Gerek ayetlerin akışından ve gerekse
Medine'deki olayların gelişiminden açıkça anlaşılıyor
ki, buradaki "beyinsizler" deyimi ile yahudiler
kasdedilmiştir. Çünkü daha önce gördüğümüz
gibi, kıble değiştirilmesi olayı münasebetiyle
estirilen yaygarayı onlar kopardıkları gibi,
Mescid-i Aksa'yı kasdederek "Onları daha önce
yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?" sorusunu
ortalığa yayanlar da onlardı.
Nitekim sahabilerden Berae b. Azib (Allah ondan razı
olsun) Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun)
Medine'ye geldiği ilk günlerde Ensar'dan olan dedelerinin
-ya da dayılarının- yanında misafir
kaldığını belirttikten sonra sözlerine
şöyle devam ediyor; "Peygamberimiz, onaltı ay ya
da onyedi ay kadar Beytulmukaddes'e doğru namaz
kıldı. Fakat kıblesinin Beytullah'a doğru
olmasını çok istiyordu. Beytullah'a dönerek kıldığı
ilk namaz bir ikindi namazı idi. Bu namazda onunla birlikte
birkaç kişi daha vardı. Onun yanında bu
namazı kılanlardan biri oradan ayrıldıktan
sonra yolda bir mescit halkı ile
karşılaştı. Cemaat o sırada ruküa varmıştı.
Adam `Allah adına şehadet ederim ki, ben
Peygamberimiz ile birlikte Kâbe'ye doğru namaz
kıldım' dedi. Bunun üzerine o mescidde namaz kılanlar
oldukları gibi (namazlarını bozmadan, derhal) Kâbe'ye
doğru döndüler.
Peygamberimiz Beytülmukaddes'e doğru namaz
kılarken bu durum yahudilérin hoşuna gidiyordu. Fakat
yüzünü Beytullah'a döndürünce buna canları
sıkıldı. Bunun üzerine `(Ey Muhammed) senin
yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz..:
diye başlayan ayet indi. Bu sırada beyinsizler -ki
onlar yahudilerdi`Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden
çeviren sebep nedir?' dediler."(İmam-ı Malik
Buhari, Müslim, Tirmizi)
Daha sonra inceleyeceğimiz üzere gerek yahudiler tarafından
halk arasına yayılan bu soruya ve gerekse bu fitneye
karşı Kur'an-ı Kerim'in takınmış
olduğu tavır, sözkonusu propaganda kampanyasının
o günlerde müslümanların vicdanlarında ve müslüman
safları arasında meydana getirdiği
yıkıcı etkinin ne kadar büyük olduğunu ima
eder niteliktedir.
Bu ayetlerin baş tarafını bir daha
okuyalım:
"İnsanlardan bazı beyinsizler `Onları
daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?'
diyecekler."
Bu cümlede kullanılan zaman kipinden şu
nokta anlaşılabilir: Bu cümle birkaç ayet sonra
ilân edilecek olan kıble değiştirme olayına
zihinleri hazırlayıcı bir giriş ve yüce
Allah'ın "beyinsizler" tarafından ortaya
atılacaklarını önceden bildiği söylentilerin
ve soruların daha baştan yolunu kesme girişimidir.
Diğer bir ihtimale göre bu ayet, az önce okuduğumuz
hadiste belirtilen bu söylenti ve sorulara, bunlar ortaya atıldıktan
sonra verilen cevap olabilir. O zaman da sözkonusu beyinsizler
tarafından söylentiler yayılacağının
daha önceden takdir edildiğini, bu plânın önceden
bilindiğini ve cevabının peşin olarak
hazırlandığını düşündürmek
için gelecek zaman kipi kullanılmış olur ki, bu
normalinden daha etkili bir cevap verme yoludur.
Bu ayette sözkonusu söylenti ve soruların etkileri
giderilmeye çalışılmakta, Peygamberimize
yaygaracılara nasıl karşılık
vereceği ve gerçeği bütün boyutları ile
nasıl belirleyeceği telkin edilmekte, aynı
zamanda bu konudaki yaygın düşüncenin yanılgıları
düzeltilmektedir:
"De ki; Doğu da Batı da Allah'ındır.
O dilediğini doğru yola iletir"
Evet, Doğu da Batı da Allah'a aittir. Buna göre ne
tarafa dönülmüş olursa olsun, gerçekte O'na
dönülüyor. Aslında yönlerin ve mekânların
kendileri hiçbir üstünlük taşımazlar. Onları
üstün yapan, onlara özellik kazandıran faktör, yüce
Allah'ın onları seçmesi ve insanları onlara
doğru yöneltmesidir. Allah dilediğini doğru yola
iletir. Yüce Allah herhangi bir yönü kulları için
seçip kıble olarak belirleyince o yön o zaman seçkinlik
kazanır ve kullar ancak o yöne dönerek doğru yola
varabilirler.
Böylece yüce Allah mekânlar ve yönler ile ilgili doğru
düşünceyi, insanların direktiflerini hangi kaynaktan
alması gerektiğini ve her durumda yüce Allah'a
yönelmekten ibaret olan doğru yönelişin mahiyetini
belirlemiş oluyor.
Ayetlerin devamında, bu ümmete evrendeki son derece
önemli konumu ve yeryüzündeki halifelik görevinden dolayı
özel bir kıblesi ve kendine özgü bir kişiliği
olması telkin edilirken kendisini bu göreve layık gören
Rabbi dışında hiç kimsenin sözünü
dinlememesini gerektiren insanlığın tümüne
yönelik temel fonksiyonu hatırlatılıyor:
Bu ümmet, bütün insanlığa örnek olan orta yolu
benimsemiş bir ümmettir. Buna göre, insanlar arasında
adaleti ve hakkaniyeti egemen kılar, onların
benimseyecekleri kriterleri ve değer hükümlerini ortaya
koyar, onlar arasında görüşünü açıklayınca
esas alınan görüş bu olur, insanların
değer yargılarını, düşüncelerini,
geleneklerini ve sloganlarını ölçüye vurur ve
bunlar hakkında "Bu doğrudur, bu
yanlıştır" diyerek son ve kesin sözü
söyler. Yoksa bu ümmet, insanların tümüne örnek olması,
onlar arasında adaleti hakim kılması gerekirken düşüncelerini,
değer yargılarını ve kriterlerini yönlendirmekle
yükümlü olduğu diğer insanlardan biri olamaz
Bu ümmet böylece bütün insanlığa örnek olurken
kendi örneği de Allah Resulü olacaktır. Buna göre
Peygamber, onun kriterlerini, değer
yargılarını belirleyecek,
davranışlarını ve geleneklerini hükme bağlayacak,
yaptığı her işi tartıya vurarak onun
hakkında son sözü söyleyecektir. Bu ayet bu ümmetin
mahiyetini ve görevini böylece belirliyor ve kendisine
görevini ve konumunu tanımayı, büyüklüğünün
bilincine varmayı, rolünü gerçek boyutları ile
değerlendirmeyi ve bu rolü oynamaya yaraşır biçimde
hazırlıklı olmayı öneriyor.
Bir de bu ümmet "vasat (orta yol)" bir ümmettir,
hem de kelimenin tam anlamıyla "vasat" bir ümmet.
Bu kelime ister "iyilik, üstünlük" anlamlarına
gelen "vesadet" kökünden türemiş
sayılsın, ister "itidal ve orta yolculuk"
anlamına alınsın ve isterse bu kelimenin maddi ve
somut anlamı kastedilmiş olsun.
Düşünce ve inanç alanlarında "vasat (orta
yolu benimseyen)" bir ümmet. Yani ne maddeden soyutlanmış
bir maneviyatçılık ne de maddeyi tek gerçek olarak
gören materyalizm gibi dengesiz bir aşırılığa
girmez. Bunun yerine "ruha sarılmış ceset"
ya da "cesede yapışmış ruh"
esprisinde sembolleşen fıtri dengeye bağlı
kalır. Enerji odakları çift kutuplu yapıya her
çeşitten gıdasını tam olarak verir. Bir
yandan hayatı koruyup devam ettirmeye çalışırken
aynı zamanda ruhen geliştirip düzeyini yükseltmeye
çabalar. Arzular ve eğilimler dünyasındaki her
gelişmeyi ifrata ve tefrite (başıboşluğa
ve aşırı baskıya) kaçmadan ölçülü,
uyumlu ve dengeli bir biçimde serbest bırakır.
Sosyal düzenleme ve koordinasyon alanında "vasat (orta
yolu benimsemiş) bir ümmet. Yani, hayatı tümü ile
ne duygulara ve içgüdülere ve ne de kanunlara ve cezalara bırakır.
Bunun yerine bir yandan eğitim ve yönlendirme yolu ile
insan duygularının düzeyini yükseltirken öte yandan
da kanunlar ve cezalar aracılığı ile toplum
düzenini güvenceye bağlar. İnsanlar arasında
bir denge kurar. Bunun sonucu olarak insanları ne
sultanın, diktatörün kamçısına ve ne de
vicdanlarının başıboş sesine teslim
eder, bunun yerine bu ikisi arasında uyumlu bir sentez
kurar.
İnsanlararası ilişkiler ve
karşılıklı bağlar alanında "vasat
(orta yolu benimsemiş) bir ümmet". Yani ne ferdin kişiliğini
ve bu kişiliğin dayanaklarını ortadan
kaldırarak onun benliğini toplumun ya da devletin
kişiliğinde eritir ve ne de ferde kendinden başka
hiç kimseyi düşünmeyen, bencil ve muhteris bir kişi
olma serbestliği tanır. Bunun yerine, toplumda
hareketliliği ve gelişmeyi sağlayan bireysel
enerjileri ve iç dürtüleri, aynı zamanda ferdin
kişiliğini ve kendine özgü yapısını
gerçekleştirmeye yarayan içgüdüleri ve yetenekleri
serbest bırakır. Sonra da
aşırılıklara, set çeken tedbirlerini
yürürlüğe koyar. Fertte topluma hizmet etme arzusu
uyandıran iç özlemleri teşvik eder; hatta ferde,
topluma hizmet etmeye zorlayan yükümlülükler ve görevler
belirler. Kısacası bu ümmetin oluşturduğu
toplum uyum ve koordinasyon halinde ferde güvence sağlar.
Dünyada, yeryüzünün göbeğinde ve yerkürenin orta
kuşağındaki fonksiyonu itibariyle "vasat (orta
yolu benimseyen) bir ümmet"!. Toprakları üzerinde
İslâm'ın egemen olduğu bu ümmet, uzun yüzyıllardan
beri şu ana kadar yeryüzünün Doğusu ile
Batısı, Güneyi ile Kuzeyi arasında bir köprü
durumundadır. Yüzyıllardan beri elinde
bulundurduğu bu konumu ile tüm insanlığı gözlemekte,
bütün insanlara örnek olmaktadır. Elinde olan her
şeyi bütün yeryüzü halkı ile paylaşmakta;
tabiî, ruhî ve manevî ürünler, hudutlarından geçerek
dünyanın şurasına-burasına
dağılmakta ve bu ümmet sözünü ettiğimiz maddî
ve manevî trafiğe hakemlik etmekte, onun düzgün işlemesini
sağlamaktadır.
Zaman perspektifi konusunda "vasat (orta yolu
benimsemiş) bir ümmet"!.
İnsanlığın, kendisinden önceki çocukluk
dönemini noktalayarak, kendisinden sonraki aklî gelişme
çağına bekçilik ve koruculuk yapmaktadır.
İnsanlığın bu iki dönemi arasında
durarak bir yandan insanın gelişmesine ayak
bağı olan çocukluk döneminden kalma saplantıları
ve hurafeleri silkeleyip atarken, öteyandan insanlığı
aklın ve nefsini arzuların fitnesinden uzak tutmaya
çalışmaktadır. Peygamberler döneminden kalma
ortak manevi miras ile sürekli gelişen aklın birikimi
arasında sentez kurmakta, bu ikisini uyumlu bir
şekilde bağdaştırmakta,
insanlığı bu iki uygarlık kaynağı
arasında yeralan doğru yolda yürütmeye çabalamaktadır.
Bu ümmetin, kendisine yüce Allah tarafından
bağışlanmış olan bu konumunu günümüzde
de sürdürmesinin önüne dikilen tek engel, yüce Allah'ın
kendisi için seçmiş olduğu hayat tarzını
bir yana bırakarak, yüce Allah'ın seçtiği ile
hiç ilgisi olmayan çeşitli yaşama biçimlerini
benimsemiş olması; yüce Allah, onun sırf kendi
rengine boyanmasını istemesine rağmen,
aralarında ilâhi rengin daha işin başında
dışlandığı birçok renklerle boyanmış
olmasıdır.
Böyle bir görevi ve rolü omuzlarında
taşıyan bir ümmetin birtakım
sıkıntılara katlanması, birtakım fedakârlıklarda
bulunması son derece normaldir. Çünkü önderliğin
kendine özgü yükümlülükleri, öncülüğün kaçınılmaz
sıkıntıları vardır. Onun için bu
ümmetin, yüce Allah'a içten bağlılığın
ve ilâhi önderliğe kayıtsız şartsız
itaatkar olmaya hazır olduğunun kesinlikle
kanıtlanması için görevine atılmadan önce sınavdan
geçirilerek denenmesi gerekir.
Bunun sonucu olarak yukardaki ayetin devamında yüce
Allah müslümanlara şimdiki kıble değişimi
olayı vesilesi ile kendileri için neden daha önceki kıblelerini
tekrar seçmiş olduğunu şöyle anlatıyor:
"Biz sırf peygambere uyanları (bağlı
kalanları) O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim
diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble
yaptık."
Yüce Allah'ın doğru inancın varisi ve bu inanç
bayrağını dalgalandıracak olan O'nun yeryüzündeki
halifesi olmasını istediği bu genç ümmete
uyguladığı eğitim metodu bu ayetten açıkça
anlaşılıyor. Yüce Allah bu ümmetin sırf
kendisine bağlanmasını, cahiliye döneminin
bütün ilişkilerinden ve kalıntılarından
kurtulmasını, bütün eski özelliklerinden ve bütün
maziye gömülmüş arzularından
arınmasını; cahiliye döneminde giydiği bütün
şatafatlı kılıklardan, o günlerde taşıdığı
bütün ideallerden sıyrılarak içinde sadece İslâm
idealinin kalmasını, bu ideale başka herhangi bir
idealin karışmamasını, bilgi
kaynağının teke inmesini ve bu kaynağa
başka hiçbir kaynağın ortak olmamasını
istiyor.
Oysa Beytulharam'a dönmek, Arapların vicdanlarında
inanç endişesinden başka bir endişe ile
karışık hale gelmiş, ataları Hz.
İbrahim'in inanç sistemine müşriklik ve ırk
taassubu lekeleri bulaşmıştı. Çünkü
Beytullah, o günlerde Araplara ait bir utsal merkez sayılıyordu.
Oysa Allah, oranın sadece kutsal bir "Allah evi"
olmasını diliyor, bu ünvanına başka bir
ünvanın eklenmesini, bu niteliğine başka bir
niteliğin karıştırılmamasını
istiyordu.
Fakat Beytullah'a doğru dönme eylemine, Araplar tarafından
sözünü ettiğimiz başka nitelikler eklenince, yüce
Allah müslümanları bu kıbleden ayırarak Beytülmukaddes'
e doğru yöneltti. Böylece birinci derecede, müslümanların
duygularını geçmiş dönemlerinin çağrışımlarından
arındırmayı ve ikinci derecede de, Peygambere
teslimiyet ve itaat derecelerini deneyden geçirmeyi amaç
edinmişti. Başka bir deyimle, acaba kimler O'na
Allah'ın Resulü olduğu için uyuyor ve kimler
Beytülharam'ın kıble olma niteliğini sürdürdüğü
ve böylece ırk, kavim, eski mukaddesat bilincinin etkisi
altında bulunanların vicdanlarını
rahatlattı diye peşinden gidiyor? Allah, bu iki zümreyi
birbirinden ayırd etmeyi dilemişti.
Üzerinde durduğumuz bu nokta son derece ince ve
duyarlı bir noktadır. İslâm inancı, kalpde
herhangi bir ortağın varlığına
katlanamaz; kendi tek ve belirgin idealinden başka hiçbir
ideali kabul etmez; ne şekilde olursa olsun, cahiliye döneminin,
büyük-küçük, herhangi bir kalıntısı,
kırıntısı ile birarada bulunmaya razı
olmaz. İşte bu ayette yeralan "Biz sırf
Peygamber'e uyanları (bağlı kalanları) O'na
uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce
yöneldiğin kıbleyi
Fakat, yüce Allah yol gösterince, insan nefsinin sözkonusu
ideallerden sıyrılması, o
kalıntıları ve tortuları içinden söküp
atması, sırf Allah'a yönelerek sadece O'nun sözünü
dinleyip sadece O'na itaat etmesi, kendisine hangi yönü
gösterirse o tarafa dönmesi ve Allah'ın Resulü nereye
iletirse peşinden gitmesi, zor ve
sıkıntılı bir iş olmaktan çıkar.
Bu ayetin daha sonraki cümlesinde yüce Allah müslümanları,
imanları ve o güne kadarki namazları hususunda gönül
rahatlığına kavuşturuyor. Onlar sapık
yolda değillerdi ve namazları da boşa gitmiş
değildi. Çünkü yüce Allah kullarını zora
koşmaz, kendisine yöneltmiş oldukları ibadeti
boşa çıkarmaz, imanını katmerlendirip
arttırdığı güçlerini aşacak bir yükümlülükle
kendilerini sıkıntıya sokmaz.
"Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak
değildir. Hiç şüphesiz, Allah insanlara karşı
şefkatli ve merhametlidir."
Allah, kullarının sınırlı olan güçlerinin
kapasitesini bilir ve onlara güçlerinin kapasitesi dışında
bir yükümlülük bindirmez. Müminler, samimi niyetli ve doğru
kararlı olunca yüce Allah onları doğru yola
iletir ve karşılarına çıkan imtihanı
başarı ile aşmalarına, kendi desteğini
göndererek yardımcı olur. Sıkıntı ve
imtihan O'nun hikmetinin göstergesi olduğuna göre, bu sıkıntıyı
ve imtihan engelini aşmak da O'nun rahmetinden kaynaklanan
bir bağışıdır. Çünkü "Hiç
şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatli ve
merhametlidir."