Bu ayetin indiği zamana kadar, içki ve kumarı
yasaklayan bir ayet inmemişti. Fakat Kur'an-ı Kerim'in
hiçbir yerinde bu iki kötü alışkanlığın
helâl olduğunu söyleyen bir hüküm de yoktu.
Yüce Allah yeni oluşmakta olan bu müslüman cemaati
elinden tutarak onu adım adım istediği yolda
ilerletiyor, onu kendisi için tasarladığı
misyona uygun olarak yapılandırıyordu. Bu önemli
misyon, bu büyük görev, insanın kendini içki ve kumar
yolunda harcaması ile bağdaşmazdı; ömrü,
bilinci ve enerjiyi amaçsız insanların
eğlencelerinde boşu boşuna tüketmekle bağdaşmazdı.
Çünkü sözkonusu amaçsız kimseler nefislerine haz veren
şeyler ile oyalanır, peşlerinden bir an bile
ayrılmayan serserilik ve sorumsuzluk, kendilerini içki ile
sarhoş olmaya ve kumarla oyalanmaya daldırır.
Kimi zaman da bu zavallıları kovalayan kör nefisleri
olur. Onlar da kendilerinden kaçarak içkinin ve kumarın
kucağına atılırlar. Tıpkı cahiliye
toplumunda yaşayan sıradan insanların
yaptıkları gibi. Bu dün böyle idi, bugün de
böyledir, yarın da böyle olacaktır. Yalnız
İslâm, insan nefsine yönelik eğitim metodu
uyarınca bu konuda yavaş, soğukkanlı ve
zorlamacılıktan uzak adımlar ile ilerliyordu.
Bu ayet-i kerime içki ve kumar yasağı konusunda
atılmış ilk adımdır. Burada önemli bir
noktaya kısaca değinmek istiyoruz. Maddî nesneler ve
davranışlar her zaman mutlak anlamda,
katıksız biçimde kötü olmayabilirler. Şu dünya
üzerinde iyilik, kötülükle ve kötülük de iyilikle karışık
olarak bulunur. Fakat herhangi bir nesnenin ya da
davranışın helâl ya da haram olmasının
ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın
olup olmamasıdır. Buna göre içkinin ve kumarın
günahı, zararı, yararından daha ağır
bastığına göre bu durum bir yasaklama, bir haram
sayma gerekçesi oluşturur. Böyle olmakla birlikte bu
ayette açık bir yasaklama ve haram sayma hükmüne yer
verilmemiştir.
İSLÂM'IN EĞİTİM METODU
Burada Kur'an'ın, İslâm'ın ve hikmet sahibi yüce
Allah'ın eğitim metodunun bir özelliği
dikkatimizi çekiyor. Bu eğitim metodu İslâm'ın
birçok yasal düzenlemesini, birçok farzını ve birçok
direktifini incelerken somut biçimde meydana çıkıyor.
Biz burada içki ve kumardan sözederken bu eğitim
metodunun kurallarından birine işaret etmek istiyoruz.
Eğer emir ya da yasak imana dayalı düşünce
ile, yani inanç sistemi ile ilgili isé İslâm o konuda
kesin hükmünü, o konuda söyleyeceğini daha baştan
ortaya koyuyor.
Fakat eğer emir ya da yasak bir
alışkanlıkla, bir gelenekle veya
karmaşık bir sosyal uygulama ile ilgili ise o zaman
İslâm işi ağırdan alıyor; konuya
yumuşak, tedrici ve kolaylık gösterici bir tarzda
yaklaşıyor, uygulamayı ve itaati
kolaylaştıracak pratik şartlar
hazırlıyor.
Meselâ İslâm, "Tevhid mi, yoksa şirk mi?"
sorunuyla karşı karşıya
kaldığı zaman kararlı ve kesin bir darbe ile
daha baştan emrini yürürlüğe koydu; Bu konuda hiçbir
tereddüde, hiçbir duraksamaya, hiçbir hoşgörüye,
hiçbir tavize; hiçbir orta yolda buluşma beklentisine yer
vermedi. Çünkü burada mesele düşüncenin temel
ilkesidir, onsuz ne iman olur ve ne de İslâm ayakta
durabilir.
Ama İslâm içki ve kumar meselesine gelince, bu bir alışkanlık
ve adet meselesidir. Alışkanlıklar ise ancak
tedavi yolu ile bıraktırılabilir. Bu yüzden
İslâm, müslümanların vicdanlarını ve
şeriat mantıklarını uyarmakla işe
başladı; Bu amaçla içkinin ve kumarın günahını,
yararından daha büyük olduğunu belirtti. Bu demektir
ki, bu alışkanlıkları bırakmak
onları sürdürmekten daha iyidir. Arkasından Nisa
suresinin şu ayeti ile ikinci adım atıldı:
"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilecek
duruma gelinceye kadar namaza yaklaşmayın." (Nisa
Suresi, 43)
Bilindiği gibi günde beş vakit namaz vardır
ve bu namaz vakitlerinin çoğunluğu kısa
aralıklıdır, bu aralıklar sarhoş olup
arkasından ayılmak için yeterli değildir. Burada
içki alışkanlığının pratiğe
aktarma imkanını daraltma ve içki alma periyodları
ile ilgili olan alışkanlığın sürekliliğini
kırma girişimi ile karşı
karşıyayız. Çünkü içki ya da uyuşturucu
madde tutkunlarının alışkanlık haline
getirdikleri vakit gelince bu maddeleri kullanma ihtiyacı
duydukları bilinen bir şeydir. Eğer bu vakit, bu
maddeler kullanılmadan geçiştirilir ve bu geçiştirme
birkaç kez tekrarlanabilirse alışkanlık
zayıflamaya başlar ve alt edilmesi mümkün hale gelir.
Bu iki adım atıldıktan sonra içki ve kumarın
haram olduklarını belirten son ve kesin yasaklama hükmü
geldi:
"Ey müminler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal
okları kuşkusuz Şeytan işi pisliklerdir.
Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz."·(Maide
Suresi, 90)
Bir de kölelik problemini bu açıdan gözden geçirelim.
Kölelik, İslâm'ın geldiği dönemde
sosyoekonomik kökleri olan, dünyanın her tarafında
geçerli bir devletlerarası gelenek durumunda idi. Esirleri
köleleştirme ve köleleri çalıştırma düzeni
böylesine yaygın ve köklü idi. Öteyandan karmaşık
sosyal kurumların dışa yansıyan görüntülerini
ve sonuçlarını değiştirebilmek için, önce
bu kurumların dayanaklarını ve ilişkilerini
geniş çapta değiştirmek gerekir. Bu arada
devletlerarası gelenekleri değiştirmek için ayrıca
devletlerarası uyuşmalara ve çok taraflı ortak
antlaşmalara ihtiyaç vardır.
İslâm'ın köleliğe ilişkin bir emri
yoktur, Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde savaş
esirlerinin köleleştirilmesini hükme bağlayan bir
ayete rastlanmaz. İslâm geldiğinde köleliği, dünya
ekonomisinin temelini oluşturan bir milletlerarası düzen
ve esirlerin köleleştirilmesini de savaşan bütün
tarafların uyguladıkları bir devletlerarası
gelenek olarak buldu. Bu köklü sosyal kurumu ve bu yaygın
devletlerarası düzeni sağlıklı bir
çözüme kavuşturabilmek için soruna tedrici olarak yaklaşması
zorunluydu.
İslâm zamanla kölelik düzenine tümü ile son vereceği,
onu kökünden ortadan kaldıracağı gün gelinceye
kadar, denetim altına alınması imkânsız
olacak sosyal sarsıntılara meydan vermeyecek bir
önlem olarak köleliğin kaynaklarını,
artış yollarını kurutma yolunu seçti. Bunun
yanısıra kölelere elverişli yaşama
şartları sağlamaya, onlara geniş çapta
insan onuru ile bağdaşır bir konum
kazandırmaya önem verdi.
Köleleştirme yollarını kurutmaya
başlarken meşru savaş esirleri ile köle soyundan
gelenleri bu önlemin dışında tuttu. Çünkü
İslâm'a düşman toplumlar o zamanın geçerli
geleneği uyarınca müslüman savaş esirlerini köleleştiriyorlardı.
İslâm, o gün için, düşman toplumları bu geçerli
geleneğe karşı çıkmaya, dünyanın her
tarafındaki sosyal ve ekonomik düzenin üzerine oturtulduğu
bu uygulamayı değiştirilebilecek güçte değildi.
Durum böyleyken eğer İslâm, savaş esirlerini köleleştirme
uygulamasını ortadan kaldırmayı
kararlaştırsa bu karar sadece müslümanların
eline düşen savaş esirleri için geçerli olan sınırlı
ve tek taraflı bir uygulama olacak, müslüman esirler o
günün kölelik düzeni içindeki kötü akıbetlerine
katlanmaya devam edeceklerdi. Bu da İslâm düşmanlarının,
müslümanlara karşı cesaretlerini ve güçlerini arttıracaktı.
Bunun yanında eğer İslâm o günkü mevcut
kölelerin soyundan gelenleri özgürlüklerine kavuşturmayı
kararlaştırmış olsa ve bu kararı
devletin ve bu kimselerin tüm yakınlarının
ekonomik durumunu düzene koymadan önce vermiş olsa bu köleleri
malsız-mülksüz, sosyal güvenliksiz, bakıcısız;
onları yoksulluktan ve yeni kurulan toplumun sosyal
yapısını bozacak ahlâk bozulmasından
koruyacak akrabalık bağlarından yoksun bir
şekilde ortada bırakmış olacaktı.
İşte bu aktüel ve derin köklü şartlar yüzünden
İslâm, açık açık savaş esirlerinin köleleştirilmesini
önermedi, bunun yerine şöyle dedi:
"Savaşta kâfirler ile karşılaştığınızda
boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde
onları esir alın; savaş sona erince onları
ya karşılıksız olarak ya da fidye
karşılığında salıverin." (Muhammed
Suresi, 4)
Bunun yanında İslâm, savaş esirlerinin köleleştirilmesini
de açıkca önermedi, bunun yerine İslâm devletine,
esirlerine karşı içinde bulunduğu
şartların gerektirdiği şekilde işlem
yapma serbestliği tanıdı. Devlet, müslüman
esirlere karşı fidye isteyen tarafın esirlerini
fidye karşılığında serbest
bırakacak, iki taraflı anlaşma
sağlanabilirse elindeki esirleri değiştirecek ve
savaş halinde bulunduğu düşmanlarının
tutumlarının doğuracağı aktüel
şartlar uyarınca müslüman esirleri köleleştiren
düşmanların esirlerini köleleştirecekti.
Gerçekten çok sayıda ve çeşitli olan kölelik
kaynaklarını kurutmakla köleler sayıca azalmaya
yüztuttu ve İslâm, bu sayısı azalan köleleri
de özgürlüklerine kavuşturmaya girişti. Bu
işlemi sözkonusu köleler düşman mihraklarla
ilişkilerini keserek İslâm toplumuna katıldıkları
anda hemen başlattı. Bu
yaklaşımının sonucu olarak kölelere tek
taraflı olarak özgürlüklerini isteme hakkı
tanıdı; köle belirli bir fidye ödemek karşılığında
özgürlüğüne kavuşacak, bu isteğini efendisi
ile yazılı anlaşmaya bağlayacaktı.
İşte kölenin özgür olmayı istediği bu
andan itibaren çalışma, kazanma ve mülk edinme
hürriyetini elde edecekti. Böylece çalışarak elde
ettiği ücret kendisinin olacaktı. Bu arada özgürlüğüne
karşılık olarak vereceği fidyeyi
kazanabilmek için efendisinin hizmeti dışında
başka işlerde de çalışabilecekti.
Başka bir deyimle bu köle bağımsız bir
varlık haline geliyor, özgürlüğün en önemli
dayanaklarına fiilen kavuşuyordu. Sonra bu köle
devlet hazinesinin zekât fonundan pay alacaktı.
Ayrıca müslümanlar ona özgürlüğünü elde
edebilmesi için malı yardımda bulunmakla yükümlü
idiler. Bütün bunların dışında ayrıca
köle azad etmeyi gerektiren kefaretler de bu özgürleştirme
kampanyasına katkıda bulunuyordu. Mesela
yanlışlıkla adam öldürme olaylarında,
yemin ve zihar kefareti olarak köle azad etme zorunluluğu
vardı. Böylece kölelik düzeninin zaman içinde kesin
biçimde ortadan kalkması hedeflenmişti. Buna
karşılık böyle köklü bir kurumu bir anda
oldu-bitti türünden bir kararla ortadan kaldırmak, kaçınılması
mümkün olmayan sosyal sarsıntılara,
sakınılması gereken toplumsal bozulmalara yolaçacaktı.
Daha sonraki dönemlerde İslâm toplumunda kölelerin
sayısının artması yavaş yavaş
beliren sapmalardan, adım adım İslâm sisteminden
uzaklaşma eğilimlerinden kaynaklandı. Bu bir gerçektir.
Fakat bunun sorumlusu İslâm değildir.
Bu durum, İslâm'ın hanesine olumsuz bir puan
olarak kaydedilemez. O İslâm ki, bazı dönemlerde
insanlar onun metodundan şu ya da bu oranda
saptıkları için aslına uygun biçimde uygulanmamıştır.
Daha önce belirttiğimiz gibi, İslâm'ın tarih görüşüne
göre sözkonusu sapmaların oluşturduğu pratik
durumlar İslâm'a maledilemezler, İslâm tarihinin
kesitleri sayılamazlar. Çünkü İslâm değişmedi,
onun ilkelerine yeni bir madde eklenmedi. Değişen
insanlardır. Onlar İslâm'dan uzaklaştılar.
Bunun sonucu olarak İslâm'ın bu insanlarla bir ilgisi
kalmadığı gibi onların da İslâm
tarihinin bir kesiti olma nitelikleri kalmamıştır.
Eğer biri yenibaştan İslâm'a uygun bir hayat
yaşamak isterse tarih boyunca İslâm'a bağlı
olduklarını ileri süregelmiş toplumların
bıraktıkları yerden devam edecek değildir.
Bunun yerine aslına uygun İslâm ilkelerini yozlaşmamış
olarak bulacağı berrak çizgiden başlayarak onu.
pratik hayata aktarmalıdır.
Bu gerçek son derece önemlidir; İslâm inancı açısından,
İslâmî yaşama tarzı açısından gerek
teorik araştırma düzeyinde ve gerekse pratik gelişme
düzeyinde önemlidir. Biz bu gerçeği bu bölümde ve bu
vesileyle tekrar vurguluyoruz. Çünkü gerek İslâm
tarihine yönelik teorik bakış açısı
bakımından gerek İslâm tarihinin objektif yorumu
bakımından ve gerekse gerçek İslâm'ın
hayat düşüncesi ile aslına uygun İslami
yaşama düzeni bakımından bazı zihinlerin büyük
şaşkınlıkların ve ağır
yanılgıların etkisi altında olduğunu görüyoruz.
Özellikle İslâm tarihi hakkında araştırma
yapan Batılı şarkiyat uzmanlarında bu
şaşkınlık ve yanılgı gayet
belirgindir. İslâm tarihini yanlış anlayan bu
yabancı araştırmacıların etkisi
altıda kalan kişilerde aynı
şaşkınlık ve yanılgı görülür.
Böyleleri arasında bazı aldanmış samimi müslümanlara
da rastlanabilmektedir ne yazık ki!..
Bu ayetlerin devamında meselelerin aslını öğrenme
amacı taşıyan sorulara cevap olarak çeşitli
İslâmi ilkelerin belirlendiğini görüyoruz:
219/b- Sana Allah yolunda ne vereceklerini sorarlar. De ki;
"ihtiyaçlarınızdan artakalanını
verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor
ki düşünesiniz.
Müslümanlar bir başka zaman "ne
verecekler"ini sormuşlardı. Bu soruya, verilecek
olan şeyin türü ve kimlere verileceği belirtïlerek
cevap verilmişti. Buradaki soruya, verilecek olan
şeyin miktarı, derecesi belirtilerek cevap veriliyor.
Ayette geçen "afüv" kelimesi "artık,
fazla" anlamına gelir. Buna göre israfa ve gösterişe
kaçmaksızın şahsi masraflar
karşılandıktan sonra elde kalan, yardım
konusudur. Daha önce söylediğimiz gibi ilk önce en yakınlara
yardım edilecek, sonra başkalarına sıra
gelecektir. Zekât tek başına yeterli bir yardım
faslı değildir. Zira kanaatimce zekât ayeti, bu
ayetin hükmünü yürürlükten kaldırmış
(neshetmiş) değildir. Başka bir deyimle zekât,
farz borcunu düşürerek sahibini yükümlülükten arındırır,
ama yardım etme direktifi sürekli olarak geçerliliğini
korur. Zekât, müslümanların devlet hazinesinin
hakkıdır, yüce Allah'ın şeriatını
yürütmekle görevli olan hükümet bunu toplar ve belirli
harcama yerlerine dağıtır. Fakat müslümanın
Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı görevi
bunun ötesinde de devam eder. Öteyandan zekât,
"artakalan mal"ın tümünü kapsamayabilir. Oysa
bu açık hükümlü ayete göre "malın
artakalanı"nın tümü yardım ve sadaka
konusudur. Nitekim Fatıma b. Kays'ın bildirdiğine
göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: