144- (Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe
çevirdiğini görüyoruz. Seni hoşuna gidecek bir
kıbleye kesinlikle döndüreceğiz. Bundan böyle
yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız
olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin. Hiç şüphesiz
kendilerine kitap verilenler, bu kıble
değişiminin Rabblerinin buyruğuna dayanan bir gerçek
olduğunu biliyorlar. Allah onların neler
yaptıklarından habersiz değildir.
145- Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili)
göstersen bile onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de
onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar
birbirlerinin kıblelerine de uymazlar. Sana gelen bilgiden
sonra eğer onların keyiflerine, arzularına uyacak
olursan, o zaman, kesinlikle zalimlerden olursun.
146- Kendilerine kitap verdiklerimiz O'nu (Muhammed'i)
oğullarını tanıdıkları gibi
tanırlar. Fakat onlardan bir grup, bile bile gerçeği
gizler.
147- Bu, Rabbinden gelen bir gerçektir. Bu konuda sakın
kuşkuya kapılanlardan olma.
148- Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Buna göre,
hayırlı işlerde birbirinizle yarışa
girin. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir yere getirecek
(toplayacak)tır. Hiç şüphesiz, Allah herşeye
kadirdir.
149- Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü
Mescid-i Haram`a doğru çevir. Bu kesinlikle Rabbinden
gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan
habersiz değildir.
150- Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü
Mescid-i Haram`a doğru çevir. Nerede olursanız olun,
yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanların elinde
aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın.
Yalnız, zalimler başka. Onlardan da korkmayın,
benden korkun. O tarafa dönün ki, size vereceğim nimeti
tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız.
Bu ayetlerin girişinde, Peygamberimizin içinde bulunduğu
durumu son derece canlı bir biçimde tasvir eden bir ifade
ile karşılaşıyoruz. İlk cümleyi tekrar
okuyalım:
"(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe
çevirdiğini görüyorum." Yahudilerin yoğun
saldırıları ve müslümanların kendi
kıblelerine yönelmelerini, onların yanıltma,
yaygara ve şaşırtma kampanyalarının
vesilesi olarak kullanmaları üzerine Peygamberimizde
uyanan, o güne kadar yöneldiği kıblenin yüce Allah
tarafından değiştirilmesi ile ilgili güçlü
arzuyu, bu ifade son derece çarpıcı bir biçimde
anlatıyor. Peygamberimiz o günlerde ısrarla bayı
göğe doğru çeviriyor, fakat Rabb'ine karşı
saygısızlık olur, O'na birşey önermek,
huzuruna bir teklif sunmak gibi bir yersizlik olur diye
çekinerek bu konuda açıkça dua etmekten kaçınıyordu.
Fakat yüce Allah O'nun sessiz dileğini hoşuna
gidecek şekilde cevaplandırmakta gecikmedi. O'nun
dileğinin kabul edildiğini belirten ilahi ifade, Allah
ile arasındaki merhamet yüklü, cana yakın ve sevgi
dolu ilişkiyi çarpıcı biçimde açığa
vurur niteliktedir:
"Seni hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz"
Yüce Allah bu cümlenin hemen arkasından Peygamberimizi
hoşnut edeceğini bildiği kıbleyi belirliyor:
"Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına
çevir."
O'nun ve ümmetinin kıblesi olacak burası... O anda
çevresinde bulunan sahabilerin, onlardan sonra gelecek olanların;
kısaca yeryüzünde Allah'ın tek başına
kalacağı güne kadar yeryüzünde gelip geçecek olan
bütün müslüman kuşakların ortak kıblesi
olacak burası. Devam ediyoruz:
"Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa
çevirin."
Yani; "Yeryüzünün neresinde bulunursanız bulunun
Kabe'ye çevirin yüzünüzü." Yurtlarının
farklılığına, yönlerinin değişikliğine;
ırklarının, dillerinin ve deri renklerinin
başkalığına rağmen, bu ümmeti aynı
noktada toplayıp birleştiren tek bir kıble.
Doğusundan Batısına kadar yeryüzünün her tarafına
yayılmış tek bir ümmetin yöneldiği, bunun
sonucu olarak kendisini aynı hedefe yönelmiş,
aynı yaşama düzeninin egemenliğini gerçekleştirmeye
çalışan bir tek organizma ve bir tek varlık
olarak hissetmesini sağlayan tek bir kıble. Gerçekleştirilmesine
çalışılan bu hayat düzeni; bu ümmetin tümü
ile tek bir İlâha kulluk etmesinin, tek bir peygambere
inanmasının ve tek bir kıbleye yönelmesinin
ürünüdür.
İşte yüce Allah bu ümmeti bu şekildeki
bağlarla birleştirdi. Onu İlâhında,
peygamberinde, dininde ve kıblesinde birleştirdi. Yurt,
ırk, deri rengi ve dil farklılıklarına
rağmen bu birliği meydana getirdi. O, bu ümmetin
birliğini, son olarak saydığımız bu
sosyal etmenlerden hiçbiri üzerine oturtmadı; tersine bu
birliği inanç sistemi ve kıble
ortaklığı üzerine oturttu; yurt, ırk, deri
rengi ve dil farklılığını bu
birliğe engel saymadı. İnsanoğluna
yaraşan birlik budur. İnsanlar kalplerindeki
inancın ürünü olan ibadetleri sırasında yöneldikleri
kıble üzerinde birleşirler. Oysa hayvanlar merada,
çayırda ağıllarda ve ahırda biraraya
gelirler!
Sonra... Acaba Kitap Ehlinin bu yeni kıble ile ilgili
durumu nedir?
"Hiç şüphesiz, kendilerine kitap verilenler bu kıble
değişiminin Rabblerinin buyruğuna dayanan bir gerçek
olduğunu bilirler."
Onlar Kâbe'nin, hem bu doğru yol mirasçısı
ümmetin ve hem de tüm müslümanların ortak atası
olan Hz. İbrahim tarafından yapılmış
ilk Allah evi olduğunu ve buraya yönelmenin yüce Allah'ın
emrine dayalı, tartışma götürmez kesin bir
gerçek olduğunu kesinlikle
biliyorlar.
Fakat onlara bu kesin bilgilerine rağmen, bu
bilgilerinin gereği ile bağdaşmayan
yıkıcı girişimlere
kalkışacaklardır. Ama müslümanlara zarar
dokunduramayacaklardır. Çünkü yüce Allah müslümanların
vekilidir, onların oyunlarını ve
tuzaklarını boşa çıkarmayı bizzat
üstlenmiştir.
"Allah onların neler yaptıklarından
habersiz değildir"
Onlar hiçbir delil ile ikna olmazlar. Çünkü onların
yoksunu oldukları şey delil değil samimiyet,
nefsin arzularından arınmışlık ve öğrenecekleri
gerçeğe teslim olma yeteneğidir.
"Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili)
göstersen de onlar yine senin kıblene uymazlar."
Yani onlar, nefsin arzularının yönlendirdiği,
menfaatlerinin körüklediği ve kinlerinin bilediği kör
bir inatçılığın
tutsağıdırlar. Çoğu saf kimseler, yahudiler
ile hıristiyanların, İslâm'ı bilmedikleri
ya da bu din onlara inandırıcı bir biçimde
sunulmadığı için ona inanmadıklarını
sanırlar. Bu asılsız bir vehimdir. Tersine onlar
İslâm'ı bildikleri için onu istemiyorlar. İyi
bildikleri bu dinin, onların rnenfaatlerine ve
saltanatlarına dokunacağından korktukları için
ona karşıdırlar. İslâm'a karşı
bunca ardı-arkası gelmez, sürekli oyunlar ve
komplolar düzenlemeleri, bunun için değişik yollar
ve usuller denemekten geri durmayışları, kimi
zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı yollardan giderek
bu kirli oyunlarını ve düşmanlıklarını
sürdürmelerinin nedeni budur. Bu yüzden de İslâm ile
yaptıkları savaşı bazen karşı
karşıya gelerek bazan da perde arkasından sürdürüyorlar.
Kimi zaman bizzat kendileri savaşa giriyorlar, kimi zaman
da herhangi bir bahane ile İslâm'a karşı
savaşa girişerek kendilerine uşaklık eden sözde
müslümanları piyon olarak kullanıyorlar.
Onların tüm saldırıları her zaman ve her
yerde yüce Allah'ın Peygamber efendimize yönelik şu
uyarısının işaret ettiği nokta
doğrultusundadır:
"Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili)
göstersen de onlar yine senin kıblene uymazlar."
Yahudiler ile hıristiyanların İslâm'ın
önerdiği hayat tarzını ve bu hayat düzenini
sembolize eden İslâm kıblesini böylesine
ısrarla reddetmeleri karşısında, yüce Allah
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) normal olarak
takınması gereken tutumu ve tavrını şu
şekilde belirliyor:
"Sen de onların kıblelerine uyacak
değilsin."
Sen asla onların kıblesine uyacak durumda ve
konumda değilsin. Burada olumsuz bir isim cümlesinin
kullanılmış olması, bu konudaki
Peygamberimizin değişmesi söz konusu olmayan sürekli
tutumunu daha etkili şekilde belirtir ve O'nu izleyen müslüman
cemaate dönük telkine daha güçlü bir vurgu katar
niteliktedir. Buna göre bu ümmet, yüce Allah tarafından
sevgili Peygamberi için seçilen, O'nu hoşnut etmek için
beğenilen kıbleden başka bir kıbleye asla yönelmeyecektir;
kendisini yüce Allah'a bağlayan sancağı
dışında başka hiçbir bayrak taşımayacak,
dalgalandırmayacaktır; Allah tarafından
belirlenen bu kıblesinin sembolize ettiği ilâhi
düzenden başka hiçbir düzenin peşinden
gitmeyecektir. Müslüman kaldıkça takınabileceği
tutum budur. Eğer böyle yapmazsa İslâm ile hiçbir
ilgisi kalmaz; o zaman "müslümanı m" demesi
kuru bir iddiadan ibaret kalır.
Bu ayetin devamında kitap ehlini oluşturan
grupların birbirlerine karşı olan tutumları
açıklanıyor. Bu gruplar arasında uyum ve dirlik
yoktur. Çünkü nefislerinin arzuları ve ihtirasları
onları birbirinden ayrı düşürür.
İşte ayet:
"Onlar birbirlerinin kıblelerine de uymazlar."
Gerek yahudiler ile hıristiyanlar arasında, gerek
yahudilerin değişik mezhepleri arasında ve
gerekse farklı hıristiyan mezhepleri arasında son
derece amansız bir düşmanlık hüküm sürer.
Peygamberimizin durumu bu, Kitap Ehlinin durumu da böyleyken
ve bu konuda doğrunun ne olduğunu öğrenmişken,
Peygamberimizin kendisine gelen bu bilgiden sonra Kitap Ehlinin
arzu ve ihtiraslarına uyması düşünülemezdi.
"Sana gelen bu bilgiden sonra eğer onların
keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle
zalimlerden olursun."
Yüce Allah'ın Peygamberimize yönelttiği az
önceki yumuşak ve sevgi dolu sözlerin hemen arkasından
gelen yine O'na dönük bu sert ve kesin ilâhi ifade üzerinde
bir parça durmak gerekiyor.
Burada sözkonusu olan şey; 'yüce Allah'ın
hidayetine ve yönlendirmesine bağlı kalmak,
başkalarından farklı olmak, Allah'a itaatten ve
O'nun önerdiği yaşama düzeninden başka her
şeyden sıyrılmak, uzak kalmaktır. İlâhî
hitabın bu kadar kesin, sert, açık-seçik ve uyarıcı
olması bundan dolayıdır.
"O zaman kesinlikle zalimlerden olursun."
Gidilecek olan yol gayet belirli ve dosdoğrudur. Ya yüce
Allah'ın katından gelen bilgiye ya da -kim olursa
olsun- O'nun dışındakilerin arzu ve
ihtiraslarına uyulacak. Müslüman, Allah'tan başkasından
direktif alamaz... Müslüman, kesin bilgiyi bir yana bırakarak
değişken arzu ve ihtiraslara uyamaz... Allah'tan
gelmeyen her direktif, hiç tereddütsüz, arzu ve ihtirastır.
Hiçbir zaman unutmamamız gereken bu uyarının
şiddeti bize aynı zamanda şunu da düşündürüyor:
Müslümanlar, yahudilerin yanıltıcı propaganda
ve çeşitli sinsi oyunlarından o derece
etkilenmişlerdi ki yüce Allah bu derece sert bir uyarıda
bulunma gereği duydu.
Bu kısa açıklamalardan sonra tekrar
ayetlerin akışına döndüğümüzde gerek bu
konudaki ve gerekse diğer bütün konulardaki gerçeğin
Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği ve Peygamberimizin
emrettiği gibi olduğunu, yahudi ve
hıristiyanların gerçeği bilmelerine rağmen,
içlerindeki arzu ve ihtirasların dürtüsü ile bu gerçeği
gizlediklerinin ifşa edilmesine devam edildiğini görüyoruz:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz O'nu (Muhammed'i) oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat onlardan
bir grup bile bile gerçeği gizler."
İnsanların evlâtlarını
tanımaları, tanıma kavramının
doruğunu, son noktasını oluşturur. Bu söz,
Arap dilinde hiç kuşku kaldırmayan kesinlikleri ifade
etmek için kullanılan bir deyimdir.
Yahudiler ile hıristiyanlar, Peygamberimizin
getirdiği mesajların kesinlikle doğru
olduğunu, kıble değişimi ile ilgili
mesajının da bu nitelikte olduğunu bildiklerine,
fakat onlardan bir grubun kesinlikle bildikleri bu gerçeği
saklı tuttuklarına göre, bu durum karşısında
müslümanların tutacağı yol, yahudiler ile
hıristiyanların yaydıkları asılsız
söylentilerin ve yalanların etkisi altında kalmak
değildir. Yine müslümanlar sadık ve güvenilir
Peygamberleri tarafından kendilerine tebliğ edilen
dinlerinin herhangi bir meselesinde ağızlarına
bakacakları kişiler kesin olduğunu bildikleri gerçeği
gizleyen hıristiyan ve yahudiler olamaz!..
Yahudiler ile hıristiyanların bu tutumu açıklandıktan
sonra, yüce Allah Peygamberimize dönerek O'na şöyle
buyuruyor:
"Bu, Rabbinden gelen bir gerçektir. O halde sakın
kuşkuya kapılanlardan olma."
Aslında Peygamber efendimiz hiçbir gün ne kuşkulandı,
ne şüpheye düştü. Nitekim yüce Allah kendisine başka
bir ayette "Eğer sana indirdiklerimiz hakkında
kuşkulu isen senden önce inen kitapları okuyanlara
sor." buyurunca;
"Hayır,
ne kuşkum var ve ne de sorarım." diye
cevap vermişti.(Yunus Suresi, 94)
Fakat hitabın bu şekilde Peygamberimizin
şahsına yöneltilmesi, O'nun arkasındaki müslümanlara
güçlü bir telkin, sert bir tenbih anlamı taşır.
Hem Peygamberimizin zamanındaki yahudi söylentilerinden ve
kandırmacalarından etkilenen müslümanlar ve hem de
daha sonraki dönemlerde yaşayan ve kendi dönemlerinin
yahudi ya da diğer kâfirlerin asılsız
propagandalarından etkilenen müslümanlar bu kategoriye
girer.
Bugün herkesten çok bizler bu uyarıya kulak vermek
mecburiyetindeyiz. Zira -eşine rastlanmamış bir
aptallıkla gidiyor, yahudi, hıristiyan veya komünist
kâfirlerin müsteşrik (Doğu bilimciler) denen
İslâm düşmanlarından dinimizin meseleleri
hakkında fetva soruyor, tarihimizi öğreniyor, kültürümüz
hakkında söylediklerine inanıyoruz; gerek
Kuran'ımız, gerek Peygamberimizin hadisleri ve gerekse
büyüklerimizin hayat hikâyeleri ile ilgili araştırmalarına
sokuşturdukları sinsi kuşkulara kulak veriyoruz;
Onlara, İslâm bilimleri öğrenerek
üniversitelerinden mezun olduktan sonra kafaları ve
kalpleri zehirlenmiş olarak tekrar bize dönsünler diye
grup grup öğrenci gönderiyoruz.
Bu Kur'an, bizim Kur'an'ımızdır... İslâm
ümmetinin Kur'anı! Yüce Allah bu kitapta, bu ümmetin
yapacağı ve sakınacağı şeyleri açıklıyor.
Ehl-i Kitap; aynı Ehl-i Kitap, kâfirler; aynı kâfir
ve din de aynı dindir!
Tekrar ayetlerin akışına dönüyor ve
şunları görüyoruz: Kur'an-ı Kerim, müslümanları,
yahudiler ile hıristiyanların sözlerine kulak
asmamaya, onların yönlendirme girişimleri ile
oyalanmamaya çağırıyor; onlara kendilerine
özgü yolda sebatla ilerlemeyi ve yöneldikleri kendilerine has
yoldan geriye dönmemeyi, her zümrenin seçtiği bir yön
olduğuna göre hiç kimsenin oyalama taktiklerine aldırmaksızın
hayırlı işlerde birbirleriyle
yarışmayı telkin ediyor. Zira sonunda hepsi
kendilerini biraraya toplayıp
davranışlarının
karşılığını vermeye kadir olan yüce
Allah'ın huzuruna varacaklardır.
"Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Buna göre
hayırlı işlerde birbiriniz ile yarışa
girişin. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir yere
getirecektir. Hiç şüphesiz, Allah herşeye
kadirdir."
Böylece bu ayet, müslümanları, yahudiler ile
hıristiyanların körükledikleri fitnelerle,
oyunlarla, yanıltıcı yorumlar ve
asılsız söylentilerle oyalanmaktan men ediyor; bunun
yerine kendilerini çalışmaya ve hayırlı
işlerde birbirleri ile yarışmaya yöneltiyor. Bu
arada onlara varacakları son yerin yüce Allah'ın
huzuru olduğunu, O'nun her şeyi yapmaya gücünün
yettiğini, hiçbir şeyin O'nu aciz düşüremeyeceğini
ve hiçbir şeyin bilgisi dışında
kalamayacağını hatırlatıyor.
Bu ciddi realite karşısında bütün kof
iddialar, bütün yanıltma amaçlı yorumlar küçük
kalır.
Daha sonra yeni seçilmiş kıbleye yönelme emri,
devamını oluşturan yukardakinden farklı açıklamaların
eşliğinde tekrar vurgulanıyor:
"Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu kesinlikle Rabbinden
gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan
habersiz değildir."
Bu defaki yeni kıbleye yönelme emrinde yahudiler ile hıristiyanlardan
ve onların tutumlarından sözedilmiyor. Bunun yerine
hitap, Peygamberimizin nereden yola çıkmış
olursa olsun ve nerede bulunursa bulunsun Kâbe'ye yönelmesini
içeriyor. Ayrıca bu kıble değişiminin yüce
Allah'dan gelen bir gerçek olduğu vurgulanarak bu gerçeğe
kesinlikle uyulması konusunda gizli bir uyarıya yer
veriliyor.
"Hiç şüphesiz,
Allah neler yaptığınızdan habersiz
değildir." cümlesinin
içerdiği bu gizli uyarıdan, Peygamberimizin
yanındaki bazı müslümanların kalplerinde bu
vurgulamayı ve bu ağır uyarıyı
gerektiren bir durum olduğunu seziyoruz.
Arkasından aynı emir başka ve yeni bir
maksatla bir kere daha vurgulanıyor. Buna göre; yahudiler
müslümanların kendileriyle aynı kıbleye yöneldiklerini
görünce kendi dinlerinin bu yeni dinden daha üstün ve
gerçek kıblenin kendi kıbleleri olduğunu
ayrıca bunun sonucu olarak da hayat düzenlerinin daha
üstün olduğunu iddia etmeye başladılar. Buna ek
olarak, Kabe'yi öteden beri kutsal bir dini merkez olarak kabul
eden Araplar, müslümanların bir süre Yahudilerin kıblesi
olan Mescid-i Aksa'yı kıble olarak benimsemelerini
fırsat bilerek yandaşlarını etkilemek,
onların müslüman olmasını engellemek için
müslümanların Kabe'ye yönelmemelerini öne sürerek bu
olayı koz olarak kullanıyorlardı. Bu ayetler hem
yahudilerin propagandasının önünü alıyor hem
de müşrik Arapların kozlarını etkisiz hale
getiriyor.
"Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü
Mescid-i Haram'a çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü
o tarafa çevirin ki, insanların elinde aleyhinizde
kullanacakları bir bahane bulunmasın."
Bu
ayette Peygamberimize (salât
ve selâm üzerine olsun) nereden yola çıkmış
olursa olsun, yüzünü Kâbe'ye doğru döndürmesi ve
bütün müslümanlara, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, oraya
yönelmeleri emredildikten sonra bu yeni yönelişin gerekçesi,
"İnsanların elinde aleyhinizde
kullanacakları bir bahane bulunmasın" cümleciği
ile açıklanıyor.
Ayetin bundan sonraki bölümünde delil ve mantık
önünde eğilmeyerek, kör inatlarının ve
bağnazlıklarının peşinden sürüklenmeyi
tercih eden "zalimler."in iddiaları küçümseniyor.
Böylelerini susturmanın hiçbir yolu yoktur. Onlar bağnazlıklarını
sürdüreceklerdir. Fakat müslümanlara zarar dokundurmaları
sözkonusu değildir.
"Onlardan korkmayınız, benden korkunuz."
Yani "Ey müslümanlar, böylelerinin üzerinizde
hiçbir egemenlikleri yoktur; size hiç bir şey yapamazlar.
Buna göre onların sözlerini kafanıza takarak benim
size gönderdiğim talimatlardan sapmaya
kalkışmamalısınız; çünkü dünya ve
Ahiretinize yön vermek benim elimde olduğu için benden
korkmanız gerekir, başkalarından
değil." Ayetin bu bölümünde "zalimler"in
konumu hafife alındıktan ve yüce Allah'ın
azabı konusunda uyarı yapıldıktan sonra
O'nun nimetleri hatırlatılmakta ve ilâhi çağrıya
olumlu cevap verip bu yolda sebat ettiği takdirde, müslüman
ümmete, bu nimetlerin arttırılarak devam
ettirileceği ümidi aşılanmaktadır:
"O tarafa yönelin ki, size vermiş olduğum
nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu
bulasınız."
Bu ifade hayal gücünü kamçılayıcı bir
hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme,
büyük bir bağışın ardından gelen yeni
bir büyük bağışın haberci
pırıltısıdır. Yüce Allah'ın müslümanlara
hatırlattığı nimet somut biçimde karşılarında
duruyordu. Onu kendi üzerlerinde algılayabiliyor,
pratik hayatlarında algılayabiliyor, toplum
yapılarında algılayabiliyor, yeryüzündeki
durumlarında algılayabiliyor ve evrendeki
konumlarında algılayabiliyorlardı.
Çünkü onlar, karanlığı, iğrençliği
ve cehaleti ile daha önceki cahiliye dönemini kendileri yaşamışlar,
arkasından imanın aydınlığına,
temizliğine ve bilgisine geçmişlerdi. Bu yüzden bu
yeni nimetin üzerlerindeki etkisini, belirgin ve köklü
biçimde görüyorlardı.
Onlar cahiliye döneminde birbirinin kanına
susamış, bölük-pörçük kabileler halinde yaşıyorlardı.
Hedefleri basit, idealleri sınırlı idi. Sonra bu
inanç sisteminin sancağı altında birliğe, güçlülüğe,
Sarsılmazlığa, yüce amaçlara, rakip kabileden
öç almaya değil, bütün insanlığın
geleceği ile ilgili büyük ideallere geçtiler. Buna
göre, Allah'ın bağışladığı
nimetin izlerini, etkisini kendi üzerlerinde olduğu kadar
çevrelerinde de görüyorlardı.
Onlar cahiliye döneminde yıkılış
halinde, kirli, düşünceleri karma-karışık
ve değer yargıları sarsılmış bir
toplumda yaşamış kimselerdi. Sonra temiz, yüce,
düşünce ve inançları belirgin, değer
yargıları ve kriterleri oturmuş İslâm
toplumuna geçtiler. Bu yüzden sözkonusu nimetin izlerini,
etkisini kalplerinde ve komşuları olan milletler
arasındaki yeni konumlarında olduğu kadar, sosyal
hayatlarında da görüyorlardı.
Bu yüzden yüce Allah müslümanlara
"Size
vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim" buyururken,
onlara hayal gücünü kamçılayıcı bir
hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme ve
büyük bir bağışın arkasından gelen
yeni bir büyük bağışın haberci
pırıltısını sunmaktadır.
Kıble ile ilgili emrin bu ayetlerdeki her
tekrarlanışında yeni bir mana ile
karşılaşıyoruz. Mescid-i Haram'a doğru
dönmeyi buyuran ilk emir, bakışlarını
ısrarla göğe çevirme ve Rabbine sessizce yakarma
döneminin arkasından Peygamberimizin arzusunun yerine
getirilmesi anlamı taşırken, bu emrin ikinci kez
tekrarlanışı, bu kıble
değişikliğinin O'nun arzu ve
yakarışı ile uyumlu, Rabbinden kaynaklanan bir
gerçek olduğu anlamına geliyor. Bu emrin üçüncü
kez tekrarlanışının altında ise müslüman
olmayanların olumsuz propaganda gerekçelerini ortadan kaldırma,
gerçek ile delil önünde durmayan pervasızların
tutumunu kınama amacı yatmaktadır.
Ayrıca biz bu emir tekrarının arkasında
şöyle bir amacın da güdüldüğünü seziyoruz:
Anlaşılan müslümanların içine düştükleri
psikolojik durum bu tekrarlamayı, bu vurgulamayı, bu açıklama
girişimini ve bu gerekçelendirmeyi gerektirir
nitelikteydi. Bu da kafaları
karıştırıcı söylenti ve asılsız
iddia kampanyasının büyük çapta olduğunu ve
bir kısım müslümanların vicdanları ile
kalplerini etkilediğini kanıtlar. İşte
Kur'an-ı Kerim o günlerde bu etkiyi silmeye çalışıyordu.
Nitekim, daha sonra günümüze kadar uzanan zaman boyunca
durulma, yumuşama ve gevşeme nedir bilmeksizin devam
eden bu amansız savaşta müslümanların içine
düştükleri benzer psikolojik sarsıntıların
tedavisini de sürekli olarak elimizdeki aynı Kur'an
ayetleri üstlenmiş, gerçekleştirmiştir.
PEYGAMBER, GÖNDERİLDİĞİ TOPLUMUN
ARASINDAN ÇIKAR