buyurdu.
Bu arada Peygamberimiz ganimet mallarını da esirleri
de oldukları yerde bıraktırdı, bunların
hiçbirini almak istemedi. Peygamberimiz böyle deyince
müfrezedekilerin elleri kolları yana düştü, Bir
ölü gibi kaskatı kesildiler. Ayrıca işledikleri
bu hatadan dolayı diğer müslümanlar tarafından
da azarlandılar.
Bu olay üzerine Kureyşliler "Muhammed ve
arkadaşları haram ayların
saygınlığını çiğnediler, bu
aylarda kan döktüler, ganimet,ve esir aldılar" diye
yaygara kopardılar. Bu arada bu olayın Peygamberimizin
zararına sonuçlar vereceğini hesap ederek pek sevinen
yahudiler şu yakıştırmalarla işi alaya
aldılar; "Amr, savaşı kotardı, Hadrami
savaşa katıldı ve Vakid b. Abdullah da
savaşı ateşledi" (Böyle demekle Vakid b.
Abdullah'ın, Amr b. Hadramî'yi öldürüşünü ima
etmek istiyorlardı.)
Bunun üzerine Arap toplumunda revaçta olan çeşitli
hilekâr üsluplar ile yöneltilen yanıltıcı
propaganda ortalıkta kol gezmeye başladı. Bu
karalama kampanyası Peygamberimizi ve
arkadaşlarını Arapların kutsal
değerlerini çiğneyen, işine gelince bunları
hiçe sayan bir saldırgan alarak tanıtıyordu!
Nihayet yukardaki ayetler inerek bütün bu söylentileri,
söyleyenlerin ağzına tıktı, meseleyi
haklı çözüme kavuşturdu. Bunun üzerine
Peygamberimiz ortada kalan iki esir ile ganimet mallarını
teslim aldı. Tekrarlıyoruz:
"Sana yasak aydan, bu ayda savaşmaktan sorarlar. De
ki `O ayda savaşmak büyük bir günahtır."
Bu ayet, yasak ayın yasaklığını ve
bu ayda savaşmanın büyük bir günah olduğunu
belirtiyor. Ancak:
"Fakat insanları Allah yolundan alıkoymak,
Allah'ı ve Mescid-i Haram'ın
saygınlığını inkâr etmek, buranın
halkını yurtlarından çıkarmak da Allah
katında büyük günahtır."
Savaşı başlatan taraf, müslümanlar değildi.
İlk saldırıya geçenler onlar değildi.
Savaşı ve saldırıyı müşrikler
başlatmıştı. İnsanları Allah
yolundan alıkoyanlar, Allah'ı ve Mescid-i
Haram'ın saygınlığını inkâr
edenler onlardı. İnsanları Allah yolundan
alıkoyabilmek için her yola başvurmuşlar, bu
arada bütün büyük suçları işlemişlerdi. Bir
defa yüce Allah'ı inkâr etmişler ve
başkalarını da O'nu inkâr etmeye zorlamışlardı.
Mescid-i Haram'ın dokunulmazlığını hiçe
saymışlar, buranın
saygınlığını çiğnemişlerdi.
Medine'ye göç edilmeden önce onüç yıl boyunca müslümanlara
çeşitli eziyetler çektirmişler, dinî inançları
yüzünden onlara türlü türlü baskıyı
yapmışlardı. Yüce Allah Mescid-i Haram'ı güvenli
bir yasak bölge yaptığı halde onlar buranın
halkını yurtlarından çıkarmışlardı.
Kısacası buranın dokunulmazlığına
hiçbir zaman riayet etmemişler,
kutsallığına saygı göstermemişlerdi.
Allah katında Mescid-i Haram çevresindeki halkı
yurtlarından çıkarmak yasak ayda savaşmaktan
daha büyük bir suçtur. Yine Allah katında insanlara dini
inançları yüzünden baskı yapmak, adam öldürmekten
daha ağır bir suçtur. Müşrikler bu günahların,
bu ağır suçların her ikisini de gözlerini kırpmadan
işlemişlerdi. Bu yüzden Mescid-i Haram'ın
dokunulmazlığını ve haram ayların
yasaklığını maske olarak kullanmak isteyen
sahtekâr savunmaları havada kaldı ve müslümanların,
kutsal dokunulmazlıklar konusunda onlara nasıl bir
karşılık verecekleri belli oldu. Asıl
dokunulmaz değerleri çiğneyenler onlardı. Onlar
istedikleri zaman bu değerleri, arkalarında
saklanacakları birer maske olarak kullanıyor, buna
karşılık işlerine geldiği zaman
onları ayaklar altına alıyorlardı!
Buna göre müslümanlar onları buldukları yerde
öldürmeli, her yerde kendileri ile savaşmalıydılar.
Çünkü onlar hiçbir yasağı,
dokunulmazlığı gözetmeyen, hiç çekinmeden her
kutsal değeri çiğneyen, saldırgan, azgın
haydutlar takımı idi. Artık müslümanlar, onların,
aslında saygınlıklarına ve
kutsallıklarına zerrece inanmadıkları
dokunulmazlıkların sahte maskeleri arkasına
gizlenmelerine izin vermemeliydiler.
Müşriklerin bu yaygaracı sözleri doğruydu
fakat gerçekte batıl amaçlı idi. Onlar haram
ayların yasaklığını sırf
arkasında saklanacakları bir maske olsun diye
dillerine dolamışlardı. Böylece müslüman
cemaati karalamak, onları saldırgan olarak göstermek
istiyorlardı. Oysa saldığı ilk
başlatanlar kendileriydi. Mescid-i Haram'ın
saygınlığını da ilk önce onlar çiğnemişlerdi.
İslâm, hayata pratik olarak yaklaşan bir sistemdir.
Hayalî, donuk ve uygulama yeteneğinden yoksun romantik
teori kalıplarına dayanmaz. O insan hayatını
pratik engelleri, çeşitli çekici yönleri ve
şartları ile olduğu gibi ele alır. Böylece
hayatı ele alarak onu aynı anda ilerlemeye ve yükselmeye
doğru yöneltir. Bu yönlendirmeyi hayatın realiteleri
ile uyuşan pratik çözümlerle gerçekleştirir,
hayatın realitesi karşısında hiçbir işe
yaramayan ham hayaller ile ve boş rüyalar ile oyalanmaz.
Öteyandan bu Mekkeli putperestler azgın, saldırgan
bir haydut çetesidirler. Hiçbir kutsal değeri
tanımazlar, hiçbir dokunulmazlığın önünde
çekingenliğe kapılmazlar; toplumun geleneksel olarak
saygı beslediği bütün ahlâki, dinî ve imanî değerleri
gözlerini kırpmadan çiğnerler. Her yola
başvurarak hakkın önüne dikilirler ve insanları,
onu benimsemekten alıkoymaya çalışırlar. Müminlere
dini inançları yüzünden baskı yaparlar, onlara en
ağır eziyetleri çektirirler, onları
haşerelere varıncaya kadar bütün canlılar için
güvenlik bölgesi olan Mescid-i Haram çevresindeki yurtlarından
çıkarırlar. Bütün bu cinayetlerden sonra da Haram
ayın arkasına saklanarak dokunulmazlıklar ve
kutsal değerler adına ortalığı
velveleye verirler, tozu dumana katarlar ve çirkin seslerinin
en yüksek frekansı ile yaygarayı basarak "Bakın,
işte, Muhammed ile arkadaşları yasak ayların
dokunulmazlığını çiğniyorlar"
diye bağırırlar!
İslâm bunlara nasıl karşılık
veriyor? Acaba onlara havada kalan romantik teorilerle mi
karşılık veriyor. Eğer böyle yapmış
olsa müslümanların azılı düşmanları
her türlü silâhı kullanırken, hiçbir silâhı
kullanmaktan çekinmezken iyilikten yana olan bağlılarını
silâhtan arındırmış olurdu. Hayır,
İslâm böyle yapmıyor. O pratik realiteye
karşı koymak, kötülüğü savmak, ortadan kaldırmak
istiyor. Azgınlığın, şirretliğin kökünü
kazımak, batılın ve
sapıklığın pençelerini sökmek istiyor.
Yeryüzünü iyilikten yana olan güce, dünyanın
iktidarını dürüst cemaatin eline teslim etmek
istiyor. Bundan dolayı İslâm dokunulmaz değerlerin
haydutların ve saldırganların arkalarına
saklanarak dürüst ve iyilikten yana olan yapıcı
insanlara ateş ettikleri ve ateş ederken
karşı taraftan gelecek savunma ateşinin
tehlikesinden emin kaldıkları birer saldırı
siperi olarak kullanılmalarına meydan vermez.
İslâm, dokunulmaz değerleri gözetenlerin
dokunulmazlıklarına saygı gösterir. Bu ilke
üzerinde ısrar eder, onu titizlikle korur. Fakat
dokunulmazlıkları çiğneyenlerin onları
siper edinerek dürüst insanlara eziyet etmelerine, iyi
insanları öldürmelerine, müminlere dini inançlarından
dolayı baskı yapmalarına ve aslında
dokunulmaz kalmaları gereken kutsal değerlerin
arkasına saklanıp karşılık görme
tehlikesinden uzak kalarak her türlü cinayeti işlemelerine
seyirci kalmaz.
İslâm bu ilkeye diğer alanlarda da
tutarlılıkla bağlı kalır. Meselâ
İslâm dedikoduyu yasaklar, haram sayar. Fakat bu dedikodu
yasağı sapıklar (fasıklar) hakkında sözkonusu
değildir. Sapıklığı ile ün kazanan bir
fasığın, sapıklığının
ateşinde yaktığı kimseler tarafından
saygı gösterilecek böyle bir dokunulmazlığı
yoktur. Bunun yanısıra İslâm kötülüğün
açık açık söylenmesini de yasaklar" (Nisa
Suresi, 148). Fakat "zulme uğrayan"ı bu
yasağın dışında tutar. Kötülükten
zarar gören kimse kendisine zulmeden kimsenin kötülüğünü
açık açık dile getirebilir. Çünkü bu onun hakkıdır.
Ayrıca eğer susar, ağzını açmazsa layık
olmadığı halde zalimin bu onurlu ilkeye
sığınma cesaretini arttırmış olur.
Bununla birlikte İslâm yine de yüksek düzeyini korur;
bu haydutların ve şirretlerin seviyesine düşmez;
onların kirli silâhlarına ve iğrenç metodlarına
başvurmaz. İslâm sadece müslüman cemaati, onların
ellerini kırmaya, onlarla savaşmaya, onları
öldürmeye ve böylece yaşama alanını
onların murdar varlıklarından temizlemeye
özendirir. İşte İslâm'ın öğlen güneşi
kadar parlak ve belirgin çehresi!..
İktidar, temiz, dürüst, mümin ve istikametli insanların
elinde olunca, yeryüzü, dokunulmazlıkları çiğneyenlerden
ve kutsal değerleri ayaklar altına alanlardan
temizlenince, işte o zaman, kutsal değerlerin
dokunulmazlığı, yüce Allah'ın istediği
gibi tam olarak koruma altına alınır.
İşte İslâm budur! Açık, belirgin, güçlü
ve açık sözlüdür, zikzak çizmez. Ama kendisine karşı
zikzak çizmek isteyenlere de fırsat vermez.
İşte Kur'an-ı Kerim, müslümanların
sağlam yere basmalarını, yeryüzünü
kötülükten ve bozgunculuktan temizlemek amacı ile Allah
yolunda ilerlerken kaygan zemine ayak basmamalarını
telkin ediyor; onların vicdanlarını
endişeye, çekingenliğe, kuruntuların kemirmesine
ve vesveselerin işkencesine açık
bırakmıyor. İşte şu kötülüktür,
bozgunculuktur, saldırganlıktır, haydutluktur.
Buna göre dokunulmazlık hakkından yararlanması sözkonusu
değildir; dokunulmazlıkların siperi
arkasında mevzilenerek bizzat bu dokunulmazlıklara
darbe indirmesi caiz değildir. Müslümanlar kesin bilgi ve
güven içinde, vicdanları ve Allah'ın ilkeleri
doğrultusunda yollarında ilerlemelidirler.
Bu gerçek açıklığa kavuşturulduktan, bu
ilke yerine oturtulduktan, müslümanların kalpleri huzura
kavuşturulduktan ve ayaklarının yere sağlam
basması sağlandıktan sonra düşmanların
içlerindeki şirretliğin ne kadar derin
olduğunun, niyetlerinin ve plânlarının
saldırganlık temeline dayalı olduğunun açıklamasına
geçiliyor:
"Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye
kadar sizinle savaşmaya devam ederler."
Bu açıklama herşeyi bilen ve herşeyin içyüzünden
haberdar olan Allah'tan gelen doğru bir tespittir. Burada kötülüğe
ve müslümanları dinlerinden koparmaya yönelik iğrenç
bir ısrar açığa vuruluyor. Bu ısrarlı
çaba, İslâm düşmanlarının sürekli
hedefleri olmuştur. Bu çaba nerede ve hangi zaman
diliminde olursa olsun müslüman cemaatin düşmanlarının
değişmez amacıdır. İslâm'ın yeryüzündeki
varlığı, bu dinin düşmanları, her dönemdeki
İslâm cemaatinin düşmanları için başlıbaşına
bir kin ve korku kaynağı olmuştur.
Başlıbaşına İslâm onları
rahatsız ediyor, korkutuyor, kinlerini kabartıyor.
İslâm o kadar güçlü, o kadar sağlam bir dindir ki,
bütün Batı taraftarları ondan korkuyor, bütün
haydutlar ondan ürküyor ve bütün bozguncular (müfsitler)
ona karşı antipati duyuyor. İslâm gerek başlıbaşına
gerek içerdiği apaçık hakk, gerek tutarlı
sistemi ve gerekse sağlıklı sosyal düzeni ile doğrudan
doğruya somut bir savaştır; o bütün bu
nitelikleri ile batıla, haydutluğa, zulme ve
bozgunculuğa karşı doğrudan doğruya
somut bir savaştır. Bundan dolayı batıl
taraftarları, haydutlar, bozguncular onun
varlığına katlanamıyorlar. Bu yüzden
müslümanların karşısında hep
pusudadırlar, onları dinlerinden koparmak, kâfirliğe
döndürmek için yanıp tutuşurlar. Kâfirlik olsun da
hangi türü olursa olsun, onlar için farketmez. Zira
yeryüzünde bu dine inanan, bu sistemin izinden giden, bu
düzeni yaşayan bir tek müslüman cemaat varken batıl
düzenlerinin yaşayacağına,
haydutluklarının ve bozgunculuklarının devam
edebileceğine güvenemiyorlar.
Bu İslâm düşmanlarının savaş
metodları ve savaş araçları zamanla
farklılaşır, fakat hedef hiçbir zaman değişmez.
Bu hedef, gerçek müslümanları dinlerinden döndürmektir.
Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri kırılsa,
bozulsa başka bir silah çekerler. Ne zaman ellerindeki
silâhlardan biri körelse, etkisini yitirse bir başkasını
bilerler.
Herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olan yüce
Allah'ın vermiş olduğu bu doğru haber
karşımızdadır, müslüman cemaati bu düşmanlara
teslim olmamaları hususunda uyarıyor, onlara
tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor, onları düşmanların
oyunları karşısında direnmeye,
savaşın zorluklarına dayanmaya çağırıyor.
Aksi halde karşılaşılacak sonuç dünya ve
ahiret hüsranı zararıdır, hiçbir mazeretin ve
hiçbir gerekçenin önleyemeyeceği bir azaptır:
"Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse
böylelerinin bütün yaptıkları dünyada da ahirette
de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi
olarak kalacaklardır." Burada geçen
"Hubut" kelimesi, merada otlayan bir devenin zararlı
bir ot yemesi sonucunda önce şişip arkasından
ölmesini anlatan bir deyimden türemedir. Kur'an-ı Kerim,
burada bu kelime ile insanın işlediği amellerin
önce kabarıp sonra yokoluvermeleri olayını
anlatmak istiyor. Görüldüğü gibi bu kelimenin somut
anlamı ile soyut anlamı arasında sıkı
bir uyum var. Yani batıl amelin önce kabarması, görüntüsünün
şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa
karışması olayı ile zehirli ot yiyen devenin
şişmesi ve bu şişkinlik sonunda
patlayıp ölmesi olayı arasında sıkı
bir çağrışım vardır.
Kim İslâm'ı taddıktan, onu
tanıdıktan sonra baskı ve caydırma darbeleri
altında bu dinden dönerse -uğradığı
baskının ve karşılaştığı
caydırma girişimlerinin çapı ne olursa olsun- yüce
Allah tarafından belirlenen akıbeti budur. Yani
amellerinin hem dünyada ve hem de ahirette boşa gitmesi,
buna ek olarak da hiç bitmeyecek bir Cehennem azabına
çarpılmasıdır.
İslâm'ın tadına varan, onu tammış
olan bir kalp, gerçek anlamda asla ondan dönemez, vazgeçemez.
Bu dönüşün sözkonusu olabilmesi için o kalbin
düzelmez, ıslâh olmaz derecede bozulması gerekir.
Yalnız, insan takatını aşan ağır
işkence karşısında görünüşte taviz
verilerek başvurulan korunma önlemi (takıyye) bu sözümüzün
dışındadır. Zira yüce Allah merhametli olduğu
için insanın dayanma gücünü aşan işkence
karşısında müslümana dinini bırakmış
gibi davranarak canını kurtarma izni verdi. Fakat bu
zor durumda müslümanın kalbi İslâm'a bağlılığını
sürdürmeli, imanını seve seve korumalıdır.
Başka bir deyimle bu durumda müslümana verilen müsaade,
gerçekten kâfir olma, (Allah korusun) sahici bir
"dininden dönme" müsaadesi değildir.
Yüce Allah'ın bu uyarısı dünyanın son
anına, Kıyamet gününe kadar geçerlidir. Hiçbir
müslüman işkenceye, çeşitli caydırma
girişimlerine boyun eğerek dinini, Allah'a kesin
bağlılığını bırakmakta,
imanından ve İslâm'a bağlılığından
dönmekte mazur sayılamaz. Yapılması gereken
şey cihaddır, mücadeledir, yüce Allah bir çıkış
yolu gösterinceye kadar sabretmek, direnmektir. Hiç kuşkusuz
yüce Allah kendisine inanan ve O'nun yolunda işkencelere
maruz kalan kullarını yüzüstü bırakmaz. O,
onları, fedakârlıklarına karşılık
olarak iki güzel sonuçtan biri ile; ya zafer ya da
şehitlik ile ödüllendirecektir.
Allah yolunda eziyetlere katlananların bir başka
beklentisi de Allah'ın rahmetidir. Kalbi imanla
donanmış hiçbir mümin bu konudaki umudunu yitirmez:
"Onlar ki iman ettiler, yurtlarından göç ettiler
ve Allah yolunda savaştılar. İşte onlar
Allah'ın rahmetini umarlar. Hiç şüphesiz Allah
günahları bağışlar ve O
merhametlidir."
Yüce Allah mümin kulunun O'nun rahmetine ilişkin
umudunu asla boşa çıkarmaz. Nitekim İslâm'ın
zor günlerinde Mekkeli (muhacir) samimi müminler grubu, yüce
Allah'ın bu vaadini işitmiş, bunun üzerine var
güçleri ile cihad etmişler, sabretmişler ve sonunda
yüce Allah onlara verdiği sözü ya zafer ya şehitlik
olarak gerçekleştirmiştir. ,Bu sonuçların her
ikisi de hayır, her ikisi de rahmettir. Böylece onlar
Allah'ın bağışını ve merhametini
kazanmışlardır. Zira "Allah günahları
bağışlar ve O merhametlidir."
İÇKİ VE KUMAR