İşte, iyiliklerin tümü anlamına gelen "birr"
budur. Acaba ayette sayılan sıfatlara yüce Allah'ın
terazisinde bu ağırlığı kazandıran
değer nedir?
Meselâ yüce Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, kitaplara
ve peygamberlere inanmanın değeri, önemi nedir?
Yüce Allah'a inanmak, insanlığın
hayatında değişik güçlere, değişik
nesnelere ve değişik görüşlere kulluk etmekten
kurtulup yüce Allah'ta merkezileşen tek kulluğa yönelmenin
dönüm noktasıdır. Bu tek varlığa kulluk
sayesinde insan vicdanı, bütün diğer kulluklardan,
bağımlılık türlerinden sıyrılarak
tek ilâh önünde aynı safta yer alan diğer insan
vicdanları ile eşitlik düzeyine yükselir. Arkasından
da bütün maddî nesnelerin ve bütün görüşlerin
üzerine çıkar. Allah'a inanmak; bütün bunların
yanında, anarşiden düzene,
şaşkınlıktan, istikamet belirliliğine,
dağınıklıktan amaç birliğine geçişin
de dönüm noktasıdır. Şu insanlık tek
Allah'a inanıp bağlanmadıkça ortak bir amaç
çerçevesinde doğru yolu bulamayacağı gibi,
dışındaki varlık bütününde olan ve
koordinasyonlu bir dayanışma sağlayan ilişki
ve hedeflerine sağlam bir dayanak noktası bulamaz.
Ahiret gününe inanmak, ceza konusunda mutlak ilâhi adalete
insanın, yeryüzündeki hayatının boş ve
ölçüsüz bir kargaşa olmadığına ve dünyadayken
öyle değilmiş gibi görünse de aslında
iyiliğin karşılıksız
kalmayacağına inanmaktır. Gaybe (görünmez aleme)
inanmanın bir parçasını oluşturan meleklere
inanmak ise, insan idraki ile hayvan idraki arasında,
şu varlık bütününe ilişkin insan düşüncesi
ile hayvan düşüncesi arasında bir ayırım
çizgisi, bir arakesittir. İnsan, duyu
organlarının algı alanı
dışında kalan bir alemin varlığına
inanırken, duyu organlarının
sınırlı algılarına
bağımlı olan hayvan bu dar alanın ötesine
geçemez. (Burada, Bakara Suresinin ilk ayetlerinin tefsirine başvurulabilir.)
Kitaba ve peygamberlere inanmak ise bütün peygamberlik
misyonlarına ve bütün peygamberlere inanmaktır ki,
bu da insanlığın birliğine, bu insanın
ilâhının birliğine, dininin birliğine ve ilâhi
düzeninin ortaklığına inanmak anlamına
gelir. Bütün peygamberliklerin ve peygamberlerin mirasının
varisi olan müslümanın kafasında bu bilincin
yerleşmesinin son derece büyük bir önemi, değeri
vardır.
ALLAH YOLUNDA İNFAK
Akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı yolda kalanlara,
muhtaçlara ve özgürlüklerini yitirmiş köleler ile
tutsaklara yardım etmenin, sevilen ve gurur duyma vesilesi
yapılan maldan, bu zümreler lehine fedakârlıkta
bulunmanın önemi, değeri nedir?
Bunun önemi ve değeri; mal hırsının,
cimriliğinin, irade zayıflığının
ve bencilliğin tutsaklığından
kurtulmaktır. Elleri başkalarına yardım
etmekten, vicdanları özveriden ve ruhları
özgürlükten alıkoyan mal tutkusundan sıyrılmak,
arınmaktır. Bu
özveri,
ayetteki "mal sevgisine rağmen" ifadesi ile
parmak basılan bir ruhî ve duygusal değerdir,
kazanımdır. Yani, insanın değersiz ve kötü
malını değil, sevdiği malı
başkalarına vermek üzere ona elini uzatarak mal
tutsaklığından, maddî varlık köleliğinden
kurtulması, azad olması... Bu kölelik, vicdanları
alçaltan ve başları öne eğdiren bir
bağımlılıktır. Bu özveri, insanı
ihtirastan, insanı küçük düşüren mal ihtirasından
da azad eder. Bu ise, İslâm'ın görüşüne ve
ölçüsüne göre büyük bir insani değerdir. İslâm
öyle bir dindir ki, insanı dış dünyanın,
sosyal çevrenin olumsuz etkilerinden kurtarmaya geçmeden önce
onu kendi nefsinin kışkırtmalarından,
ihtiras ve zaaflarından kurtarmaya girişir. Çünkü
İslâm nefislerinin kölesi olmuş kimselerin,
aynı zamanda insanların da köleleri olduklarına
buna karşılık kendi nefislerinin
tutsaklığından kurtulmuş kimselerin,
aynı zamanda toplumların başı dik, özgür
bireyleri olduğuna kesinlikle inanır.
Bütün bunlardan başka, bu özveri, toplum düzeyinde
de insani bir değerdir. Sözünü ettiğimiz
akrabaları gözetme, onlara yardım etme geleneği
insan kişiliğinin
saygınlığını, aile onurunu ve
karşılıklı akraba
bağlılığını gerçekleştiren
bir davranıştır. Aile, toplumun çekirdeğidir.
Bu yüzden ayette en başa alınarak ona özel bir ilgi
gösterilmiştir.
Bu özveri, yetimlere dönük yüzü ile toplumda büyükler
ile küçükler arasın da, güçlüler ile zayıflar
arasında bir dayanışmadır; ana-baba
ilgisinden ve korumasından yoksun olan bu yavruların
bu eksikliklerini karşılama, bu
boşluklarını doldurma girişimidir. Böylece,
başıboş kalacak ümmet çocuklarının
bozulma tehlikesiyle karşı karşıya
gelmelerine; çocuklarını gözetmeyen, onlara yardım
eli uzatmayan toplumların felâketlerle yüzyüze
gelmelerine karşı koruyucu bir önlemdir.
Bu özveri, geçimlerini sağlayacak maddî imkânlardan
yoksun olmalarına rağmen yüzsuyu döküp hiç
kimseden birşey istemeye kalkışmayan yoksullara dönük
yüzü ile; böylelerinin onurunu koruyucu, mahvolmalarını
engelleyici, hiçbir ferdini ihmal etmeyen ve hiçbir üyesinin
perişanlığına göz yummayan İslâm
toplumun geçerli olan sosyal dayanışına ve
yardımlaşma ilkesini somut örneklerle kanıtlayıcı
bir önlemdir.
Bu özveri, malından ve ailesinden uzak düşmüş
yolcuya dönük yüzü ile; sıkıntı anında,
aileden, maldan ve memleketten ayrı düşüldüğü
sırada böyle bir sıkıntıya düşen
kimseye karşı yapılması gereken bir kurtarma
görevi, aynı zamanda bütün insanlığın bir
tek aile, bütün yeryüzünün ortak bir vatan olduğunu,
bu ortak vatan yüzeyinde bir ailenin başka bir aile ile,
bir malın başka bir mal ile, bir ilişkinin
başka bir ilişki ile ve bir ikametgâhın
başka bir ikâmetgâh ile elele verebileceğini
yarı yolda kalınış bu çaresize hissettirme
girişimidir.
Bu özveri, muhtaçlara dönük yüzü ile; onların
darlıklarını giderici ve böylece kendilerini
İslâm'ın hoş görmediği dilencilikten
alıkoyucu bir tedbirdir. İslâm'a göre geçimini
asgarî düzeyde sağlayan ya da çalışacak bir
iş bulabilen kimsenin dilenmemesi gerekir. Böyle bir
kimseye dini, elindekine kanaat getirmeyi ya da çalışıp
geçimini sağlayarak dilenmemeyi emreder. Sadece çalışamayanlar
ve asgarî ihtiyaçlarını karşılayamayanlar
dilenebilirler.
Bu özveri, boyunduruk altına düşmüş
kimselere (tutsaklara ve kölelere) dönük yüzü ile; İslâm'a
karşı kılıç çekmek gibi ağır bir
kabahat işlemiş olan zavallıları kölelikten
azad ederek özgürlüğe kavuşturma, yeniden hür ve
şahsiyetli birer insan olmalarını sağlama
amacını taşır. Ayetin bu konudaki hükmü ya
köleleri satın alarak azad etme yoluyla veya efendisinin
kendisinden azad etme karşılığında
istediği malı ona yardım olarak vermek suretiyle
gerçekleşir.
Bilindiği gibi İslâm, kölelerin efendilerinden
azad olmayı istedikleri andan itibaren onların özgür
olduklarını ilân eder ve efendilerden bu özgürlük
karşılığında köleleri ile derhal bir
malî anlaşma yapmalarını ister. İşte o
andan itibaren eski köle, ücretli bir işçi konumuna
geçer, çalışarak elde ettiği kazanç hesabına
yazılmaya başlanır, zekât verilebilecek kimseler
arasına girer, kendisine yapılacak zekât-dışı
yardımlar, bu ayette sayılan "genel iyilikler"
kapsamında sayılır. Bütün bunlar kölelerin bir
an önce kölelikten kurtulup özgürlüğünü geri alması
amacına dönük tedbirlerdir.
Namaz kılmaya gelince, acaba bu ibadetin "tüm
iyilikler" anlamına gelen "birr"
kavramının içindeki yeri nedir?
Namaz, "yüzü Doğuya ya da Batıya"
çevirme eylemini aşan bir anlam taşır. Bu ibadet
insanın dışıyla, içiyle, vücuduyla, aklıyla
ruhuyla bir bütün olarak Rabbine yönelme pratiğidir.
Namaz, ne sırf bir vücud egzersizleri yekünü ve ne de sırf
Allah'a tasavvufi bir yönelme girişimidir. İslâm'a
uygun namaz, bu dinin hayat ile ilgili temel düşüncesinin
kısa bir özetini oluşturur.
İslâm, insanı; beden, akıl ve ruh kesimleri
ile birleşmiş bir bütün olarak tanır. Ne toplam
olarak insan dediğimiz canlı varlığı
oluşturan bu üç güç kaynağının
(beden-ruh-akıl) faaliyetleri arasında çatışma
olduğunu varsayar ve ne de ruhun özgürlüğü hesabına
bedeni baskı altına almaya girişir. Çünkü
ruhun özgür olabilmesi için böyle bir baskı gerekli,
zarurî değildir. İşte bu temel düşüncenin
ışığı altında İslâm, en
büyük ibadet türü olan namazı bu üç insanî güç
kaynağının faaliyetlerini yansıtabilecek bir
fırsat sayarak her üç güç kaynağını da
birarada uyum ve karşılıklı ilişki içinde
yaradan'a yöneltir. Daha açık söylemek gerekirse namazın
kıyamını (ayakta durma eylemini), rükuunu ve
secdesini bedenin hareketini gerçekleştirici; onun
okumasını (kıraatını), okunan ayetlerin
anlamını düşünme ve irdelemesini aklın
faaliyetini yansıtıcı; bunlar yanında onun içerdiği,
Allah'a yönelmeyi ve O'na teslim olmuşluğu ruhun
faaliyetini aksettirici bir fırsat olarak kabul eder. Bu
faaliyet kesimlerinin her üçü de eş zamanlı olur.
Bu şekilde namaz kılmak, her vakit namazında ve
her rekâtta İslâm'ın hayatla ilgili görüşünü
bir bütün olarak müslümana hatırlatır ve bu hayat
görüşünü yine bir bütün olarak pratiğe
yansıtır.
Peki zekât vermenin bu genel iyilik kavramı içindeki
yeri nedir? Zekât vermek, yüce Allah'ın zenginlerin
malı içinde fakirlerin bir hakkı olarak
belirlediği İslâmî bir sosyal vergidir. Bunu yüce
Allah belirliyor. Çünkü sözkonusu malın asıl
sahibi O'dur ve onu belirli bir sözleşme ile fertlerin mülkiyetine
vermiştir. Bu sözleşmenin şartlarından biri
de zekât vermektir. Bu ayette sevilen maldan anılan
kimselere mutlak anlamda yardım yapılması konusu
anlatıldıktan sonra; Zekât meselesine geçiliyor. Bu
da gösteriyor ki, ayette anılan kesimlere mutlak
anlamlı yardımda bulunmak zekâtın alternatifi
değildir; zekât da bu tür mali yardımların
yerini tutan bir alternatif değildir. Zekât; farz olan bir
vergi, genel anlamlı maddî yardım ise gönüllü bir
özveridir. "Birr" kavramı ile ifade
ettiğimiz iyilikseverlik halı ise ancak bunların
her ikisinin biraraya gelmesi ile gerçekleşir.
Bunların her ikisi de İslâm'ın temel
dayanaklarındandır. Bu ayetin, zekâtı, maddî
yardım meselesinden sonra ayrı bir konu olarak
anlatması, zekâtın başlı başına
bir farz olduğunu, gönüllü yardımın zekât
yükümlülüğünü düşüremeyeceğini ve zekâtın
da gönüllü yardımın yerini
alamayacağını belirtmek içindir.
Verilen sözleri tutmanın, yapılan
andlaşmalara uymanın genel anlamlı
"iyilik" kavramı içindeki yerine gelince bu sıfat,
İslâm'ın son derece özen gösterdiği,
karakteristik bir niteliğidir; Kur'an-ı Kerim, birçok
yerinde onu tekrar eder ve onu imanın,
insanlığın ve dürüst kişiliğin
(ihsanın) belirtisi, göstergesi sayar. Bu sıfat;
fertler, toplumlar, milletler ve devletlerarası
ilişkilerde güven ve emniyet havasının egemen
olması için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Sözlere
ve anlaşmalara bağlılık sıfatı,
ilk önce yüce Allah'a verilmiş olan sözlere bağlı
kalmaya dayanır. Verdikleri sözleri tutmayan, antlaşmalarına
uymayan insanların toplumunda herkes endişe ve korku içinde
yaşar; hiçkimse hiçkimsenin sözüne güvenmez, hiçkimse
hiçkimseye emniyet etmez ve hiçkimse hiçkimsenin vaadine
inanmaz. İslâm gerek dostlarına ve gerekse düşmanlarına
verdiği sözleri tutma, dostları ve düşmanları
ile yaptığı anlaşmalara
bağlılık konusunda öyle bir titizlik düzeyine
yükselmiştir ki, insanlık uzun tarihi boyunca böyle
bir düzeye hiç yanaşamamış, sadece İslâm'ın
önderliği ve kılavuzluğu altında bu zirveye
tırmanmak mümkün olabilmiştir.
"Acaba "Darlıkta, zorlukta ve savaş
sırasında sabırlı olma"' ile genel
anlamlı "iyilik" kavramı arasındaki
ilişki nedir? Bu sıfat; her beklenmedik aksilik
karşısında paniğe kapılmanın, her
facia karşısında hayal
kırıklığına düşmenin, her zorluk
karşısında dize gelmenin önüne geçmek için
vicdanların eğitilip hazırlıklı hale
getirilmesi işlemidir. Bu sıfat, çöken kara bulutlar
dağılıncaya, sıkıntı ortadan
kalkıncaya ve yüce Allah'ın her zorluğun
arkasından gösterdiği kolaylık belirinceye kadar
soğukkanlı davranmak, kendini tutmak ve direnmek
demektir. Bu sıfat; yüce Allah'tan umut kesmemek, Allah'a
güvenmek, Allah'a dayanmaktır.
Bütün insanlığın önderi olmakla,
yeryüzünde adaleti ve huzuru gerçekleştirmekle görevlendirilen
bir ümmetin yolu üzerinde karşısına çıkacağı
kaçınılmaz olan meşakkatlere,
sıkıntılara karşı kendini
hazırlaması, "Darlıkta, zorlukta, savaş
sırasında sabırlı olması", yokluk
ve yoksulluk karşısında sabırlı
olması, hastalığa ve güçsüzlüğe
karşı sabırlı olması, eksiklik ve
yetersizlik karşısında sabırlı
olması, savaşta ve kuşatma altında
sabırlı olması, kısacası her türlü
musibete karşı sabırlı olması
şarttır. Çünkü ancak bu sayede büyük görevinin
üstesinden gelebilir, kendi için belirlenmiş rolü sebat,
güven, soğukkanlılık ve gönül rahatlığı
içinde oynayabilir.
Bu ayette bu sıfat, yani "darlıkta, zorlukta
ve savaş sırasında sabretme"
sıfatı diğerleri arasında ön-plâna çıkarılıyor.
Bu ön-plâna çıkarma işlemi, metinde "sabirin
(sabırlılar)" sözcüğü farklı bir sözdizimi
kuralına tabi tutularak, diğerlerinden ayrı
tutulduğu vurgulanmak suretiyle gerçekleştiriliyor.
Sebebine gelince, daha önceki iyilik sıfatları merfu'
oldukları halde sırf "sabirin" kelimesi
önünde "Ehesse" fiilinin olduğu farzedilerek
mensub olarak okunmuştur. İyiliğin
sıfatları anlatılırken
sabırlılığa bu şekilde özel bir dikkat
çekilmiş olmasının'
ağırlıklı bir anlamı vardır. Bu
dikkat çekme üslubu sabırlıları ön-plâna çıkarıp
öbür sıfatları taşıyanlardan daha
imtiyazlı bir konuma çıkarıyor. Allah'a,
meleklere, kitaba, peygamberlere inanmak, sevilen malı gözden
çıkararak başkalarına vermek, namaz kılmak,
zekât vermek ve antlaşmalara bağlı kalmak
nitelikleri karşısında bu niteliğe seçkinlik
kazandıran bir dikkat çekme işlemidir bu. Bu da
sabırlılar için büyük bir derece ve sabır
sıfatının Allah'ın terazisinde değerli
sayıldığını gösteren bir dikkat çekme
olayıdır. (Daha ayrıntılı açıklama
için bu Cüz'ün bir önceki dersinde okuyup incelediğimiz
"Ey iman edenler, namaz ve sabırla yardım
dileyin" diye başlayıp "... İşte
onlar için Rabblerinden mağfiret ve rahmet
vardır." şeklinde biten ayetin açıklamasına
başvurulabilir.))
Böylece bir tek ayet inanç esasları ile bedenî ve
malî yükümlülükleri biraraya getirerek onları
ayrılmaz bir bütün, parçalanmaz bir ünite halinde
sunuyor ve bu üniteye, birime "birr" ünvanını
veriyor. Bïz buna "toplam iyilikler" ya da bir
hadiste geçen deyimi kullanarak "iman" adını
da verebiliriz. Gerçekten bu ünite, İslâmî görüşün
ileri İslâm düzenine dayanak oluşturan vazgeçilmez
ilkelerin eksiksiz bir özetidir.
Bundan dolayıdır ki, bu ayetin sonunda bu
sıfatları üzerlerinde taşıyanlar için
şöyle buyuruluyor:
"İşte doğrular (sözlerinin erleri)
onlardır, takva sahipleri de onlardır." İşte
müslüman olacaklarına dair Rabblerine vermiş
oldukları sözü tutanlar, inançlarına ve
itikatlarına bağlı kalanlar, bu inanç ve itikadı,
pratik hayattaki uygulamalarına sadakatle yansıtanlar
bunlardır. Yine bunlar, Rabblerinden korkup O'na
bağlılıklarını sürdüren, duyarlılık
ve titizlikle O'na karşı görevlerini yerine getiren
kimselerdir.
Şimdi biz bu ayetin ışığı
altında önce yüce Allah'ın doğru ve
değişmez sistemi aracılığıyla
insanları yükseltmek istediği o yüce doruklara bakıyoruz.
Arkasından da bu ilâhî sisteme sırt çeviren, ondan
kaçan, ona karşı savaş açan, ona ve ona çağıran
herkese karşı düşmanlık besleyen, insanlara
göz atıyor ve ellerimizi esefle havaya açarak yüce
Allah'ın şu sözünü tekrarlıyoruz: "Yazıklar
olsun kullara."·(Yasin Suresi, 30)
Sonra bir daha gözlerimizi açıp etrafa bakınca az
önceki hayıflanmamız ve üzüntümüz dağılarak,
yerini yüce Allah'a bağlanmış güçlü umudumuza
ve bu hayat tarzının sarsılmaz derecede kuvvetli
olduğuna beslediğimiz kesin inanca
bırakıyor.
Bu arada bakışlarımızı geleceğe
dikiyoruz ki, ufukta bir ümit, parlak ve ışık saçan
bir ümit parıldıyor. Şu
insanlığın uzun bir sıkıntı sürecinden
sonra bu ileri hayat düzenine yöneleceğini ve
bakışlarını bu aydınlık ufka
çevireceğini müjdeleyen bir ümit bu... Ve beklediğimiz
yardım sadece Allah'tan gelecektir.
Bu bölüm, Medine'de ilk kuruluş dönemini yaşayan
İslâm toplumunun bazı sosyal düzenlemelerini, sosyal
kurumlarını içerdiği gibi bir kısım
farz ibadetleri de içeriyor. Bunların her ikisi de bu
surenin aynı bölümünde yanyana yerleştirilmiş
bir bütün oluşturuyor. Yine bu iki konu aynı
şekilde Allah'tan korkmaya ve takvaya sağlam bir
bağla bağlanmıştır. Çünkü hem sosyal
düzenlemelerin ve hem de kulluk yükümlülüklerinin hemen
arkasından takvanın, Allah korkusunun
hatırlatıldığını görüyoruz. Ayrıca
bu her iki bahis de geçen bölümün sonunda yeralan ve gerek
imana dayalı düşüncenin dayanaklarını ve
gerekse pratik davranışların ilkelerini içeren
"birr (genel anlamda iyilik)" ayetinin hemen arkasından
geliyorlar.
Bu ayetler demetinde sırasıyla; adam öldürme
olaylarına kısasla karşılık verilmesi
gerektiği ile bununla ilgili hukukî düzenlemelerden,
ölmeden önce yapılacak vasiyyetten, oruç tutmanın
farz oluşundan, duanın ve itikâfın İslâm'daki
yerinden ve son olarak da mal ile ilgili olarak çıkacak
ihtilaflardan dolayı yargı organlarına
başvurma yollarından sözediliyor. Kısasla ilgili
açıklamaların arkasından Allah korkusuna
(takvaya) şöyle işaret ediliyor:
"Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat
vardır. Bu sayede (Allah'tan korkarak) adam öldürmekten
sakınırsınız."
Vasiyyet ile ilgili açıklamaların arkasından
da Allah korkusuna (takvaya) şöyle işaret ediliyor:
"İçinizden biri ölmek üzereyken eğer geride
mal bırakıyorsa anaya, babaya ve yakın akrabalara
geleneklere uygun bir vasiyyette bulunması Allah'tan
korkanlar üzerine bir borçtur."
Öteyandan oruç ile ilgili açıklamaların
arkasından da sözü geçen takva hakkında şu
uyarıya yer verilmektedir:
"Ey müminler, sizden önceki ümmetlere olduğu
gibi, günahlardan sakınasınız diye,
sayılı günler olarak oruç tutmak size de farz kılındı."
Oruçla ilgili açıklamaların arkasından itikâftan
sözedildikten sonra da aynı uyarı, yani takva
uyarısı şöyle vurgulanıyor:
"Bunlar, Allah'ın çizdiği
sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah
insanlara ayetlerini böyle açıklıyor ki, yasaklardan
sakınabilsinler."
Bütün bunların yanında bir bölümünü yukarıya
aldığımız ayetlerden başka bu bölümün
sonlarında okuyacağımız diğer bir grup
ayet de takvayı vurgulamaktan, kalplerde Allah
duyarlığını ve bilincini harekete geçirmekten
geri kalmaz. Sözünü ettiğimiz sonuç cümlelerini
birlikte okuyalım: