|
141- Onlar daha önce gelip geçmiş bir ümmettir. Onların
kazandıkları kendilerine, sizin
kazandıklarınız da sizedir. Siz onların
yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız
Bu ifade, yukarda anlatılan basmakalıp iddialarla
ilgili tartışmayı noktalayıcı,
konuşmayı bağlayıcı son söz niteliğindedir.
BİRİNCİ CÜZ SONU
Bakara suresinin bu bölümünde, yani ikinci cüzün başından
itibaren dikkatlerin, Medine'deki İslâm cemaatinin büyük
emaneti -inanç emaneti ile bu inanç adına yeryüzü
halifeliğini üstlenme emanetinin- konusu üzerine yoğunlaştırıldığını
görürüz. Gerçi zaman zaman bu cemaatin düşmanları,
karşıtları -ki bunların başında
yahudiler gelir- ile tartışmaya girildiğine,
onların hilelerine, komplolarına, bu inancın
özünü ve müslüman cemaatın
varlığını hedef alan saldırı
girişimlerine yine de rastlarız. Ayrıca düşmanlarının
giriştiği çok yönlü saldırılar
karşısında müslüman cemaate verilen önemli
direktiflere ve daha önce yahudilerin düşmüş
oldukları çıkmazlara düşmemelerini
hatırlatan uyarılara da rastlarız.
Fakat bu Cüz'ün ve Bakara suresinin geride kalan
bölümünün ana maddesi, müslüman cemaate halife-ümmet
olmanın gerektirdiği özellikleri ve bağımsız
kişiliğini kazandırmaktır. Kıblesi ile
bağımsız; kendisinden önceki semavi dinlerin
şeriatlerini onaylayan ve içeren şeriatı ile
bağımsız; geniş kapsamlı, yaygın
ve orjinal pratik hayat tarzı ile bağımsız
bir kişilik. Bu bağımsız kişilik
herşeyden önce bu cemaatin evren ile hayat hakkındaki
görüşünde, yüce Allah ile kendisi arasındaki
ilişki ile, yeryüzündeki temel görevi ile; bu görevin
gerektirdiği can, mal, duygu ve davranış
planındaki fedakârlıklar ile ilgili düşüncesinde,
Kur'an-ı Kerim'in direktifleri ile Peygamber efendimizin yönlendirmelerinde
somutlaşan ilâhi önderliğe
kayıtsız-şartsız itaat etme
yatkınlığında ve bütün bunları
teslimiyet, hoşnutluk, güven ve kesin iman duygusu içinde
algılama tutumunda kendini göstermelidir.
Bundan dolayı, bu bölümde kıble
değiştirilmesi olayı üzerinde durulduğunu göreceğiz.
Bundan açıkça anlaşılan şudur: Yüce Allah
bu ümmetin orta yolu benimseyen, yani kendi dışındaki
tüm insanlığa örnek olurken, kendisine
Peygamberimizi örnek edinmiş bir ümmet olmasını
istiyor. Buna göre bu ümmet, tüm yeryüzü insanlarına
önder, egemen, gözetici ve yönlendirici olmakla görevlidir.
Bu arada okuyacağımız ayetlerde bu ümmetin,
omuzlarına bindirilen bu görevin yükümlülüklerine
katlanmaya, kendisini bütün insanlığa
karşı sorumlu kılacak olan bu misyonun
zorluklarını göğüslemeye, yüce Allah'ın
takdirine razı olarak durum ne olursa olsun her işi
O'na havale etmeye çağrıldığını göreceğiz.
Daha sonra imana bağlı düşünce tarzının
bazı temel ilkelerinin açıklandığını,
belirginliğe kavuşturulduğunu göreceğiz.
Meselâ iyiliğin, takva ve salih amel demek olduğunun,
yoksa yüzleri doğuya ya da batıya döndürmek demek
olmadığının vurgulanarak belirtildiğini
okuyacağız. Bu açıklama, yahudilerin bu konudaki
zihin karıştırıcı propaganda
kampanyasına, gerçekleri gizleme ve belirsizleştirme
girişimlerine, doğru olduğunu bildikleri
konulardaki tartışmacı ve inkârcı
tutumlarına cevap olarak yapılıyor. Bu bölümdeki
açıklamaların çoğunluğu, kıblenin
değiştirilmesi olayı ile bu olay hakkında
ileri sürülen asılsız ve yanıltma amaçlı
iddialar ile ilgilidir.
Okuyacağımız ayetlerin daha sonraki bölümünde
ise bu dinin amaçladığı pratik hayat düzeni ile
ibadet amaçlı davranışlar sisteminin -ki bu
ümmetin hayatı bu iki unsura dayanır- ve toplumu,
ümmetin omuzlarına yüklenen görev doğrultusunda
yapılandırma işlevinin belirlenmesi konusu ele
alınıyor. Bu alanda kısas hukukunun, vasiyyet hükümlerinin,
oruç farzının, haram aylarda ve Mescid-i Haram (Kâbe)
sınırları içinde savaşma hükümlerinin
Hacc farzının, içki ve kumarla ilgili hükümlerin ve
aile düzeninin belirlendiğine tanık oluruz. Bütün
bu hükümler ve kurumlar inanç bağına
bağlanarak ve yüce Allah ile irtibatlandırılarak
anlatılıyor. Yine bu Cüz'ün sonlarında canla ve
malla cihad edilmesi konusunun işlenişi
sırasında yahudilerin, Hz. Musa'dan (selâm üzerine
olsun) sonraki tarihlerinden alınmış bir
olayı, bir anektodu okuyacağız. Bu olaya göre, o
dönemin yahudileri, Peygamberlerinden birine, şöyle demişlerdi:
"Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım."
(Bakara Suresi, 246)
Bu olay, daha önceki peygamberlerin mesaj birikimini ve eski
ümmetlerin bu mesaj birikimiyle ilgili tecrübelerini miras
olarak devralan bu ümmet hesabına birçok ibret alınacak
dersler ve düşündürücü telkinler içermektedir. Bu
Cüz'ü daha önceki Cüz ile birlikte gözden geçirdiğimizde
Kur'an-ı Kerim'in gerek girişmiş olduğu mücadelenin
ve gerekse yeni bir müslüman ümmet meydana getirmekten
güttüğü amacın karakterini iyi anlarız. Bu mücadele
hilelere, fitnelere, oyunlara, yaygaracı propagandalara,
yanıltma girişimlerine, yalanlara, insanın
yapısından kaynaklanan zayıflıklara, insan
psikolojisinin fitnenin girişine ve
kışkırtmaların sızmasına açık
kanallarına karşı aynı düzeyde verilen
büyük bir mücadeledir. Bu mücadele aynı zamanda bütün
insanlığın ideal önderliğini üstlenmiş
olan yeryüzü halifeliğine getirilmiş olan bir
ümmetin dayanabileceği doğru düşünce sistemini
geliştirme, bu ümmeti ortaya çıkarma ve yönlendirme
mücadelesidir. Kur'an üslubunun icaz özelliğine, yani az
söz söyleyerek çok şey ifade etme niteliğine
gelince bu özellik, bu iki Cüzîde şöyle meydana çıkıyor:
Kur'an-ı Kerim'in bu bölümünde Peygamberimiz zamanındaki
ilk müslüman cemaatin oluşması amacı ile gündeme
getirilen bu direktifler ve ilkeler, her zaman ve her yerde
müslüman bir cemaat oluşturmak için günümüzde de
gerekli olan direktifler ve ilkelerdir. Kur'an-ı Kerim'in
bu ilk cemaatin düşmanlarına karşı
verdiği mücadele her zaman ve her yerde bu uğurda
verilebilecek olan mücadelenin aynısıdır. Sadece
bu kadar da değil. Hatta Kur'an-ı Kerim'in o zaman
karşı karşıya geldiği; hilelerine,
tuzaklarına ve komplolarına karşı
koyduğu geleneksel İslâm düşmanları günümüzde
de aynıdır, kullandıkları metodlar da o günkü
metodların aynısıdır; şartların
değişmesi ile biçimleri değişmiş, ama
sözleri ve karakterleri aynı kalmıştır.
Bu yüzden İslâm ümmeti, düşmanlarına
karşı vereceği mücadele ve onların
şerlerinden korunma tedbirleri konusunda en az ilk İslâm
cemaatı kadar, Kur'an'ın bu direktiflerine muhtaçtır.
Bunun yanında bu ümmet, sağlam ve doğru bir düşünce
tarzı geliştirebilmek, evren ve insan
karşısında nasıl bir tutum
takınması gerektiğini kavrayabilmek için da aynı
temel ilkelere, aynı direktiflere muhtaçtır. Bu
ümmet bu ilke ve direktiflerde, yolunun işaret
noktalarını başka hiçbir bilgi edinme ve
yönlendirme kaynağında bulamayacağı açıklıkta
bulacaktır. Böylece Kur'an-ı Kerim, bu ümmetin hayatını
düzenleyen, doğru yolunda gerçek kılavuzu olan; ferdî
yaşama tarzına, sosyal düzenine, devletlerarası
münasebet kurallarına, ahlâki davranışlarına
ve pratik uygulamalarına dayanak oluşturucu çok
cepheli ve yetkin yasa kaynağı bir kitap olma
niteliğini koruyup devam ettirmiş oluyor.
İşte icaz, yani az söz söyleyerek çok şey
ifade etme sanatı dediğimiz şey budur.
KIBLENİN
DEĞİŞTİRİLMESİNİN
NEDENLERİ
Okuyacağımız ayetler demetinde hemen hemen
sadece kıble değişimi olayından, bu
olayın yolaçtığı gelişmelerden, bu
olayı fırsat bilen yahudilerin müslüman birliğini
sarsmayı hedef alan oyunlarından, bu konuda ortaya
attıkları asılsız iddialardan, bu
iddiaların bazı müslümanların
vicdanlarında ve genel olarak müslüman cemaatin saflarında
açtığı yaraları sarma girişimlerinden
sözediliyor.
Bu olay hakkında kesin bir rivayete rastlanmıyor.
Kur'an'da da olayın tarihi ile ilgili
ayrıntılı bir bilgi verilmiyor. Bu olayla ilgili
yukardaki ayetler sadece kıble yönünün
Beytülmukaddes'ten Kâbe'ye çevrilişini ele alıyor.
Olay, Hicret'ten onaltı ya da onyedi ay sonra Medine'de
meydana geldi.
Bu olayla ilgili rivayetlerïn toplamından çıkarabildiğimiz
sonuç özet olarak şudur: Müslümanlar Mekke döneminde
namazın farz oluşundan itibaren Kâbe'ye doğru dönerek
namaz kılmışlardı. Yalnız bu konuda
Kur'an kaynaklı bir nass yoktu. Hicretten sonra yüce
Allah'tan Peygamberimize gelen bir emirle namazlar
Beytülmukaddes'e doğru dönülerek kılınmaya
başladı. Geçerli görüşe göre bu emir de
Kur'an'da yeralmış değildi. Sonra bu konuda
Kur'an kaynaklı olan şu emir gelerek daha önceki
ilâhi emri yürürlükten kaldırdı (neshetti):
"Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına
çevir. Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa
çevirin."
Olayın gelişimi nasıl olursa olsun, müslümanların
yüzlerini Beytülmukaddes'e doğru çevirmeleri -ki
Beytülmukaddes, yahudiler ile hıristiyanların
kıblesi idi- yahudilerin bu olayı, İslâm'a
girmeyi burun kıvırarak reddetme bahanesi olarak
kullanmalarına yolaçtı. Nitekim o sırada Medine
halkı arasında şöyle konuştukları
duyuluyordu. "Muhammed ile arkadaşlarının
onların kıblesine yönelişi, dinlerinin gerçek
din, kıblelerinin asıl kıble ve kendilerinin de
örnek alınmada öncelikli olduklarını
kanıtlardı. Buna göre yapılması uygun olay
şey, Muhammed'in, onları kendi dinine çağırması
değil, tersine kendisi ile arkadaşlarının
onların dinine girmesiydi."
Bu arada cahiliye döneminde saygı göstermeye alışmış,
orayı geleneksel ziyaret yerleri ve kıbleleri olarak
algılaya gelmiş olan müslüman Araplara bu durum ağır
geliyordu. Üstelik bu yüzden yahudilerden kulaklarına
gelen böbürlenici, hava atıcı laflar ve bu
olayı kendilerine karşı koz olarak
kullanmaları sıkıntılarını daha da
arttırıyordu.
Bu arada Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) sık
sık yüzünü göğe çevirerek Rabbine yöneliyor,
fakat yüce Allah'a karşı duyduğu sonsuz
saygının gereği olarak ağzını açıp
birşey demiyor, ama kendisini, hoşlanacağı
bir kıbleye döndürmesini sabırsızlıkla
bekliyordu.
İşte bir süre sonra inen şu ayet,
Peygamberimizin bu derin özlemini olumlu olarak cevaplandırıyordu:
"(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe
çevirdiğini görüyoruz. Seni hoşuna gidecek bir
kıbleye kesinlikle döndüreceğiz. Bundan böyle
yüzünü Mescidi Haram (Kâbe) tarafına çevir. Nerede
olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin."
Çeşitli rivayetlerde anlatıldığına
göre bu olay, Hicretin onaltıncı ya da onyedinci
ayında meydana geldi. Bu arada
kıblenin değiştiğini namaz kılarken
haber alan bazı müslümanlar, namazları içinde
yüzlerini Kâbeye doğru çevirerek namazlarının
geride kalan kısmını yeni kıbleye doğru
tamamlamışlardı.
Bunun üzerine yahudiler yaygaraya başladılar.
Peygamberimiz ile müslüman cemaatın kıblelerini
bırakıp başka tarafa dönmesi ve bunun sonucu
olarak böbürlenmelerinde ve müslümanların kalplerine
dinlerinin değeri konusunda şüphe salma girişimlerinde
bel bağladıkları önemli kozlarını
yitirmiş olmaları gerçekten ağırlarına
gitmişti. Bu hayal
kırıklığının getirdiği
pervasızlıkla müslümanların arasına ve tek
tek müslümanların kalplerine yüce liderlerine karşı
besledikleri güven ve inançlarının temeli
hakkında şüphe tohumları ekmeye koyuldular. Müslümanlara
şöyle diyorlardı: "Eğer daha önceki
Beytülmukaddes'e yönelişiniz geçersiz ise bu dönem
boyunca kıldığınız namazlar boşa
gitti. Yok, eğer o yönelişiniz haklı idiyse
şimdiki Mescid-i Haram'a dönüşünüz geçersizdir ve
buraya doğru dönerek kıldığınız
ve kılacağınız bütün namazlar boşa
gitmeye mahkumdur. Her iki durumda, bu ayetlerin yürürlükten
kàldırılması ve emirlerin
değiştirilmesi işlemi, Allah'tan
kaynaklanmış olamaz. Bu da, Muhammed'e Allah'tan vahiy
gelmediğini kanıtlar."
Sözünü ettiğimiz yıkıcı yahudi
propagandası, gerek müslümanların vicdanlarında
ve gerekse İslâm cemaatinin saflarında son derece büyük
bir etki meydana getirmişti. Bu etkinin çapı, yüce
Allah'ın "Biz bir ayeti yürürlükten kaldırır
ya da unutturursak mutlaka ondan daha
hayırlısını veya benzerini getiririz" mealindeki
buyruğu ile başlayarak geçen Cüz'ün iki dersini
tümü ile kapsayan Kur'an ayetleri yanında bu Cüz'ün az
sonra okuyacağımız ayetleri ve bu ayetlerin açıklamaları
sırasında ayrıntılı biçimde inceleyeceğimiz
vurgulamaları, izahları ve uyarıları gözden
geçirirken açıklıkla meydana çıkar.
Şimdi kıblenin değiştirilmesi ve müslümanların
sırf kendilerinin olan bir kıbleye yöneltilmelerinin
hikmeti konusu üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bu olay
İslâm cemaatinin hayatını geniş çapta
etkilemiş, çok önemli bir tarihi olaydır.
Başlangıçta kıble yönünün Kâbe'den
Mescid-i Aksa'ya döndürülmesi, bu dersin aşağıdaki
ayetinin işaret ettiği, eğitim amaçlı bir
olaydı:
"Biz sırf Peygambere uyanları O'na uymaktan
vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin
kıbleyi tekrar kıble yaptık."
Bilindiği gibi Araplar cahiliye dönemlerinde Kâbe'ye
saygı beslerler, burayı milli gururlarının
somut bir sembolü sayarlardı. Oysa İslâm, kalplerin
sırf Allah'a bağlanmasını, yüce Allah dışında
kalan her türlü bağımlılıktan
arındırılmasını, dolaysız biçimde
Allah'la rabıta kurduran İslâm metoduna yabancı
olan her türlü yaygara ve taassuptan kurtarılmasını;
her türlü tarihî, ırkî ve coğrafi
şartlanmalardan soyutlanmasını istiyordu.
İşte bu yüzden sürpriz bir kararla müslümanların
Kâbe'ye yönelmelerine son verilerek bir süre için Mescid-i
Aksa'yı kıble edinmeleri uygun görülmüştü.
Böylece vicdanların cahiliye tortularından, cahiliye
dönemini çağrıştıran her şeyden
tamamen arınması amaçlanmıştı.
Ayrıca bu değişiklik dolayısıyla
Peygamber efendimize türlü yabancı duygunun etkisinden
sıyrılarak güvenli, gönüllü ve teslimiyetçi bir
biçimde bağlı olanlar ile ırk, kavim, yurt ve
tarih çağrışımlarından kaynaklanan
cahiliye yaygaralarının kof gururu ile ya da kalplerin
derinliklerinde halâ yaşayan komplekslerin dürtüsü ile
inancından dönen kimseler birbirlerinden ayrılabilecekti.
Bu arada müslümanlar teslimiyetçiliklerini kanıtlayıp
Peygamber efendimizin gösterdiği kıbleye yönelince
ve bunun yanında yahudiler bu durumu işlerine
yarayacak bir koz olarak kullanmaya başlayınca yüce
Allah'ın Kâbe'ye doğru dönmekle ilgili emri
geliverdi. Fakat bu yeni emir, müslümanların kalpleri ile
başka bir gerçek arasında, İslâm'ın özü
ile ilgili tarihi bir gerçek arasında bağ kurdu. Bu
gerçek şudur: Bu binayı, yani Kâbe'yi yapan Hz.
İbrahim ile Hz. İsmail (selâm üzerlerine olsun) onu
sırf Allah'a adayarak, İslâm ümmetinin bir inanç
merkezi olsun diye inşa etmişlerdi. Bu İslâm
ümmeti de, Hz. İbrahim'in soyundan İslâm'ı
yayacak, evlâtlarının ve torunlarının da
bağlı oldukları bu dinin etkinliğini devam
ettirecek bir peygamberin gelmesini dileyen duasının
kabul belirtisi olarak doğup gelişmişti. "Hani
Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş, o
da bunları yerine getirmişti" ayeti ile
başlayan geçen derste bu konu ayrıntılı biçimde
anlatılmıştı.
Aslında Kabe'nin ilk temellerinin
atılışından itibaren gelişen olaylar,
özellikle Hz. İbrahim, İsmail ve diğer
oğulları, onların dini, kıblesi, Allah'a
verdikleri söz ve yapılan vasiyyetler hakkında müşrikler
ve Ehli Kitap ile müslümanlar arasında çıkan
tartışmalar bu surenin daha önceki ayetlerinde anlatıldığı
için daha sonra Kıble'nin Mescid-i Aksa'dan Kabe'ye döndürülmesi
olayının anlatımına geçilmesi daha uygun
oluyor. Zira bütün o olaylarla kıblenin
değiştirilmesi olayı arasında yakın bir
ilişki ve tarihî bir bağ vardır ve zihinler bu
olayı algılamaya hazırdır. Müslümanların
kıblesinin, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in
birlikte inşa ettikleri Kabe'ye doğru çevrilmesi ve o
sırada Hz. İbrahim'in yapmış olduğu
uzun dua, az sonra okuyacağımız ayetlerde müslümanların,
Hz. İbrahim dininin varisleri oluşları ve Yüce
Allah'ın Hz. İbrahim'e dönük taahhüdü birbirleri
ile uyumlu, mantıklı ve tabii gelişmeler olarak
ele alınır. Başka bir deyimle bu somut kıble
yönelişi ile sözkonusu tarihten kaynaklanan şuur yönelişi
arasında koordinasyon ve doğrultu birliği
vardır.
Yüce Allah -c.c- Hz. İbrahim'den müslüman olması
için taahhüt almıştı. Hz. İbrahim de
oğullarından, kendisinden sonra İslâm'a bağlı
kalmaları taahhüdünü almıştı.
"İsrail" lâkabı ile anılan Hz. Yakub
da evlâtlarından aynı taahhüdü almıştı.
Bu arada Hz. İbrahim zalimlerin, yüce Allah'ın ahdine
ve bağışına varis
olamayacağını biliyordu.
Yüce Allah Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e, "Kâbe'nin
temellerini yükseltmeyi", yani bu yapıyı
inşa etmelerini emretmişti. Bu yüzden Kâbe onlardan
kalan bir mirastır. Bu mirasa ancak yüce Allah'ın, bu
ikisinden aldığı taahhüde bağlı
kalanlar mirasçı olabilirler. Müslüman ümmet, yüce
Allah'ın, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'den
almış olduğu taahhüdün ve bu iki peygambere
yönelik ilâhi faziletin mirasçısıdır. Buna göre
bu ümmeti~, Mekke'deki Beytullah'ın varisi olması ve
orayı kıble edinmesi son derece tabii ve mantıkî
bir sonuçtur.
Gerçi müslümanlar bir süre için, yahudilerin ve hıristiyanların
kıblesi olan Mescid-i Aksa'ya yönelmişlerdi. Fakat bu
yöneliş, okuduğumuz ayetlerden birinin işaret
ettiği daha önce anlattığımız bir
hikmete dayanıyordu. Şimdi ise yüce Allah bu varisliği,
müslüman ümmete yüklemeyi dilemişti. Ehl-i Kitap,
ataları Hz. İbrahim'in dinini, yani İslâm'ı
kabul ederek bu mirasa ortak olmayı reddetmişti.
Şimdi kıble değişiminin tam zamanı
gelmişti. Hz. İbrahim'in inşa ettiği ilk
Allah evine doğru yönelmenin tam sırası idi. Böylece
müslümanlar bu varisliğin somut ve soyut bütün
özellikleriyle donatılmış; din
varisliğinin, kıble varisliğinin ve yüce Allah'ın
bağışlama varisliğinin
ayrıcalığına sahip
kılınmış olacaktı.
Kendine özgü ve başkalarından farklı olma müslüman
cemaat için kaçınılmaz iki sıfattır. Düşünce
ve inançta kendine özgü ve ayrıcalıklı
olmak... Kıble ve ibadet biçiminde de kendine özgü ve
ayrıcalıklı olmak. Kendine özgülük ve ayrıcalık
bu alanların her ikisinde de aynı oranda gereklidir. Düşünce
ve inanç alanında kendine özgü (orjinal) ve farklı
olmanın gereği kolayca anlaşılabilir de bu
gereklilik belki de kıble ve ibadet amaçlı
davranışlar konusunda o kadar kolay bir şekilde
algılanmayabilir. Bu yüzden burada ibadet
şekillerinin değeri konusuna bir parça gözatmak
istiyoruz.
Bu ibadet şekillerine, onları manevi içeriklerinden
soyutlayarak ve insan psikolojisinin tabiatı ve onun
etkilenme yollarına göz yumarak bakan kimse bunlara
titizlikle sarılmayı bir tür kör taassup ya da
şekilperestlik olarak görebilir. Fakat daha geniş bir
bakış açısı, insan fıtratını
tanımayı amaçlayan daha derinlikli bir kavrama
gayreti, son derece önemli başka bir gerçeği
keşfeder, ki o da şudur:
İnsanın somut bir beden ile soyut bir ruhtan
oluşmuş olmasının sonucu olarak, insan
psikolojisinde fıtrî olarak soyut karakterli iç duyguları
somut karakterli görünür şekiller
aracılığı ile ifade etme eğilimi
vardır. Bu soyut duygular, duyu organları ile
algılanabilir zahiri bir şekil bulmadıkça
durulup istikrara kavuşamazlar. Bu duygular ancak bu yolla
ifade imkanı bulurlar. Böylece iç dünyamızdaki gerçeklikler
somut plâna da yansımış olur. Bu duygular ancak
o zaman durulup istikrara kavuşabilirler. Ancak o zaman
duygusal gerilimin elektriksel yükü tamamen boşalarak
duygu dünyamız ile dış alemimiz arasında
uyum meydana gelebilir. Ancak o takdirde duyguların
esrarlıya ve bilinmeze yönelik ateşli arzusu ile
somuta ve şekle dönük ateşli arzusu aynı anda
rahatlatıcı bir tatmine kavuşmuş olur.
İşte İslâm, bütün ibadet amaçlı
davranışlar sistemini, insan psikolojisinin bu
fıtrî temeli üzerine oturtmuştur. Bu yüzden bu
ibadet amaçlı davranışlar sadece niyetle,
sırf ruhi yönelişle yerine getirilemez. Bu ruhî
yönelişin, somut bir şekil bulması aranır.
Bu somut şekil namaz ibadetinde ayakta durma (kıyam),
kıbleye doğru durma, tekbir alma, Kur'an okuma, rükua
varma ve secdeye kapanmadır. Hacc'da ise belirli bir yerden
sonra ihrama girip belirli bir kılığa bürünme,
sa'y etme, dua etme, telbiye getirme, kurban kesme ve traş
olmadır. Böylece her ibadetin ayrı bir bütünü olduğu
gibi bu hareketlerin her biri de ayrı bir ibadettir. Böylece,
insan nefsinin dışı ile içi arasında uyum
kurulmuş, onun güç odakları arasında
koordinasyon meydana getirilmiş, insan
fıtratının istekleri, yapısı ile
bağdaşan bir yoldan gidilerek tatmin edilmiş
olur.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, sapıkları
doğru yoldan çıkaran asıl sebebin, insanın
iç-güçlerinin somut ifade şekilleri arayan fıtrî
özlem olduğunu biliyor. Bunun sonucu olarak
insanların önemli bir kesimi, duygu dünyalarının
aradığı büyük gücü taş, ağaç, çeşitli
yıldızlar, güneş, ay, hayvan, kuş gibi
somut ve duyu organları aracılığı ile
algılanabilir maddi varlıklarla sembolize
etmişlerdir. İnsanlar gizli güçlerin somut biçimde
ifade edilmesini düzenleyecek ve koordine edecek bir sistemin kılavuzluğundan
yoksun kaldıkları dönemlerde bu yanılgıya düşmüşlerdir.
İşte bu yüzden İslâm, yüce Allah'ın
zatını her türlü somutlaştırma düşüncesinden
ve varlığını herhangi bir yöne bağlama
varsayımından uzak tutmakla birlikte insan
fıtratının sözünü ettiğimiz içgüdülerini,
belirli ibadet amaçlı davranışlar
aracılığıyla tatmin etmelerini sağlayan
uygulamalar içerir. Bunun sonucunda insan kalbi, bedensel ve
duygusal bütün varlığıyla, Allah'a yöneldiği
sırada, aynı anda Kabe'ye doğru da yöneliyor.
Böylece insan her ne kadar O'nun için yeryüzünün belirli
bir yerini, kıble edinmiş olsa da mekâna sığması
asla sözkonusu olmayan Allah'a yönelme olayında
insanın iç ve dış güçleri arasında uyum
ve birlik sağlanmış oluyor.
Bu arada, müslümanın namazda ve diğer bazı
ibadetler sırasında yöneleceği yeri, müslüman
olmayanların bu tür yerlerinden ayrı tutup sırf
müslümana özgü bir yer olmasını sağlamak
gerekli idi. Çünkü bu durum onu düşünce biçimi, hayat
tarzı ve geleceğe dönük yönelişleri ile
diğerlerinden ayrı ve kendine özgü olmaya itecekti.
Bunun sonucunda, bu kıble ayrıcalığı, müslümanda
varolan diğerlerinden ayrı ve farklı olma
bilincini tatmin ediyordu. Ayrıca bu somut
ayrılık da kendi çapında, müslümanın
benliğinde bir ayrılık ve farklılık
bilinci doğurur.
Öteyandan, müslüman olmayanların iç duygularım
somut ifadeye kavuşturan kendilerine özgü
karakteristiklerine özenme yasağı da bu sebebe
dayanır. Onlara özgü hem duygusal hem de davranış
plânındaki tutum ve gelenekleri taklit etmenin aynı
ölçüde yasak olması gibi. Bu yasak ne kör bir taassup
ve ne de basit bir şekil tutkunluğudur. Tam tersine
şekilciliğin ötesini kavrayan derin bir bakış
açısıdır; somut şekillerin arkasında
saklanan iç faktörlere önem veren bir bakış açısıdır.
Herhangi bir kavmi diğer bir kavimden, herhangi bir
zihniyeti diğer bir zihniyetten, herhangi bir düşünce
tarzını diğer düşünce tarzından,
herhangi bir duygu bütününü diğer bir duygu bütününden,
herhangi bir ahlâkı başka bir ahlâktan ve herhangi
bir yaşama anlayışını diğer bir
hayat anlayışından ayıran, farklı yapan
şey işte bu temel iç faktörlerdir.
Nitekim Hz. Ebu Hureyre'den (Allah ondan razı olsun)
bildirildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Yahudiler ile hıristiyanlar (ağaran saçlarını
ve sakallarını) boyamazlar. Siz onların
yaptıklarının tersini yapınız."
(İmam-ı Mal ik,
Buhari, Müslim, Ebu Davud)
Yine Peygamberimiz yanlarına vardığı bir
grubun ayağa kalkmaları üzerine şöyle buyurmuştur:
"Acemlerin birbirlerine saygı göstermek amacı
ile ayağa kalktıkları gibi siz de ayağa
kalkmayınız." (Ebu
Davud, İbn-i Mace)
Peygamber efendimizin bir başka hadisi de şöyledir:
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa
önünde eğildikleri gibi siz de benim önümde eğilmeyiniz.
Ben de bir kulum. Buna göre bana `Allah'ın kulu ve Resulü'
deyiniz" (Buhari)
İslâm, dış görünüş ve kıyafette
başkalarına özenmeyi, hareketlerde ve davranışlarda
taklitçiliği, konuşmada ve edep kuralları
alanında yabancılara benzemeye
kalkışmayı yasaklıyor. Çünkü bütün bu
saydıklarımızın arkasında, bir düşünce
tarzını öbüründen, bir hayat biçimini diğer
hayat biçiminden ve bir toplumsal karakteristiği
başka bir toplumsal karakteristikten ayıran o deruni
bilinç saklıdır.
Yine İslâm, Allah'tan gelen ve bu ümmetin uygulamakla
yükümlü olduğu ilahi sistemin dışında bir
başka kaynaktan düşünce ve sistem unsuru iktibas
etmeyi yasakladığı gibi; yeryüzünde yaşayan
milletlerin ve toplumların herhangi biri önünde
psikolojik bozguna, iç yıkıma uğramayı da
yasakladı. Çünkü insanı belirli bir toplumu taklit
etmeye sürükleyen faktör, o toplum karşısında
uğranılan psikolojik bozgun, ruhi çözülmedir.
Müslüman cemaat ise, insanlığın önderi
konumunda bulunmak üzere ortaya çıktı. Buna göre
inanç sistemini olduğu gibi, gelenek ve göreneklerini de
kendisini liderliğe seçmiş olan kaynaktan
almalıdır. Müslümanlar üstün insanlardır,
orta yolu izleyecek, insanların karşısına çıkarılmış
en hayırlı ümmettirler. Buna göre düşüncelerini
ve sosyal düzenlerini hangi kaynağa
dayandıracaklardır? Geleneklerini ve toplumsal
kurumlarını nereden alacaklardır? Eğer
bunları yüce Allah'tan almazlarsa düzeylerini yükseltmek
için görevlendirildikleri, kendilerinden aşağı
konumda olan insanlardan ve toplumlardan almak durumunda
kalacaklardır!
İslâm, insanlığa en yüce düşünce
ufkunu ve sağlıklı sosyal düzeni garanti etmiştir.
Buna dayanarak bütün insanlığı kendini
benimsemeye çağırıyor. İslâm'ın
başka bir temel üzerinde değil de kendi esasları
üzerinde, başka bir sosyal düzen etrafında
değil de kendi sosyal düzeni etrafında, başka
bir bayrak altında değil de kendi sancağı
altında tüm insanlığın birleşmesini
istemesi taassup değildir. İnsanlığı yüce
Allah'a yönelmeye, en yüksek düşünce ve en sağlıklı
sosyal düzen etrafında birleşmeye çağıran,
ilahi nizamdan sapmış cahiliye
bataklığında debelenmekte olan insanların
oluşturacağı bir birliğe karşı çıkan
kişi ya da sistem taassupla suçlanamaz; mutaassıp
olarak görülse bile iyinin, doğrunun ve
yararlının peşinde koşan bir taassuptur bu.
Sırf kendisine ait olan ayrı bir kıbleye yönelen
müslüman cemaat, bu yönelişin anlamını
kavramak zorundadır. Kıble, bu cemaatin namaz
kılarken tarafına döneceği basit bir yön ya da
basit bir mekân değildir. Çünkü bu mekân ya da bu yön
bir sembolden, bir simgeden başka birşey
değildir; başkalarından ayrı ve kendine
özgü olmanın sembolünden... Düşüncede ayrılığın,
kişilikte ayrılığın, amaçta ayrılığın,
endişe ve ideallerde ayrılığın ve
yapıda ayrılığın sembolü yani.
Günümüzün İslâm ümmeti; yeryüzünün her yanını
sarmış bulunan çeşitli cahiliye ürünü
zihniyet ve ideolojinin, cahili hedeflerin, insanlığın
zihnini bulandıran cahili ideal ve beklentilerin ve
dalgalandırılan çeşitli cahiliye
bayraklarının arasında kendini korumaya çalışıyor,
bocalıyor. İşte bu ümmet, egemen cahiliye
toplumlarından farklı bir kişilik kazanmaya,
cahiliye ideolojilerinden esinlenmemiş kendine özgü bir
evren ve sosyal hayat düşüncesi benimsemeye, bu düşünce
doğrultusunda farklı hedef ve idealler seçmeye,
üzerinde yalnızca yüce Allah'ın adının
yazılı olduğu, kendine özgü bir sancak ayrıcalığı
sağlamaya, yüce Allah tarafından bu inanç emanetini
ve mirasını taşımak üzere insanlığın
önüne çıkarılmış, orta yol yolcusu,
örnek bir ümmet olduğunu bilmeye muhtaçtır.
Bu inanç sistemi, eksiksiz ve kapsamlı bir hayat düzenidir.
Bu inanç mirasının varisi, yüce Allah'ın yeryüzündeki
halifesi, insanların örneği ve bütün insanlığı
Allah'a ulaştıran yolda kılavuz olmanın yükümlüsü
olan bu ümmeti, diğerlerinden ayrı ve farklı
yapacak olan şey bu hayat tarzıdır. İslâm
ümmetine kişilik, yapı, hedef, ideal, bayrak ve
kimlik ayrıcalığı sağlayacak olan, ona
uğrunda yaratılarak insanlığın önüne
çıkarıldığı dünya liderliği
konumunu kazandıracak olan faktör, bu ilâhi düzeni
sosyal hayatında gerçekleştirmek, uygulamaktır.
Bu ümmet, bu sosyal düzeni pratik hayata geçirmedikçe hangi
yaldızlı kılığa bürünürse
bürünsün, hangi ideolojiye sarılırsa
sarılsın, hangi bayrak peşinde koşarsa
koşsun, karanlıklar içinde kaybolmaya, özelliklerini
belirsizleştirmeye ve karakteristiklerini
bilinmezliğin kucağına atmaya mahkûmdur!
Şimdi Kıble değişimi olayının çağrıştırdığı
bu ara açıklamayı burada noktalayarak bu konudaki
ayetleri ayrıntılı biçimde incelemeye geçelim:
|
|