|
180- İçinizden biri ölmek üzereyken eğer geride
mal (hayır) bırakıyorsa anaya, babaya ve
yakın akrabalara geleneklere uygun biçimde vasiyyette
bulunması, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
181- Kim bu vasiyyeti, işittikten sonra
değiştirirse, günahı onu değiştirenin
boynunadır. Hiç şüphesiz; Allah işitendir,
bilendir.
182- Kim vasiyyet edenin yanılgıya düştüğünden
ya da günaha gireceğinden endişe ederek ilgililerin
arasını bulursa bu yüzden günaha girmez. Hiç şüphesiz
Allah bağışlayıcı ve merhametlidir.
ÖLÜM ÖNCESİ VASİYYETİN HÜKMÜ
Bu da, yani ana-babaya ve yakın akrabalara vasiyyette
bulunmak, tıpkı kısas gibi, farzdır;
eğer ölümün eşiğinde bulunan kişi geride
"hayır" bırakacaksa. "Hayır"
kelimesinin, "Mal, servet" demek olduğunu
belirten bilginler, vasiyyet yapmayı gerektirecek mal
miktarı hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
En çok destek gören görüşe göre bu miktar, geleneklere
göre belirlenebilecek değişken bir orandır.
Bazı bilginlere göre geride altmış dinar
tutarından daha az mal bırakan kişi "hayır"
bırakmış sayılmaz. Kimi bilginlere göre ise
bu miktar seksen, kimine göre kırk ve kimine göre bin
dinardır. Hiç kuşkusuz "servet"
sayılıp vasiyyet etmeyi gerektirecek olan malın
miktarı dönemden döneme ve toplumdan topluma değişme
gösterir.
Okuduğumuz bu vasiyyet ayetlerinden bir süre sonra
miras ayetleri indi. bu ayetlerde mirasçılara belirli
paylar ayrıldı ve ana-babanın her türlü akraba
kompozisyonu içinde mutlaka mirasçı olacakları
belirtildi. Bundan dolayı ana-baba vasiyyet kapsamı
dışına çıkarıldı. Çünkü
mirasçıya vasiyyet yapılamazdı. Zira, Peygamber
efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştu:
"Allah, her hak sahibine hakkını
vermiştir. Buna göre mirasçı için vasiyyet yapılmaz."
·(Eshabu-s Sünen)
Akrabalara gelince, bu ayet onlar hakkında genellik
karakterini korudu. Yani hangi akraba ilgili ayetlere göre
mirasçı konumu kazanmış ise vasiyyet
kapsamından çıkmış, buna
karşılık hangi akraba ilgili ayetlere göre
mirasçı sayılmamış ise okuduğumuz
vasiyyet ayetinin kapsamı içinde kalmış olur.
Bu görüş bazı sahabiler ile bazı tabiin'in (ikinci
kuşağın) görüşüdür, ki bizim de
benimsediğimiz görüş budur.
Mirasçı olmayan akrabalara dönük vasiyyetin hikmeti,
akrabalık ilişkisi gerekçesi ile yardım etmekle
görevli olduğumuz bazı
yakınlarımızın, daha yakın bazı
akrabalarımız önlerini kestikleri için miras
ayetlerine göre mirasçımız olamadıkları
durumlarda açıkça ortaya çıkar. Vasiyyet, miras
sınırları dışında kalan genel bir
aile-içi dayanışma türüdür. Bu yüzden "geleneklere
uygun" olmak ve "Allah korkusu (takva)" taşımak
kayıtlarına bağlanmıştır.
"...Geleneklere uygun biçimde Allah'tan korkanlar
üzerine bir borçtur." Demek
oluyor ki, vasiyyet yapılırken ne mirasçılara
haksızlık edilir ve ne de mirasçı olmayanlar
ihmal edilir. Aksine, bu farz yerine getirilirken hakkaniyet ve
adalet ölçülerine bağlı kalınarak
yardımseverlik ve özveri yaklaşımı içinde
takva şartı aranır. Bununla birlikte mirasçı
olmayan akrabaların, mirasçı akrabaları zarara
uğratmalarını önlemek amacıyla
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) vasiyyete ayrılabilecek
olan mal oranını üçte bir ile sınırlamıştır.
Vasiyyetlerin toplam dilimi, bu oranı
aşmamalıdır: Hatta bu oranın dörtte bir
olması daha da iyidir. Görüldüğü gibi bu konu hem
yasal yaptırıma ve hem de takvaya (Allah korkusuna)
dayandırılmıştır. Zaten İslâm'ın
uyumlu ve dengeli olarak gerçekleştirdiği diğer
bütün sosyal düzenlemelerin karakteri de aynıdır.
Vasiyyeti işiten kimse eğer vasiyyeti
bırakanın ölümünden sonra onu değiştirirse
sorumlu olur, günaha girer. Vasiyyet bırakan kimse, sözkonusu
değiştirmeden dolayı sorumlu değildir.
Okuyoruz:
"Kim vasiyyeti işittikten sonra
değiştirirse günahı onu değiştirenin
boynunadır. Hiç şüphesiz Allah işitendir,
bilendir."
Kuşkusuz yüce Allah işiten ve gören olarak en iyi
şahittir. O, vasiyyeti bırakanın da şahidi
olduğu için onu ölümünden sonra yapılan
haksız değişikliklerden dolayı sorumlu
tutmaz. O, aynı zamanda vasiyyeti değiştirenin de
şahidi olduğu için onu yaptığı
değiştirme suçundan dolayı sorumlu tutar.
Yalnız bu genel ilkenin bir istisnası var. O
durumda vasiyyeti işiten kimse, ölen kimsenin bırakmış
olduğu vasiyyette değişiklik yapabilir. Bu
istisnai durum şudur: Eğer vasiyyeti uygulamayı
üstlenen kişi, ölenin bıraktığı
vasiyyette birini kayırma ya da belirli bir mirasçıyı
cezalandırma amacı güttüğünü anlarsa, bu haksızlığı
önleyecek, adaleti ve hakkaniyeti geri getirecek biçimde
vasiyyeti değiştirebilir, bu yüzden sorumlu tutulmaz:
"Kim vasiyyet edenin yanılgıya düştüğünden
ya da günaha gireceğinden endişe ederek ilgili
tarafların arasını bulursa bu yüzden günaha
girmez."
Mesele her iki durum ve konumda yüce Allah'ın
bağışlamasına ve merhametine havale
edilmiş ve her durumda O'nun gözetimine bağlanmıştır.
Adaletin ve hakkaniyetin en son güvencesi budur.
Böylece nasıl ki kısas hükmü takva neticesine bağlanmışsa
aynı şekilde vasiyyet işlemi de takva temeline
oturtulmuştur. Zaten imana bağlı düşünce
tarzında ve İslam toplumunda her iş ve her eylem
bu temele bina edilmiştir.
ORUÇ
İlahi hayat düzenini yeryüzünde hakim kılmak,
insanlığa önder ve örnek olmak amacıyla
kendisine Allah yolunda cihad etmesi farz kılınan bu
ümmete, oruç tutmanın da farz kılınması
son derece doğaldı. Çünkü oruç, azimli ve kesin
iradeyi geliştirme alanı, insanın Allah (c.c) ile
itaat ve boyun eğme ilişkisi kurma ortamıdır.
Bunların yanısıra oruç, bütün organik
zaruretlerin üzerine yükselme, yüce Allah katındaki
hoşnutluğu ve nimetleri tercih ederek bu organik
zaruretlerin baskısına ve
ağırlığına dayanmak, katlanmak
ortamıdır.
Çeşitli engeller ve türlü türlü dikenlerle döşenmiş
bir yolun meşakkatlerine göğüs germeye hazırlanan
vicdanlar için bütün bunlar gerekli unsurlardır. O
engelli ve dikenli yol ki, arzular ve istekler
orasında-burasında pusuya yatmış ve
yolcusunun kulaklarında binlerce
kışkırtıcı içgüdünün ayartıcı
nağmeleri çınlamaktadır!
Bu söylediklerimizi değerlendirirken, uzun
insanlık tarihi boyunca ortaya çıkarılmış
orucun olumlu organik ve fizyolojik sonuçlarını da gözönünde
bulundurmalıyız. Gerçi ben dinimin farzlarını
ve özellikle ibadetler ile ilgili ilâhi direktifleri gözle
görülebilir, somut yararlara bağlama eğilimine
aslında karşıyım. Çünkü bu direktiflerin
asıl hikmeti, temel gerekçesi insan denen varlığı
yeryüzünde oynayacağı role hazırlamak, unu
Ahiret hayatında kendisi için tasarlanan kemal derecesine
doğru ilerletmektir..
Böyle olmakla birlikte bu farzlar ve direktifler ile ilgili
olarak bilimin ortaya koyduğu ve insan düşüncesinin
kabul ettiği faydaları da inkâr ettiğim
anlamına çekilmemeli bu. Genel olarak bütün farzlarda ve
bütün yönlendirici direktiflerde ilâhî tasarlayıcılığın
(tedbirin) insanın varlığını nasıl gözettiğini
gözlediğim ve fark ettiğim için böyle düşünüyorum.
Fakat ilâhî yükümlülüklerin hikmetini, gerekçesini sadece
insan bilgisinin ortaya koyduğu somut yararlara
bağlamaktan, bu yükümlülüklerin gerçekleri sırf bu
faydalarmış gibi bir saplantıya kapılmaktan
kesinlikle kaçınmak gerekir. Çünkü insan bilgisinin alanı
dardır. Yüce Allah'ın gerek insana ve
doğallıkla şu evren bütününe yüklemiş
olduğu bütün fonksiyonların hikmetini kavrayacak
kapasite ve düzeyde değildir insan aklı.
|
|