190- Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda
savaşın. Fakat ölçüyü kaçırmayın,
saldırgan olmayın. Çünkü Allah ölçüyü elden bırakan
saldırganları sevmez.
191- Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi çıkardıkları,
sürdükleri yerden siz de onları çıkarın.
Kargaşa çıkarmak, adam öldürmekten daha ağır
bir suçtur. Mescid-i Haram çevresinde onlarla savaşmayın
ki, onlar da orada size karşı savaşmasınlar.
Fakat eğer onlar size savaş açarlarsa onları
öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
192- Eğer onlar savaşmaya ve kâfirliğe son
verirlerse Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir.
193- Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam
anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla savaşın.
Eğer yaptıklarına son verirlerse zalimlerden
başkasına asla saldırılmaz.
194- Haram ay, haram aya karşılıktır.
Yasaklar, dokunulmazlıklar
karşılıklıdır. Buna göre size saldırana,
size saldırdığı kadar, siz de
saldırın. Allah'tan korkun ve iyi bilin ki, Allah
kendisinden korkanlarla beraberdir. 195- (Mallarınızın
bir bölümünü) Allah yolunda harcayın. Sakın
kendinizi, kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Hiç kuşkusuz
Allah iyilik yapanları sever.
İSLAM'DA SAVAŞ
Bize ulaşan bu rivayetlerin bildirdiklerine göre bu
ayetler savaş hakkında inen ilk ayetlerdir. Daha önce
kâfirlerin saldırısına uğrayan müminlere,
zulme uğradıkları gerekçesiyle savaşma izni
veren ayet inmişti. O zaman müslümanlar bu iznin, cihadın
üzerlerine farz kılınmasına zihinleri
hazırlamayı amaçlayan ve Hacc suresinin aşağıdaki
ayetlerindeki ilâhi vaad uyarınca müslümanların
yeryüzünde egemen olmalarını sağlama gayesi güden
bir başlangıç olduğunu hissetmişlerdi:
"Haksızlığa uğratılarak
kendilerine savaş açılan kimselerin karşı
koyup savaşmalarına izin verilmiştir. Hiç kuşkusuz
Allah onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar sırf "Rabbimiz
Allah'tır" dediler diye haksız yere
yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah,
bir kısım in
sanları
diğer bir bölümü aracılığıyla
savmasaydı nice manastır, kilise, havra ve içlerinde
Allah'ın adı çokça anılan cami
yıkılıp giderdi. Kim Allah'a yardım ederse
bilsin ki, Allah da mutlaka yardım edecektir. Hiç şüphesiz
Allah kuvvetli ve üstün iradelidir.
Onlar ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak
namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği
emrederek kötülükten sakındırırlar. Her
şeyin akıbeti Allah'a aittir." (Hac Suresi,
39-41)
Bundan dolayı müminler, kendilerine zulme uğramaları
durumunda niçin savaşma izni verildiğini
biliyorlardı. Onlara uğradıkları zulmün
intikamını alma işareti veriliyordu. Oysa
Mekke'deyken bu zulme karşı koymaktan
alıkonulmuşlardı. O zaman kendilerine şöyle
buyurulmuştu:
"Kendilerine "Ellerinizi savaştan çekin,
namazı kılın zekâtı verin" denilenleri
görmedin mi?" (Nisa Suresi, 77)
Müslümanlar Mekke'de Allah'ın (c.c) takdir ettiği
hikmete bağlı olarak savaşmaktan
alıkonulmuşlardı. Biz bu hikmetin aslında
hesapsız ve sayısız sebeplerinin
bazılarını sınırlı insani
ölçülerimizle kavrayabiliyoruz.
Bu alıkoymanın bizim görebildiğimiz ilk
sebebi, müslümanları sabırlı olmaya, emir
dinlemeye, başa bağlılığa ve izin çıkmasını
beklemeye alıştırma amacı idi. Çünkü
Araplar cahiliye dönemlerinde çok heyecanlı ve duygusal
insanlardı. İlk savaş çağrısına
hemen karşılık verirler,
haksızlığa karşı hiç sabretmezlerdi.
Oysa şimdi omuzlarına büyük bir görev yüklenecek
olan bir ümmet oluşturulmaya çalışılıyordu.
Bu büyük görev sözkonusu psikolojik eğilimlerin denetim
altına alınmasını; bu
davranışların, ilerisi için plânlar hazırlayan
ve önlemler alan, plânlarına ve önlemlerine uyulan bir
liderlik mekanizmasına boyun eğmelerini; hatta bu plânlar
ve önlemler, yaygaralı bir savaş çağrısı
karşısında hemen parlamaya, ateşlenmeye ve
heyecana kapılmaya alışkın olan sinir
sisteminin eğilimlerine ters düşse bile disipline
uymalarını gerektiriyordu.
Nitekim bu hazırlık eğitimi sayesinde Hz.
Ömer gibi ateşli, Hz. Hamza b. Abdülmuttalib gibi
delikanlı ve bu ikisi gibi daha nice sert mizaçlı ilk
müminler, küçücük müslüman toplumun uğramış
olduğu zulümler karşısında
sabredebilmişler, sinirlerine hakim olarak Peygamberimizden
(salât ve selâm üzerine olsun) emir beklemeyi içlerine
sindirebilmişler ve kendilerine "Ellerinizi
savaştan çekiniz, namazı kılınız, o
ruç
tutunuz" direktifini veren
yüce komutanlığın emrine uyabilmişlerdi. Böylece
büyük bir misyonu üstlenmeye hazırlanan bu
insanların vicdanlarında çabuk parlama ile soğukkanlılık,
ateşli atılganlık ile tedbirlilik, gözü karalık
ile itaatkârlık eğilimleri arasında denge
kurulmuş oluyordu.
Mekke döneminde müslümanların savaştan
alıkonulmalarına bizim gözlemlerimize göre gerekçe
olan ikinci sebep de şudur: Arap toplumu onurlu ve gururuna
düşkün bir toplum idi. Bundan dolayı aralarında
uğradıkları baskılara kendilerine
yapılanın iki misliyle karşılık
verebilecek kimseler olduğu halde, müslümanların
maruz kaldıkları eziyetlere karşı
sabretmeleri, henüz müslüman olmamış olan
Arapların kalplerindeki onur ve haysiyet duygusunu
uyandırıcı, onları İslâm'a yaklaştırıcı
bir faktör oluşturuyordu. Nitekim Kureyşliler
tarafından Haşimioğulları'nın Ebu Talip
kolu hakkında, Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine
olsun) korumaktan vazgeçsinler diye boykot kararı
alındığında bu faktör fiilen etkili oldu,
Haşimoğulları'na uygulanan baskı
ağırlaşınca Arapların
vicdanlarındaki onur ve zayıftan yana olma duygusu
uyanıverdi. Bunun üzerine boykot kararını
öngören antlaşma belgesi yırtıldı ve sözünü
ettiğimiz duygunun etkisiyle Ebu Talip ile çevresine
yönelik boykot eylemi sona erdi. Zaten İslâm cemaatinin
lider kadrosu uğranılan zulümlere karşı
koymaktan kaçınma plânı ile bu sonucu gözetiyordu.
Bunun böyle olduğunu İslâm tarihinin o dönemdeki
olaylar zincirini hareketli bir sosyal akım olarak
incelediğimiz zaman anlayabiliriz.
Mekke döneminde müslümanları savaştan
sakındırmanın bir başka gerekçesi de
şudur: İslâm, her evi birer kanlı savaş
alanına çevirmek istemiyordu. Çünkü o günkü
müslümanların herbiri Mekkeli müşrik ailelerin
birer üyesiydi. Müslüman olan çocuklarına eziyet
edenler, onları dinlerinden döndürmeye çalışanlar
da içinde müslüman fertler bulunan müşrik ailelerdi.
Henüz ortada bu eziyetleri genel plânda koordine edecek ortak
bir otorite yoktu. Buna göre eğer o gün müslümanlara
kendilerini savunma izni verilmiş olsàydı, bu iznin
anlamı her evin bir savaş alanına dönüşmesi,
her ailede kan dökülmesi demek olurdu. Bu da o günkü Arap
toplumunun, İslâm'ı aileleri parçalayan ve onları
içinden kundaklayan bir çağrı olarak
algılamalarına yolaçardı. Hicretten
sonrasına gelince müslüman cemaat bu dönemde Mekke'de
kendisine karşı ordu hazırlayıp
saldırı düzenleyen başka bir otorite ile
karşı karşıya gelmiş
bağımsız bir güç birimine dönüşmüştü.
Bu da Mekke'de geçerli olan her müslümanın ailesi içindeki
bireysel konumundan farklı bir konumdu.
İşte Mekke döneminde müslümanları
kendilerine yönelik eziyetlere ve baskılara
karşı koymaktan alıkoymanın hikmetinin
ardında saklı duran ve ilk akla gelen bazı
sebepler bunlardı. Bir de şunu ekleyebiliriz: O zaman
müslümanlar zayıf bir azınlık olarak Mekke'de
kuşatma altında yaşıyorlardı. Eğer
belli bir askeri karargâhın komutası altında
toplu olarak müşriklerle savaşa girselerdi, toplu
kıyıma uğrayabilirlerdi. Bu yüzden yüce Allah
onların çoğalmalarını ve güvenli bir üsse
yerleşmelerini sağladı ve kendilerine
savaşma iznini bundan sonra verdi.
Bu sebeplerin hangisi geçerli ve ağırlıklı
olursa olsun, savaş hükümleri, o günden sonra İslâmî
hareketin önce Arap yarımadasındaki
şartları uyarınca, daha sonra da yarımada
dışındaki şartlara paralel olarak gitgide
tırmanan tedrici bir gelişim çizgisi izlemiştir.
Okuduğumuz bu ilk inen ayetler, iki ana kamp
arasındaki, yani İslâm kampı ile müşrik
kamp arasındaki çatışmanın ilk günlerdeki
durumuna uygun bazı hükümleri içeriyordu. Bu ayetler aynı
zamanda genel anlamda savaşla ilgili bazı
değişmez hükümleri de yansıtıyordu.
Çünkü sözkonusu hükümler ilke olarak sadece Berae
suresinde bazı ufak değişikliklere
uğramışlardı.
Okuduğumuz ayetlerin ayrıntılı
incelemesine geçmeden önce gerek buradaki savaş
ayetlerinin ve gerekse Kur'an'ın başka yerlerindeki
aynı tür ayetlerin yorumuna esas olmaya elverişli
kısa birkaç söz söylemeyi uygun görüyoruz:
Bilindiği gibi bu inanç sistemi, ilk insandan
günümüze kadar uzayan İslâm zincirinin son halkasını
oluşturur. Bu inanç sistemi, kendisinden sonraki insan
hayatının temeli, bütün insanlık için geçerli
olacak ortak yaşam tarzı olmak üzere geldi. İslâm
ümmeti, bu hayat metodu uyarınca Allah yolunda tüm insanlığın
önderliğini üstlenmekle yükümlüdür. Bu hayat metodu,
gerek varlık aleminin ve gerekse insan varoluşunun
amacını içeren yaygın ve eksiksiz düşünce
sisteminden kaynaklanmıştır. Bu amacı, yüce
Allah tarafından indirilen Kur'an-ı Kerim bize açıklıyor.
Bu ümmet, insanlığı, bütün cahiliye
sistemlerinde eşi olmayan bir hayra doğru yöneltecek
ancak bu sistemin ışığı altında
ulaşabileceği bir düzeye yükseltecek, onu başka
eşi olmayan böyle bir nimete erdirecektir.
İnsanlık bu nimetten yoksun kalınca bütün başarı
ve kurtuluş umudunu kaybeder. Bu nimet kaynağına
karşı saldırı düzenleyen saldırganın
eline bu hayır kaynağından yoksun kalmaktan, yüce
Allah'ın bu hayır kaynağı için dilediği
yükselme, temizlik, mutluluk ve kemal ile insanların
arasına girmekten mahrum kalma dışında
birşey geçmez.
Bundan dolayı bu cihanşümul ilâhi sistemin çağrısının
kendisine ulaşması, bu çağrının
önüne şu ya da bu şekilde hiçbir engelin, hiçbir
otoritenin dikilmemesi insanlığın ortak
hakkıdır.
Bunun ötesinde bu çağrıyı alan
insanların bu dini serbestçe seçmeye de hakları
vardır. Hiçbir engel ya da hiçbir otorite onları bu
dini seçmekten alıkoymaya
kalkışmamalıdır. Eğer
birkısım insan, bu dinin çağrısını
dinledikten sonra onu benimsemek istemezse bu çağrıyı
yoluna devam etmekten alıkoymaya da hakkı yoktur. Böyle
bir durumda bu kişilerin, insanlara yapılan İslâm
çağrısının önüne dikilmeyecekleri,
güvenliğine zarar vermeyecekleri ve müslümanlar bu dini
insanlara ulaştırırken onlara hiçbir engellemede
bulunmayacaklarına dair söz vermeleri gerekir.
Yüce Allah'ın hidayeti ile bu dini seçecek olanların
ne işkence ne ayartına ve ne de başka bir
baskı yolu ile bu dini bırakmaya zorlanmamaya
hakları vardır. Bunların yanısıra
İslâm'ı benimsemeyen bu kişilere, diğer
insanları Allah'ın hidayetinden ve bu dini kabul
etmekten alıkoyacak sosyal ortam hazırlayacak imkanlar
da verilemez. Müslüman toplum, bu yolda işkenceye ve
baskıya uğrayan insanları kuvvet kullanarak
savunmakla yükümlüdür. Böylece inanç özgürlüğü sağlanan
toplumda yüce Allah'ın hidayet sunduğu insanlara güvenli
bir ortam sunularak ilâhi sistemin sosyal hayatta uygulanmasının
yolu açık tutulmuş, insanlığın bu büyük
hayır kaynağından yoksun kalması tehlikesi
önlenmiş olur.
Bu üç hakka (çağrıya muhatap olma, çağrıyı
serbestçe benimseme ve çağrıyı benimseyecek
olanlara engel olmama haklarına) bağlı olarak müslüman
cemaatin omuzlarına başka bir görev biner. Bu görev;
bu çağrının yoluna dikilerek onun serbestçe
insanlara ulaştırılmasına engel olan ya da
bu inancı benimseme özgürlüğünü tehdit ederek
insanlara bu dini seçtiler diye baskı yapan her gücü
ortadan kaldırmak, böylece hiçbir yeryüzü kuvvetinin,
müminleri baskı altına almaması uğrunda sürekli
mücadele vererek Allah'ın dinini kesinlikle egemen
kılma görevidir. Bu görev insanları zorla iman
ettirme anlamına gelmez. Onun anlamı; Allah'ın
dinini yeryüzünde üstün bir güç haline getirmektir. Öyle
ki, bu dine girmek isteyen hiç kimse ona girmekten korkmamalı,
bu dinin çağrısını duyurmak isteyen hiç
kimse bu misyonunu yerine getirirken hiçbir beşeri
iktidardan çekinmemeli, bu çağrıyı benimseyecek
veya bu dine bağlılığını sürdürecek
hiç kimsenin, herhangi bir güç odağından korkusu
olmamalı; isteyenleri Allah'ın nurundan, hidayetinden
alıkoyarak Allah'ın yolundan saptıran hiçbir
sosyal düzen, hiçbir fiili durum yeryüzünde egemen olmamalı,
bu olumsuzlukların hiçbir aracı ve hiçbir metodu
etkili olmamalıdır.
İşte İslâm'da cihad bu genel ilkelerin sınırları
içinde vardır, sırf bu yüce amaçlara dönüktür,
başka bir hedefle ya da başka bir sloganla, yafta ile
karıştırılamaz. Cihad, inanç içindir, bu
inancı kuşatma altına girmekten, ablukaya düşmekten
korumak, baskıya uğramaktan korumak içindir. Bu
inancın sistemini ve pratik hayatı düzenleyen
şeriatını savunmak içindir. Bu inancın
sancağını, ona karşı saldırı
düzenlemeyi düşünenleri saldırıya geçmeden
önce caydıracak, onun altına sığınmak
isteyenleri hiçbir engelleyici, önleyici ve baskıcı
yabancı güçten çekinmeksizin himayesine koşacak biçimde
yeryüzünde dalgalandırmak içindir.
İşte İslâm'ın emrettiği,
onayladığı, ödüllendirdiği, uğrunda
öldürülenleri şehit saydığı ve külfetini
omuzlayanlarını dost saydığı yegâne
cihad budur.
Bakara suresinin bu bölümündeki ayetler, Medine'deki
müslüman cemaatle, müminleri yurtlarından çıkarmış,
onlara dinleri yüzünden işkence yapmış, inançları
sebebiyle kendilerine baskı uygulamış olan Mekke
müşrikleri arasındaki duruma açıklık
getiriyor. Bunun yanısıra İslâm'da cihadın
temel hükümlerini ihtiva eden ayetler de bu bölümde yeralıyor.
Bu ayetler, kendilerine karşı savaş açmış
olan ve açtıkları savaşı sürdüren bu müşrikler
ile savaşmayı, her zaman ve her yerde kendilerine
savaş açanlara savaşla karşılık
vermeyi, fakat hiçbir zaman saldırgan taraf olmamayı
emrederek söze giriyor:
"Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda
savaşın. Fakat ölçüyü kaçırmayın,
saldırgan olmayın; çünkü Allah ölçüyü elden bırakan
saldırganları sevmez."
Görüldüğü gibi daha ilk ayeti kerimede savaşın
hedefini sınırlayan kesin ölçüyü ve uğrunda
savaşa girilecek olan sancağın ne
olacağını açık-seçik biçimde
buluyoruz."
"Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda
savaşın."
Savaş "Allah için" olacak; yoksa insanlığın
uzun savaş tarihi boyunca tanımış
olduğu başka bir hedef uğrunda
yapılmayacaktır. Savaş "Allah için"
olacak; yoksa ne ganimet ve maddî kazanç elde etme uğruna
ne pazar ve hammadde ele geçirme uğruna ne sosyal bir
sınıfı diğer bir sosyal
sınıfın ya da bir milleti diğer bir milletin
boyunduruğu altına sokma uğruna
yapılmayacaktır. Bu savaş, İslâm'ın
uğrunda cihadı
yasallaştırdığı belirli amaçları
gerçekleştirmek için verilecektir. Bu savaş, yeryüzünde
yüce Allah'ın söz üstünlüğünü (ilâh-i
kelimetullah'ı) sağlamak, O'nun sistemini hayata geçirmek,
müslümanların dinleri yüzünden baskı altına
alınmalarını ya da sapıklığa ve
yozlaşmaya sürüklenmelerini önlemek için verilmelidir.
Bunun dışında kalan savaşlar, İslâm'ın
hükmüne göre gayrimeşru, şeriatle çelişen
savaşlardır. Bu tür savaşlara girenler yüce
Allah katında hiçbir sevap, hiçbir derece kazanamazlar.
Bu savaşın amacı sınırlı
olduğu gibi çerçevesi ve çapı da
sınırlıdır:
"Fakat ölçüyü kaçırmayın, saldırgan
olmayın; çünkü Allah, ölçüyü elden bırakan
saldırganları sevmez."
Saldırganlık; bilfiil savaşa katılmayan
ve ne İslâm davetine ve ne de İslâm cemaatine karşı
tehlike oluşturmayan kadın, çocuk, yaşlı ve
her milletten, her dinden kendini ibadete adamış
kimseler gibi zararsız ve güvenli insanların askerler
tarafından hedef alınması biçiminde görüleceği
gibi İslâm tarafından
yasallaştırılmış savaş
kurallarını çiğnemek şeklinde de olabilir.
Oysa İslâm, gerek eski ve gerekse çağdaş
cahiliye savaşlarının ortaya koyduğu tüyler
ürpertici cinayetleri en aza indirmek, hatta bunlara son
verebilmek için sözkonusu savaş kurallarını
yasallaştırmıştır. O tüyler ürpertici
cinayetler ki, İslâmi duyarlılık onlardan nefret
etmekte, İslâmi takva onlardan tiksinmektedir.
Peygamber efendimizin sözlerinden seçtiğimiz birkaç
hadis-i şerif ve sahabilerin yaptığı birkaç
öğüt, insanlığın ilk defa İslâm
sayesinde tanıdığı sözkonusu savaş
kurallarının neler olduğunu gözler önüne
sermektedir:
Abdullah b. Ömer diyor ki:
"Peygamberimizin katıldığı
savaşların biri sırasında öldürülmüş
bir kadın cesedi bulunmuştu. Bunu gören
Peygamberimiz, savaşta kadınların ve çocukların
öldürülmesini yasakladı." (Buhari, Müslim, Ebu
Davud, Tirmizi, İmam-ı Malik)
Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Herhangi biriniz savaşırken yüzü hedef
almaktan sakınsın." (Buhari, Müslim)
Yine sahabilerden Hz. Ebu Hureyre şöyle diyor:
"Bir defasında Peygamberimiz (salât ve selâm
üzerine olsun) bizi bir göreve gönderirken -iki Kureyşli
müşriği kasdederek-
`Eğer
falanca ile filâncayı bulursanız onları
yakın' buyurdu. Fakat biz
yola çıkmak üzereyken şöyle buyurdu:
`Az önce size falanca ile filâncayı
yakmanızı emretmiştim. Oysa ateş, sırf
Allah'a mahsus bir azap aracıdır. Bu yüzden eğer
onları bulursanız silâhla öldürün." (Buhari,
Ebu Davud, Tirmizi)
Sahabilerden Abdullah b. Mesud'un bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Adam öldürmekten en çok sakınan insanlar, müminlerdir."
(Ebu Davud)
Sahabilerden Abdullah b. Yezid el-Ensari diyor ki:
"Peygamberimiz savaşta
yağmacılığı ve işkence ederek adam
öldürmeyi yasakladı."
(Buhari)
Öteyandan İbn-i Ya'lâ diyor ki:
"Halid b. Velid'in oğlu Abdurrahman ile birlikte
bir savaşa katılmıştık. Bir ara önüne
dört azılı düşman askeri getirdiler.
Verdiği emir üzerine bunlar okun kör tarafı ile
işkence edilerek öldürüldü. Bir süre sonra bunu haber
alan Hz. Ebu Eyyüb el-Ensarî şöyle dedi."
`Ben Peygamberimizin savaşta kılıç sırtı
ile adam öldürmeyi yasakladığını
kulaklarımla işitmiştim.(Metinde kullanılan
deyim "Katl-üs Sabr (yani kılıç sırtı
ile öldürmek)tir. Bu tür öldürme insana oldukça uzun bir
can çekişme dönemi yaşattığı için
bir tür işkencedir. Metinde Halid b. Velid'in oğlu
Abdurrahman'ın bu olay üzerine dört köle azad ettiği
bildiriliyor. Bu köleler keffaret maksadı ile azad
edilmiştir.) Nefsimi kudret elinde tutan Allah adına
yemin ederek söylüyorum ki, önüme bir tavuk bile gelse onu bıçağın
sırtı ile (işkence çektirerek) öldürmezdim '
Bu sözler Abdurrahman'ın kulağına gidince
(kefaret olarak) dört köle azad etti. (Ebu Davud)
Haris b. Müslim b. Haris'in bildirdiğine göre bir
sahabi olan babası şöyle diyor:
"Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir
defasında bizi bir müfreze içinde savaşa göndermişti.
Saldırı düzenleyeceğimiz yere varınca
atımı koşturarak arkadaşlarımı
geride bıraktım. Üzerine yürüdüğüm yörenin
halkı beni çığlıklarla
karşıladı. Bunun üzerine onlara
`Lailâheillallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)"
deyin de canınızı kurtarın' dedim. Onlar da
bunu söylediler. Bunun üzerine arkadaşlarım beni
kınayarak `Bizi alacağımız ganimetten mahrum
ettin' dediler.
Peygamberimizin yanına dönünce yaptığımı
O'na anlattılar. Bunun üzerine Peygamberimiz beni yanına
çağırarak yaptığımı
beğendiğini belirtti. Arkasından bana `Allah o
insanların her biri karşılığında
sana şu kadar sevap yazdı' buyurdu (Ebu
Davud)"
Öteyandan Hz. Bureyde şöyle buyuruyor:
"Peygamberimiz, bir ordu ya da bir gerillâ
müfrezesinin başına bir komutan
atadığı zaman yakın
arkadaşlarının yanında ona takvalı
olmayı ve birlikte savaşacağı müslümanlara
iyi davranmasını tavsiye eder, sonra kendisine şu
direktifi verirdi:
`Allah adına, Allah yolunda savaşın.
Allah'ı inkâr edenleri öldürün. Savaşın,
fakat gaddar olmayın, işkence ile adam öldürmeyin,
küçük çocukları öldürmeyin` (Müslim,
Ebu
Davud, Tirmizi)"
Bu arada İmam-ı Malik'in bildirdiğine göre
Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) askerlerine
verdiği talimatlarının bir yerinde şöyle
demişti:
"Savaş sırasında kendilerini Allah'a
adadıklarını sanan birtakım insanlarla
karşılaşacaksınız. Onları
uğruna kendilerini adadıkları meşguliyetle
başbaşa bırakın. Sakın
kadınları, çocukları ve yaşlıları
öldürmeyin." (İmam-ı Malik)
İşte İslâm'ın verdiği
savaşlar, işte bu savaşlarda gözettiği
kurallar ve işte bu savaşlarda ulaşmak
istediği hedefler. Bunların tümü yukardaki okuduğumuz
ilâhi direktiften türemiştir. Bu direktifi bir daha
okuyalım:
"Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda
savaşın. Fakat sakın ölçüyü kaçırmayın,
saldırgan olmayın; çünkü Allah ölçüyü elden bırakan
saldırganları sevmez
."
Müslümanlar sayılarının çokluğu ile
zafer kazanmadıklarını biliyorlardı.
Çünkü sayıları azdı. Ayrıca silâh ve
teçhizat üstünlükleri sayesinde de zafer kazanmıyorlardı.
Çünkü onların silâh ve teçhizatları düşmanlarınkinden
azdı. Onlar sadece imanları, Allah'a
bağlılıkları ve Allah'ın kendilerine yönelik
yardımı sayesinde zafere ulaşıyorlardı.
Buna göre yüce Allah'ın ve Peygamberimizin direktiflerine
aykırı hareket etmiş olsalardı, bel
bağladıkları biricik zafer sebeplerinden kendi
elleriyle yoksun kalmış olurlardı. Bundan
dolayı sözünü ettiğimiz savaş
kurallarına, kendilerini baskı altında
inletmiş ve bazı arkadaşlarını en tüyler
ürpertici işkenceler ile öldürmüş olan düşmanları
karşısında bile uyuyorlardı. Nitekim
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) öfkeye kapılınca
Kureyşli iki müşrik olan "falanca ile filânca"nın
ateşte yakılarak öldürülmesini emrediyor, fakat
hemen arkasından sözkonusu kimselerin yakılarak
öldürülmesi emrini geri alıyor. Çünkü ateşte
yakarak cezalandırmak sadece yüce Allah'a mahsustur.
Daha sonra müslümanlara savaş açan, onlara dini
inançları yüzünden baskı yapan, onları
yurtlarından çıkaran kimseler ile
savaşılması, onlara nerede ve hangi
şartlarda rastlanırsa öldürülmeleri emri vurgulanıyor.
Yalnız Mescid-i Haram, (Kâbe) civarında rastlanan düşmana
ilişmemek gerekir. Fakat eğer kâfirler burada saldırıyı
başlatan taraf olurlarsa artık onlar için Kâbe
çevresinin dokunulmazlık ilkesi geçerli değildir.
Bir de eğer sözkonusu kâfirler yüce Allah'ın dinine
girerlerse o zaman da müslümanların ellerinden
kurtulacaklar, daha önce müslümanlara ne kadar eziyet etmiş,
onlara ne kadar ağır baskılar uygulamış
ve ne kadar savaş yapmış olurlarsa olsunlar,
artık eski hesapları kapanacaktır:
"Onları bulduğunuz yerde öldürün. sizi
çıkardıkları,
sürdükleri yerden siz de
onları çıkarın. Kargaşa çıkarmak,
adam öldürmekten daha ağır bir suçtur. Mescid-i
Haram çevresinde onlar ile savaşmayın ki, onlar da
orada size karşı savaşmasınlar. Fakat
eğer onlar size savaş açarlarsa onları
öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
Eğer onlar savaşa ve kâfirliğe son verirlerse
Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir."
Baskı ya da ayartma yolu ile müslümanı dininden
uzaklaştırmaya kalkışmak, insan
hayatının en kutsal değerine karşı
saldırıya geçmek demektir. Bundan dolayı bu
saldırı, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur;
insanı öldürmekten, canını almaktan ve
hayatını yok etmekten daha ağır bir cürümdür.
Sözkonusu fitne ister tehdit, yıldırma ve fiili
işkence yolu ile olsun; ister insanları
saptıracak, yozlaştıracak, yüce Allah'ın
sisteminden uzaklaştıracak, soğutacak,
Allah'ın sistemine yan çizmeyi kendilerine sempatik saydıracak
toplumsal ve politik şartlar oluşturma yoluyla olsun
farketmez.
Bu ikinci fitne yolunun en yakın ve en tipik örneği
Komünizmdir. Bilindiği gibi bu ideoloji, bu politik rejim
dini afyon sayıp yasaklıyor, Allahsızlık
(ateizm) propagandasını serbest bırakıyor,
zina ve alkollü içki gibi İslami yasakları mübah
sayan kanunî düzenlemeler getiriyor, yoğun propaganda
kampanyaları ile bu yasakları insanlara sempatik gösteriyor,
buna karşılık yüce Allah'ın sisteminde
meşru sayılan erdemlerin, faziletlerin
bağlılarını kamuoyu
karşısında antipatik gösteriyor; bu sosyal ve
hukukî şartları, insanların
baskısından kurtulamayacakları zorlamalara,
dayatmalara ve oldu-bittilere dönüştürüyor.
İslâm'ın inanç özgürlüğü ile ilgili bu
görüşü ve insan hayatında bu özgürlüğe
vermiş olduğu son derece büyük değer İslâm'ın
karakteri ve insanın varoluş amacına ilişkin
bakış açısı ile bağdaşan, bütünleşen
bir görüştür. Zira insanın varoluş amacı,
ibadettir. Bu kavram, Allah'a yönelik her iyi ve yararlı
faaliyeti içine alır. İnsanın en değerli,
en üstün varlığı inanç özgürlüğüdür.
Buna göre kim onun elinden bu üstün varlığı
almaya kalkışır, doğrudan doğruya ya da
dolaylı biçimde onu dininden koparmaya girişirse,
canlı bir varlığı öldürenden daha ağır
cürüm işlemiş olur. Bundan dolayı mümin, bu
inanç özgürlüğünü, onun düşmanını
öldürerek savunur. Böyle olduğu için ayetin bu cümleciğinde
"onlarla savaşın" denilmiyor,
"onları öldürün, onları bulduğunuz yerde
öldürün" deniliyor. "Ne durumda olurlarsa olsunlar
ve elinizdeki öldürme aracı ne olursa olsun onları
öldürün" demektir bu. Tabii ki, bu durumlarda da işkence
ederek ve ateşte yakarak öldürmeyi yasaklayan İslâmi
savaş kurallarına uyulacaktır.
Bunun yanısıra Mescid-i Haram (Kâbe) civarında
savaşmak yasaktır. Allah (c.c) burayı güven
bölgesi olarak belirledi, dostu Hz. İbrahim'in (selâm
üzerine olsun) duasını kabul ederek oranın
çevresini de güvenlik kuşağı olarak ilân etti.
Burayı dünyanın her yanından akın akın
gelecek olan insanların güven, dokunulmazlık ve
barış içinde toplanacakları bir yer
kıldı.
Mescid-i Haram'ın civarında savaş olmaz.
Orada, yalnız bu yerin dokunulmazlığını
çiğneyerek müslümanlara saldırı başlatan
kâfirlere karşı savaşılır. O zaman müslümanlar
onlara kuvvetle karşı koyarlar ve bu
saldırganları öldürmedikçe vuruşmaya son
vermezler. İşte insanlara dinî inançları yüzünden
baskı yapan ve çevresinde güven içinde yaşamış
oldukları Mescid-i Haram'ın
dokunulmazlığını çiğneyen kâfirlere
yaraşan ceza budur. Fakat:
"Eğer onlar savaşa ve kâfirliğe son
verirlerse Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir."
Onları yüce Allah'ın bağışına
ve merhametine lâyık hale getirecek olan "son
verme" kâfirliğe son vermektir, yoksa sadece müslümanlara
karşı savaşmaya, onlara dini inançları
gerekçesi ile baskı yapmaya son vermek değildir.
Çünkü müslümanlar ile savaşmaya ve onlara dini inançları
yüzünden baskı yapmaya son vermelerinin onlara
sağlayacağı azami kazanç müslümanların
kendileri ile barış antlaşması
yapmaları olabilir. Fakat onları yüce Allah'ın
bağış ve merhametine lâyık hale getirmez.
Bu ayette bağışa ve merhamete işaret
edilmesinden güdülen amaç, kâfirleri iman etmeye
özendirmek, kâfirlikten ve saldırganlıktan sonra içlerinde
yüce Allah'ın bağışına ve merhametine
kavuşma ümidini uyandırmaktır.
, Şu İslâm dini ne büyüktür ki, sırf müslüman
oluvermekle kâfirlere yüce Allah ın
bağışının ve merhametinin
ulaşacağını haber vermekte onları
kısas ve diyet hükümlerinden muaf tutmaktadır. Oysa
onlar daha önce birçok müslümanı öldürmüş veya
baskı altında yaşatmış, onlara
karşı en iğrenç cinayetleri reva görmüşlerdi!
İslâm'da savaşın amacı, insanların
dinleri yüzünden baskı görmelerini önlemek, kaba
kuvvetle ya da bu anlama gelebilecek sosyal şartlarla
olup-bittiler meydana getirerek müslümanların dinlerinden
vazgeçirilmemelerini güvenceye almak, müslümanların
başına ayartıcı, saptırıcı ve
yozlaştırıcı faktörlerin musallat
edilmesine engel olmaktır. Bu da Allah'ın dininin
üstünlüğünü sağlayarak, taraftarlarını
güçlendirerek ve düşmanların gözünü yıldırarak
gerçekleştirilebilir. O zaman İslâm düşmanları
müslümanlara işkence etmeye, dinleri yüzünden baskı
yapmaya cesaret edemezler. İslâm'a girmek isteyen hiç
kimse kendisini bu kararından alıkoyacak ya da bu
kararı yüzünden kendisine işkence ve baskı
uygulayacak hiçbir güçten korkmaz. Buna göre müslüman
cemaat, sözkonusu saldırgan ve zalim güçleri ortadan
kaldırıncaya, yüce Allah'ın dini kesin bir
galibiyet ve üstünlük elde edinceye kadar sürekli biçimde
onlarla savaşmakla yükümlüdür:
"Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam
anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla savaşın.
Eğer yaptıklarına son verirlerse zalimlerden
başkasına saldırılmaz."
Bu ayetin nüzul sebebine bakılarak her ne kadar o dönemin
Arap yarımadasında egemen olan, sultası
altına aldığı insanları müslüman
olmaktan alıkoyarak Allah'ın dininin
yayılmasını engelleyen müşrik düzenin
hedef alındığı sonucuna varılırsa
da ayetin kapsamı evrenseldir, direktifi süreklidir. Başka
bir deyimle cihad, Kıyamet gününe kadar devam edecektir.
Herhangi bir vakit zalim bir güç insanları Allah'ın
dininden alıkoyarsa, insanların yüce Allah'ın
çağrısını dinlemelerini ve
haklılığına kanaat getirince bu çağrıyı
kabul etmelerini engellerse, müslüman cemaat her an için bu
zalim gücü ortadan kaldırarak insanları bunun
baskısından kurtarmakla ve böylece özgür bir
ortamda çağrıyı dinleyip gönüllü tercihleri
ile yüce Allah'ın yolunu benimseyebilmelerini
sağlamakla yükümlüdür.
Bu bölümün bir önceki ayetinde fitne (maddî ve manevî
dinî baskı) kınandıktan ve adam öldürmekten
daha ağır bir suç sayıldığı
belirtildikten sonra, bunun önlenmesi gerektiği bu ayette
tekrar vurgulanıyor. Bu tekrar, bu meselenin İslâmi
açıdan taşıdığı önemi ortaya
koyduğu gibi aslında insanın İslâm'ın
elinde ikinci kez doğuşu anlamına gelen büyük
bir prensibe parmak basıyor. Bu öyle bir yeniden doğuş
ki, insanın değerini inancının değerine
bağlıyor, insanın tüm hayatını
terazinin bir kefesine ve inancını da öbür kefesine
koyduktan sonra inanç kefesinin daha ağır
bastığını belirliyor. Ayrıca bu prensip
"insan"ın düşmanlarının kimler
olduğunu da açıkça ortaya koyuyor. Bunlar maddî ya
da manevî baskı uygulayarak bir mümini dininden ayırmaya
kalkışanlar, müslümana müslüman olduğu için
eziyet edenlerdir. Bunlar insanlığı,
iyiliğin en büyük unsurundan yoksun bırakanlar,
insanlıkla yüce Allah'ın sistemi arasına
girenlerdir. İşte müslüman cemaat, bunlara karşı
kesintisiz biçimde savaşmakla; "Fitne ortadan
kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen
oluncaya kadar" bunları öldürmekle
yükümlüdür.
Kur'an-ı Kerim'in savaş ile ilgili inen bu ilk
ayetlerinde ortaya konan bu büyük İslâm ilkesi o gün
olduğu gibi bugün de aynen geçerlidir. Bu inanç sistemi
bugün de kendine ve bağlılarına dönük türlü
türlü saldırılar ile karşı
karşıyadır. Günümüzde de müminler bazan
fertler halinde, kimi zaman cemaatler halinde ve zaman zaman da
tümü ile milletler düzeyinde eziyetlere ve maddi-manevi baskılara
maruz kalmaktadır. Kim dini yüzünden maddî-manevi baskıya,
inancı sebebiyle eziyete uğrarsa,
uğradığı baskının ve eziyetin biçimi
ve türü ne olursa olsun, dinin ve inancının düşmanları
ile savaşıp onları öldürmesi ve bunun sonucu
olarak insanın yeniden doğuşu sayılan bu büyük
İslâmi prensibi gerçekleştirmesi üzerine farzdır.
Eğer zalimler, zalimliklerine son verir, insanlar ile
Rabbleri arasına girmekten vazgeçerlerse artık onlara
saldırılmaz, el kaldırılmaz. Çünkü cihad,
zulme ve zalimlere yöneliktir:
"Eğer yaptıklarına son verirlerse
zalimlerden başkasına asla
saldırılmaz." (Bu ayetten bir süre sonra
Berae Suresinde yeralan ve Arap yarımadasında
yaşayan müşriklerin tamamı "lailaheillallah
(Allah'tan başka ilah yoktur)" deyinceye kadar
savaşılmasını emreden ayet indi. Bu ayetin
getirdiği değişiklik İslâm'ın ve müslüman
cemaatin durumunda meydana gelen değişmenin
gerektirdiği bir düzenlemedir. Bu değişiklik ile
yarımadanın katıksız bir İslâm yurdu
olması ve böylece yarımada dışından
gelen Bizans ve Fars saldırıları ile
karşı karşıya gelirken arkasında iç
düşman bırakmaması amaçlanmıştı.)
Burada zalimlere karşı koyma, onları geri püskürtme
eylemine "saldırı" denmesi, yüzeysel bir
kelime benzerliğinden kaynaklanır. Yoksa bu eylem
aslında adalet, hakkaniyet ve zulme uğrayanlara yönelik
"saldırı"yı giderme hareketidir. Daha
sonra haram aylarda savaşmanın hükmüne geçiliyor, tıpkı
daha önce Mescid-i Haram (Kâbe) civarında
savaşmanın hükmünün açıklandığı
gibi:
"Haram ay haram aya karışıktır.
Yasaklar, dokunulmazlıklar
karşılıklıdır. Buna göre size saldırana,
size saldırdığı kadar, siz de
saldırın. Allah'
tan
korkun ve iyi bilin ki, Allah kendisinden korkanlarla
beraberdir."
Görüldüğü gibi, haram ayın
dokunulmazlığını çiğneyen ve o ayda geçerli
saldırı yasağına uymayanın cezası
bu haram ayın sağladığı güvencelerden
yoksun kalmaktır. Yüce Allah nasıl Kâbe'yi
"güven ve barış yeri" yaptı ise haram
ayları da "güven ve barış zamanı"
yapmıştır. Bu aylarda canlara,
dokunulmazlıklara ve mallara ilişilmez. Hiçbir canlıya
kötü niyetle el sürülmez. Kim bu yere sığınmaktan
kaçınır, müslümanları bu güvenlikten yoksun bırakmak
isterse cezası, bu güvenlikten yoksun kalmaktır. Kim
başkalarının dokunulmaz haklarını çiğnerse
kendi dokunulmazlıklarının gözetilmesini
beklememelidir. Yani dokunulmazlıklar
karşılıklıdır.
Bununla birlikte bu durumda müslümanlara tanınan
karşılık verme serbestisi sınırlamalara
bağlanmıştır; bu
sınırlamaları aşamazlar. Bu
dokunulmazlıklar ancak zaruri durumlarda dokunulmazlık
niteliklerini yitirirler ve bu zararuretlerin ölçüsü aşılmaz:
"Buna göre size saldırana, size
saldırdığı kadar, siz de saldırın
."
Yani bu konuda ölçüyü aşmak ve
aşırılığa kaçmak yoktur. Bu konuda
müslümanlar takvaları ile başbaşa
bırakılıyorlar. Çünkü yukarda belirttiğimiz
gibi onlar, sadece Allah'ın yardımı sayesinde
zafer kazanabileceklerini zaten biliyorlardı. Burada da
kendilerine Allah'tan korkmaları emredildikten sonra
Allah'ın kendisinden korkanlar ile beraber
olacağı hatırlatılıyor. İşte
bu, kelimenin tam anlamıyla sarsılmaz güvencedir.
Cihad görevinin yerine gelebilmesi için insan gücüne
ihtiyaç olduğu gibi; mala, maddi imkânlara da ihtiyaç
vardır. İlk müslümanlar döneminde, müslüman
mücahid, savaş techizatını, bineğini ve
azığını kendi imkânları ile
hazırlardı. O zamanki komutanların ve askerlerin
maaşı yoktu. O zaman gönüllü beden ve mal fedakârlığı
ilkesi geçerliydi. Bu fedakârlığı yaptıran
faktör, sosyal düzen kurma aşamasına
varmış inanç sistemidir. Böyle olunca bu inanç
sisteminin, kendini gerek dostlarına ve gerekse düşmanlarına
karşı korumak için mali kaynağa ihtiyacı
olmuyordu. Çünkü gerek komutanlar gerekse askerler maddî
ihtiyaçlarını özkaynaklarından gönüllü
olarak karşılıyorlardı.
Fakat o günün İslâm toplumunda cihad etmeyi arzu
eden, yüce Allah'ın sistemini ve inancının
sancağını savunmak isteyen çok sayıda fakir
vardı. Bunlar savaş için gerekli silâh ve. techizat
masraflarını, binek hayvanı giderlerini ve
savaş sırasındaki zarurî masraflarını
karşılayacak maddi imkânlardan yoksundu. Bu
yüzden Peygamberimize başvurarak
yaya olarak gidemeyecekleri uzaklıktaki savaş
alanlarına ulaştırılmalarının
sağlanmasını istiyorlardı. Peygamberimiz bu
isteklerini yerine getiremediği zaman da Kur'an-ı
Kerim'in ifadesi ile "Binek hayvanı vermen için
sana geldiklerinde `Size binek hayvanı bulamıyorum'
dediğin zaman, harcayacak bir şeyleri
olmadığı için üzüntüden gözyaşı dökerek
geri dönüyorlar"dı. (Tevbe Suresi, 92)
İşte bu gerekçe ile gerek Kur'an'ın ve
gerekse Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) Allah
yolunda maddî yardımda bulunma, askerlerin savaş
masraflarına katkıda bulunma ile ilgili
direktiflerinin zamanla arttığını görürüz.
Bunun sonucu olarak Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetlerinde
cihad çağrısına, savaş harcamalarına
katılma çağrısı da ekleniyordu.
Nitekim şu ayette savaş masraflarına
katkıda bulunmaktan kaçınmak tehlike olarak
niteleniyor ve müslümanların bu tehlikeden
sakınmaları öneriliyor:
"(Mallarınızın bir bölümünü) Allah
yolunda harcayın. Sakın kendinizi kendi ellerinizle
tehlikeye atmayın. İyilik yapın; hiç kuşkusuz
Allah iyilik yapanları sever."
Allah yolunda mal harcamaktan kaçınmak hem insan nefsi
hesabına cimrilik tehlikesi taşır ve hem de müslüman
cemaati zayıf düşme ve kendini savunamama tehlikesi
ile yüzyüze getirir. Özellikle İslâm gibi
gönüllülük ilkesine dayanan bir düzen için bu tehlike daha
somut bir nitelik taşır.
Bu ayetin sonunda cihad ve Allah yolunda mal harcama düzeyinden
"ihsan (iyilik)" mertebesine çıkılarak
şöyle buyuruluyor:
"İyilik yapın. Hiç kuşkusuz Allah iyilik
yapanları sever."
"İhsan (iyilik)" mertebesi, İslâm'da en
yüksek mertebeyi oluşturur. Peygamberimizin bir hadisine göre
"ihsan"ın anlamı "Allah'a, O'nu görüyormuşsun
gibi, kulluk etmendir. Zira eğer sen O'nu görmüyorsan da
O, seni görüyor" (Buhari, Müslim) şeklindedir.
İnsan nefsi bu düzeye erişince bütün ibadetleri
yerine getirir, bütün günahlardan sakınır; küçük-büyük,
gizli-aşikâr her işte yüce Allah'ın
rızasını gözetir. Savaşa ve savaş
masraflarına katılmayı emreden ayetler bu
şekilde, yani insan nefsini imanın en yüce aşaması
olan "ihsan (iyilik)" derecesiyle yüzyüze getirerek
noktalanıyor.
HACC ve UMRE