konunun ardından gelen yorum cümleleri ile
iki cins arasında cinsel birleşme de dahil tüm ilişkiler
bir anlık bedeni şehvet doyumu olma niteliğinden
arındırılarak, bu anlık doyumdan çok daha
büyük, çok daha yüce amaçlı bir insanlık görevi
düzeyine çıkarılır. Bu yüceltilmiş amaç,
aslında, insanlık amacını bile aşar.
Çünkü yaratıcının ibadet ve takva yoluyla
kullarını temizleme, arındırma iradesi i(e
ilgilidir:
"Kadınlar temizlendiklerinde Allah'ın size
emrettiği yoldan onlarla cinsel ilişki kurun. Hiç
şüphesiz Allah tevbe edenleri ve tertemiz olanları
sever.
Kadınlarınız sizin çocuk yetiştiren
tarlanızdır. Buna göre tarlanıza
dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için ileriye dönük
hazırlık yapın, günah işlemekten
sakının ve mutlaka Allah'a
kavuşacağınızı bilin. Bunu müminlere
müjdele."
Üçüncü hüküm genel anlamda yeminler ile ilgilidir ve
erkeğin eşiyle cinsel ilişki
kurmayacağına ilişkin yemini (ilâ) ile boşama
konularının ele alınacağı bir ortam
oluşturma niteliği de taşır. Bu hükmün
uygulaması konusu Allah'a ve Allah korkusuna
bağlanmıştır aynı zamanda:
"Allah herşeyi işitir ve bilir.",
"Allah günahları bağışlayıcı
ve halïmdir."
Dördüncü hüküm, erkeğin eşi ile yatmama
yeminine ilişkindir. Bu hükmün ardından gelen yönlendirici
yorum cümlelerinde şöyle buyuruluyor:
"Eğer bu yeminlerinden dönerlerse kuşku yok
ki, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir.
Eğer boşamaya karar verirler ise kuşku yok ki,
Allah işiten ve bilendir."
Beşinci hüküm, boşanmış
kadının zorunlu bekleme süresine ilişkindir. Bu
hükmün arkasından şu uyarıcı yorum cümleleri
gelir:
"Eğer Allah'a ve Ahiret gününe inanmışlar
ise Allah'ın rahimlerinde yarattığını (çocuğu)
saklamaları kendileri için helal değildir."
"Hiç şüphesiz Allah, üstün güçlüdür ve
hikmet sahibidir."
Altıncı hüküm, boşama evrelerinin
sayısına ilişkindir. Buna bağlı olarak
boşamanın gerçekleşmesi durumunda mehrin bir bölümünü
geri alma ve nafaka konuları ile ilgili hükümler anlatılır.
Bu hükümlerin arkasından şu uyarıcı
yorumlara yer verilmiştir:
"Kadınlara evliyken verdiklerinizden birşey
geri almak, size helâl değildir. Ama eğer erkek ve
kadın, Allah'ın koyduğu sınırları
gözetemeyeceklerinden korkarlarsa o başka. Eğer
kadın ile koca, Allah'ın koyduğu
sınırları gözetemeyecekler diye korkarsanız
kadının, boşanmak için kocasına fidye
vermesinde her iki taraf için
de bir sakınca yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu
sınırlardır, bunları aşmayın. Kim
Allah'ın sınırlarını aşarsa
işte onlar zalimlerin ta kendileridirler."
"Eğer sonraki koca kadını boşar da
Allah'ın sınırlarını gözeteceklerine
inanırlarsa eski karı-kocanın tekrar birbirlerine
dönmelerinin sakıncası yoktur. Bunlar Allah'ın
koyduğu sınırlardır, O, onları bilen
topluluğa anlatıyor."
Yedinci hüküm, boşamanın ikinci evresinden sonra
kadını ya meşru bir şekilde tutmak ya da
iyilikle bırakmak konusu ile ilgilidir. Bu hükmün arkasından
şu uyarıcı yorum cümlelerini okuyoruz:
"Sakın onlara zarar vererek Allah'ın
sınırlarını çiğnemek amacı ile
kadınları alıkoymayın. Kim bunu yaparsa
kendine yazık etmiş olur. Allah'ın ayetlerini
alaya almayın. Allah'ın size
bağışladığı nimetleri ve öğüt
vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti
hatırınızdan çıkarmayın, Allah'tan
korkun ve O'nun her şeyi bildiğini bilin."
Bu, içinizden Allah'a ve Ahiret gününe inananlara yönelik
bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz ve
iffete uygun yol dur. Allah
bilir, fakat siz bilmezsiniz."
Dokuzuncu hüküm, koca ölüp de dul kalan kadınların
zorunlu bekleme sürelerine ilişkindir. Bu hükmün arkasından
şu uyarıcı yorum cümleleri gelir:
"Bu sürelerini doldurduklarında meşru olarak
yaptıklarından dolayı siz sorumlu
tutulmazsınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız
Allah onu bilir."
Onuncu hüküm, zorunlu bekleme dönemini geçirmekte olan
bir kadına ima yolu ile evlenme teklifi yapmaya
ilişkindir. Bu hükmü izleyen uyarıcı yorum cümlelerinde
şöyle buyuruluyor:
"Sizin onları hatırınızda
tutacağınızı Allah biliyor. Söyleyeceğiniz
uygun sözler dışında sakın onlarla gizlice
buluşmak üzere sözleşmeyin ve gerekli bekleme süresi
dolmadıkça nikâh akdetmeye girişmeyin, içinizden
geçen duyguları Allah'ın bildiğini bilin, O'ndan
çekinin, iyi bilin ki, O, günahları
bağışlar ve halîmdir."
Onbirinci hüküm, gerek mehrin belirlendiği ve gerekse
belirlenmediği durumlarda cinsel ilişki kurulmadan
önce boşanmış kadınlara ilişkindir. Bu
hükmün hemen arkasından vicdanları okşayan
şu uyarıcı yorum cümleleri ile karşılaşıyoruz:
"Mehrin tümünü bağışlamanız
takvaya daha yakındır. Birbirinize karşı
erdemliliği unutmayın. Hiç şüphesiz ne yaparsanız
Allah onu görür."
Onikinci hüküm, kocası ölmüş ve
boşanmış kadına yapılacak
bağışa (mu'taya) ilişkindir. Bu hükümle
ilgili olan uyarıcı yorum cümlesinde şöyle
buyuruluyor:
"Boşanmış kadınların
geleneklere uygun bir şekilde geçimlerini sağlamak,
takva sahiplerinin boynuna borçtur."
Bütün bu hükümlerin arkasından gelen genel
uyarıcı yorum cümlesi şöyledir:
"Allah, size ayetlerini böyle açık açık
anlatıyor ki, düşünesiniz."
Bütün bu hükümler, ayrı birer. ibadet
niteliğindedirler. Evlilik yolu ile Allah'a ibadet...
Cinsel ilişki ve nesil üretimi yolu ile Allah'a ibadet...
Boşama ve ayrılmada Allah'a ibadet... Zorunlu beklemé
süresi ve evliliğe dönme yolu ile Allah'a ibadet...
Nafaka verme ve bağışta bulunma yolu ile Allah'a
ibadet... Meşru biçimde evliliği sürdürme ya da eşe
iyilikle yol verme yolu ile Allah'a ibadet... Fidye vererek ya
da mehirden vazgeçerek boşanma yolu ile Allah'a ibadet...
Çocuk emzirme ve memeden kesme yolu ile Allah'a ibadet... Kısacası
her harekette ve her duyguda Allah'a ibadet. Böyle olduğu
için bu hükümler arasında korku anında ve güvenli
durumlarda namaz kılınmasına ilişkin hükme
yer verilerek şöyle buyuruluyor:
"Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a gönülden
bağlı ve saygılı olarak namaza durun.
Eğer korku altında iseniz yürürken ya da binek
hayvanın sırtında namaz kılın. Güvene
kavuştuğunuzda ise bilmediğiniz şeyleri size
öğrettiği şekilde Allah'ı anın."
Bu hüküm, incelemekte olduğumuz sözkonusu
hükümlerin anlatımı henüz bitmeden aralarına
girmekte, böylece namaz ibadeti, gündelik hayat ibadetleri ile
İslâm'ın özelliğinden ve İslâm düşüncesine
göre insanın varoluş amacından kaynaklanan bir bütünlük
içerisinde kaynaşmaktadır. Bu ifade tarzı bize
ince espriyi düşündürmek ister gibidir: Bu hükümler
birer ibadettir. Bu hükümlerde Allah'ın emrine uymak,
namazda O'nun emrini yerine getirmek gibidir. Hayat bölünmez
bir bütün olduğu gibi hayatın içinde yeralan
ibadetler ayrılmaz bir sistemdir. Emirlerin tümü
Allah'tan gelir. İşte ilâhi hayat sistemi
budur." (Uzun zaman bu ayetlerin ifade özelliğinin
sırrını kavrayamamışım. Bundan
dolayı bu cüzün ilk baskısında ve ilâveli
ikinci baskısında bu konuda şöyle demiştim;
"Açıkça belirtiyorum ki, bu ayetlerde aile hukuku
konusunun arasında neden namazla ilgili bir hükme yer
verildiğine takıldım, kaldım. Bu
anlatım tarzını sırrını bir türlü
anlayamadım. Onu zoraki bir yoruma da bağlamak
istemiyorum. Bazı tefsirciler, aile konusundan sözedilirken
namaz konusuna dönülmesinin namazın önemini vurgulama,
onu hatırlatıp unutulmasına meydan vermeme
amacına dayandığını söylüyorlar. Bana
bu açıklama tarzı da pek ikna edici gelmiyor (O
baskının 68. ve 69. sayfaları)
Sözlerimi şöyle bağlamıştım;
"Fakat samimi olarak söylediğim gibi şimdi düşünebildiğim
açıklama tarzı, beni pek tatmin etmiş
değil. Eğer başka bir açıktama biçimi düşünürsem,
onu gelecek baskıda açıklarım. Eğer yüce
Allah okuyucularımdan birinin tatminkar bir açıklama
tarzı bulmasını nasip ederse lütfedip onu bana
ulaştırsın ve yüce Allah'ın bu hidayeti
karşısında bana kendisine müteşekkir olma
fırsatı versin."
Şimdi ise içime doğan bu açıklama
tarzından tatmin oldum ve bu sayede yolum
aydınlandı. Bizi bu noktaya vardıran Allah'a
hamdolsun. Eğer O, bizi bu noktaya
vardırmamış olsaydı, biz
kendiliğimizden oraya varamazdık.)
Bu hükümlerde şu özellik dikkatimizi çekiyor. Bunlar
birer somut ibadet oldukları, ibadet havası
oluşturdukları ve ibadet gölgesi yansıttıkları
gibi aynı zamanda pratik hayatın, insan
fıtratı ile insan yapısının,
insanın yeryüzündeki hayatında
karşılaştığı pratik ve somut
zaruretlerin şartlarından hiçbirini gözardı
etmiyor.
İslâm, insanlar için yasa koyar, onun yasaları ne
bir melekler topluluğuna ve ne de ancak rüyalarda
görülen kanatlı gök varlıklarına hitap eder.
Bundan dolayı İslâm, yasal düzenlemeleri ve
direktifleri aracılığı ile insanları
ibadet ortamına yükseltirken onların insan
olduklarını, ibadetlerinin insan tarafından
yapılmış ibadetler olduklarını, onlarda
içgüdü ve ihtirasların, yetersizlikler ve
zaafların, zaruretler ve tepkilerin, his ve
heyecanların, idealler ve kötü amaçların
olduğunu hiçbir zaman unutmaz. İslam, bunların tümünü
gözönünde bulundurur ve onları temiz ibadet yolunda
parlak aydınlıklar saçan bir ışık
kaynağına doğru ilerletir. Üstelik bu
yönlendirmeyi yapaylığa ve zorlamaya başvurmadan
yapar. Düzenini tümü ile insanın insan olduğu
ilkesine dayandırır.
Bu gerekçe ile İslâm, erkeğin belirli bir süre
karısı ile cinsel ilişki kurmamayı
kararlaştırmasını hoşgörü ile, anlayışla
karşılar. Fakat bu sürenin dört ayı
aşmaması gerektiğini belirtir. İslâm boşama
olayını onaylar, onu meşru sayar, hükümlerini
ve yasadışı biçimlerini düzenler. Fakat aynı
zamanda yuvanın temellerini sağlamlaştırmak,
aile bağlarını güçlendirmek ve bu ilişkiyi
ibadet düzeyine çıkarmak için tüm gayretini harcamaktan
geri durmaz. Bu öyle bir dengedir ki, bu düzenin bütün
idealist amaçlarını yüksek düzeyli bir realiteye,
pratiğe bağlar, bu idealist amaçları insan gücünün
sınırları içinde tutar, ilke olarak onların
insana yönelik olmasını benimser.
Burada, fıtratla bağdaşan bir kolaylıkla;
hem kadına ve hem de erkeğe yönelik bilgece
(hekimane) bir kolaylıkla karşı
karşıyayız. Bu önemli proje başarı-ya
ulaşamayınca, bu en küçük toplumsal hücre (aile)
dirliğin ve istikrarın tadını
tadamayınca, her şeyin içyüzünden haberdar olan,
herşeyi gören, insanların özel hayatları ile
ilgili onların bilmediği ayrıntıları
bilen yüce Allah kadın-erkek arasındaki bu
bağın bir tutsaklık zinciri, bir hapishane; ne
kadar dayanılmaz, nefes aldırmaz, dikenlerle dolu ve
kara bulutlarla sarılmış bile olsa çözülmesine
imkân olmayan bir kelepçe olmasını
istememiştir. Yüce Allah aile kurumunun huzur ve güven
yuvası olmasını dilemiştir. Eğer insan
fıtratından ya da karakter
farklılığından kaynaklanan bir sebep yüzünden
bu amaç gerçekleşmemiş ise böyle bir çift için en
çıkar yol birbirinden ayrılarak yeni bir yuva kurmaya
girişmeleridir. Yalnız, ayrılmayı
kararlaştırmadan önce bu kutsal kurumu yıkımdan
kurtarmak için her yola başvurulmalı, bunun
yanısıra ne kocanın ne kadının ne
emzikli çocuğun ve ne de ana rahmindeki bebeğin
zarara uğramamasını sağlayacak yasal ve
vicdanî-insanî önlemler alınmalı,
mağdurların herbirine güvenceler hazırlanmalıdır.
İşte bu, yüce Allah'ın insan için yasallaştırdığı
ilâhi düzendir.
Eğer insan, yüce Allah'ın insanlar için dilediği
bu düzenin ilkeleri ve barışın egemen olduğu
dengeli, temiz toplumu, yaşadığı dönemin
sosyal düzeni ile karşılaştırırsa,
aralarında çok büyük bir mesafe olduğunu görür. Eğer
gerek Batıda ve gerekse Doğuda görülen ve kendilerini
ileri sayan cahiliye toplumlarında somutlaşan
insanlığın günümüzdeki realitesi ile İslâm'ın
önerdiği sosyal düzen karşılaştırılırsa
bu karşılaştırmayı yapan kişi
İslami düzenin günümüzün hakim düzenlerine göre ne
kadar yüksek derecede olduğunu kesinlikle farkeder; bu
sistemi insanlar için yasallaştırmakla yüce Allah'ın
onlar hesabına ne çapta bir onur, temizlik ve barış
dilemiş olduğunu hisseder. Özellikle kadın, yüce
Allah'ın kendisini ne çapta gözettiğini ve
onurlandırdığını somut biçimde algılar.
O kadar ki, bu ilâhi sistemin kendine yönelttiği bu
belirgin gözetimi kavrayan, ruh sağlığı
yerinde her kadının kalbinin mutlaka Allah sevgisi ile
kaynayıp coşacağından eminim.
|
|