Allah yolunda savaşmak, meşakkatli bir farzdır.
Fakat böyle olmakla birlikte yerine getirilmesi gereken zorunlu
bir görevdir de. Yerine getirilmesi zorunludur, çünkü gerek
tek tek müslümanlar hesabına gerek İslâm toplumu
hesabına gerek tüm insanlık hesabına ve gerekse
hakk, iyilik ve yapıcılık adına birçok
yararlar içerir.
İslam insan fıtratının özelliklerini
gözönünde bulundurduğu için bu farzın
meşakkatini, zorluklarını inkâr etmez; onun sıkıntılarını
hafife almaz; insan nefsinin bu görevi ağır sayan,
ondan hoşlanmayan fıtrî duygularına
karşı çıkmaz. Çünkü İslâm fıtratla
çelişkiye düşmez, onunla çatışmaya
girişmez, yok sayılmaları mümkün olmayan
köklü duygularından onu soyutlamaya, yoksun
bırakmaya kalkışmaz. Bunun yerine soruna bir
başka açıdan yaklaşarak meseleyi
aydınlığa kavuşturur.
İslâm açık açık söyler ki, bazı
farzlar zor, buruk ve acıdır. Ama arkalarında
öyle bir hikmet saklıdır ki, bu hikmet onların
zorluğunu önemsizleştirir,
acılığını tatlıya dönüştürür,
onun aracılığı ile dar görüşlü
insanların fark edemeyebilecekleri önemde bir hayır
gerçekleştirir.
İnsan nefsi bu sözleri işitince önüne yeni bir
pencere açılır, olaya bu pencereden bakar ve bu
farklı bakış açısı sayesinde de onu
daha önceki algısından farklı bir şekilde
değerlendirir. İnsan nefsi sıkıntılar
tarafından kuşatıldığı ve bu
işin altından kalkamayacağını
sandığı zor anlarda bu pencereden ılık
bir meltem esmeye başlar. Belki de hoşa gitmeyen
şeyin arkasında hayır, buna
karşılık arzulanan şeyin arkasından kötülük
vardır. Bunu sadece uzun vadeli amaçları bilen, gizli
akıbetlerden haberdar olan yüce Allah bilir. İnsanlar
böyle şeylerin içyüzü hakkında hiçbir şey
bilmezler.
Bu ılık meltem soluğunu insan nefsinin
üzerine üfleyince artık o kişi
sıkıntıları önemsiz görür, önünde ümit
pencereleri açılır, yakıcı sıcak
altında kalan kalbine su serpilir, bunun sonucunda güven
içinde ve gönüllü olarak emre itaat etmeye, görevi yerine
getirmeye atılır.
İşte İslâm'ın insan fıtratı
karşısında benimsediği tutum budur. Onun içinden
geçen doğal duyguları inkâr etmez, zor bir işi
sırf teklif edildi diye yapmasını istemez. Bunun
yerine onu yavaş yavaş itaat eğitiminden geçirir,
önünde ümit kapılarını açık tutar. Böylece
iyi olan şey uğruna asgarî gayreti harcamasını,
başkalarınca zorlanarak değil, gönüllü olarak
kendini aşmasını ister. Yine böylelikle onun zayıf
noktalarını bilen, omuzlarına yüklediği görevin
zorluğunu peşinen söyleyen, onu mazur gören, halini
anlayan O'na hoşgörü, bağışlama ve ümitle
yaklaşan yüce Allah'ın engin şefkatini somut biçimde
algılar.
İşte İslâm insan fıtratını böyle
eğitir. Bu eğitimden geçen fıtrat yükümlülükten
bıkmaz, ilk darbe karşısında paniğe
kapılmaz, işin başında zorluk görünce
feryadı basmaz, zorluk karşısında zayıf
kaldığı görüldü diye utanmaz, mahcup düşmez.
Aksine direnir. Çünkü yüce Allah'ın kendisini hoş
gördüğünü, yardımını imdadına
yetiştirdiğini ve güçlendirdiğini bilir,
sıkıntılara rağmen yoluna devam etmeye karar
verir. Çünkü yapmakta olduğu işin
sıkıntılarının arkasında bir
hayır, zorluğun ardında kolaylık, zahmetin
ve yorgunluğun sonunda büyük bir rahat gizli olabilir.
Buna karşılık sevdiği ve yapmaktan haz
duyduğu bir işe de düşüncesizce girmez.
Çünkü hazzın arkasında pişmanlık gizli
olabilir, istenen şeyin ötesinde istenmeyen birşey
saklı olabilir, yem olarak verilen tatlı
yiyeceğin arkasında ölüm pusuya yatmış
olabilir.
Bu, şaşırtıcı bir eğitim
metodudur. Kökleri derinlere inen, sadece bir eğitim
metodu... İnsan psikolojisine sızmak, onun ücra köşelerine
ulaşmak için kullanacağı yolları,
kanalları iyi bilir. Aracı doğruluktur, dürüstlüktür,
yalancı telkinlere, aldatıcı kaypaklıklara
asla müracaat etmez.
Zira kısa görüşlü ve zayıf insan nefsinin
birşeyden hoşlanmaması, buna
karşılık o şeyin tam anlamı ile
hayırlı olması sık sık
karşılaştığımız bir gerçektir.
Buna karşın insan nefsinin birşeyi sevmesi, düşüncesizce
o işe yapışması fakat bu işin tam
anlamı ile kötü olması da sıkça rastladığımız
bir hayat realitesidir. Bunların yanısıra yüce
Allah'ın herşeyi bildiği, fakat insanların
birşey bilmedikleri de bir gerçektir. İnsanlar,
olayların akibetleri hakkında hiçbir şey bilemez.
Yine onlar önlerine çekilen perdenin arkasında nelerin
gizlendiğini de bilemez. Zaten arzulara, cehalete,
yetersizliğe tutsak olmayan soylu gerçekler hakkında
insanlar ne biliyorlar ki?
Yüce Allah'ın sözünü ettiğimiz bu kalbe
değmesi, dokunuşu insanın önüne gözleri ile
algıladığı sınırlı alemin
dışında başka bir alemin
kapılarını açar; karşısına
evrenin görünmez özünü etkileyen, gelişmeleri tersine
çeviren, olayların sonuçlarını
sandığından ve umduğundan farklı biçimde
düzenleyen başka faktörler çıkarır. Bu faktörler,
onlara gönüllü olarak uyduğu takdirde insanı
kaderin eline bırakır. İnsan çalışır,
umar, bekler ve korkar, ama her işi gönül hoşluğu
ve iç huzuru ile bu hikmetli ele ve geniş kapsamlı
bilgiye havale eder.
Bu tutum, geniş bir kapıdan "barışa
girmek"tir. İnsan nefsi hayrın Allah'ın seçtiğinde
olduğunu, Allah'ı tecrübe etmeye, bunun için O'ndan
kesin delil istemeye hiç kalkışmaksızın
O'na itaat etmenin en yararlı yol olduğunu kesinlikle
anlamadıkça gerçek anlamda barışın
bilincine varamaz. Güvene eşlik eden itaat,
soğukkanlı umut ve huzurlu çalışma, bunlar
yüce Allah'ın mümin kullarını "tüm varlıkları
ile içine girmeye" çağırdığı
"barış"ın kapılarıdır. Yüce
Allah, müminleri bu barışa işte bu
şaşırtıcı, etkili ve sade metod
aracılığı ile iletiyor. Bu yönlendirmeyi
kolayca, soğukkanlılıkla ve sıkmadan gerçekleştiriyor.
Allah, müminlerin omuzlarına savaşma yükümlülüğünü
yüklerken bile onları bu metod uyarınca
barışa yöneltiyor. Çünkü gerçek barış,
savaş alanında bile ruha ve gönüle egemen olan barıştır.
Yukardaki ayetin taşıdığı bu mesaj.,
sunduğu bu telkin sadece savaş görevi ile sınırlı
değildir. Çünkü savaş, insan nefsine antipatik
gelen, fakat arkasında hayır saklayan konuların
sadece bir örneğidir. Bu mesaj, müminin hayatının
tümü için geçerlidir, bu hayatın bütün olaylarını
kapsamına alır.
Gerçekten insan hayrın ve şerrin nerede
olduğunu önceden tahmin edemiyor. Meselâ Bedir savaşı
günü yola çıkan müslümanların hedefi
Kureyşlilerin ticaret kervanı idi, onlar yüce Allah'ın
kendilerine karşılaşmayı vaadettiği
kafilenin, silâhlı bir muhafız birliği
değil, ticaret malları taşıyan bir kervan
olacağını umuyorlardı. Fakat yüce Allah
ticaret kervanını ellerinden kaçırarak
onları Kureyşli bir savaş birliği ile
karşı karşıya getirdi. Bu savaş
sonucunda kazanılan zafer, Arap
yarımadasının tümünde yankılandı ve
İslâm sancağının dalgalanmasını
sağlayan ilk başarı oldu. Ticaret kervanı
nerede, yüce Allah'ın müslümanlar için dilemiş
olduğu bu son derece hayırlı olay nerede? Müslümanların
kendileri için yaptıkları tercih nerede, yüce Allah'ın
onlar hesabına yapmış olduğu seçim nerede?
Kısacası "Allah bilir, fakat insanlar bilmez."
Başka bir örnek verelim. Bilindiği gibi Hz.
Musa'nın genç arkadaşı azık olarak
yanlarında taşıdıkları
balığı deniz kenarında unutmuş,
balık da bir delikten sızarak denizi
boylamıştı. Kıssanın gerisini Kehf
suresinin bu konuyu anlatan ayetlerinden izleyelim:
"İki denizin birleştiği yeri geçtiklerinde
Musa, genç arkadaşına; `Azığımızı
getir, gerçekten bu yolculuğumuzda çok yorgun düştük'
dedi. Genç arkadaşı ona şu
karşılığı verdi; `Bak sen!
Kayalığa vardığımızda
balığı unutmuştum, bana onu
hatırlamayı unutturan mutlaka Şeytandır.'
Balık şaşılacak şe