Ayetlere haber kipi ile başlanıyor. Tıpkı
bir hikâye anlatır gibi. Tekrarlıyoruz:
"Hani İbrahim ile İsmail, Kâbe'nin duvarlarını
yükseltiyorlardı."
Biz hikâyenin gerisini beklerken ansızın Hz.
İbrahim ile Hz. İsmail geçmişin perdesini
yırtarak karşımıza çıkıyor, biz
de onları hayalimizde canlandırarak değil, çıplak
gözle görür gibi oluyoruz. Karşımıza
dikilmişler, nerede ise yüce Allah'a yakaran seslerini
duyacağız:
"Ey Rabbimiz, yaptığımız işi
kabul et; hiç şüphesiz herşeyi işiten ve
bilensin. Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle,
soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize
ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur.
Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisi ve çok
merhametlisin."
Burada dua namesi, dua musikisi, dua atmosferi, bunların
tümü son derece somut biçimde karşımızda;
sanki şu an oluyormuş gibi canlı, müşahhas
ve hareketli durumda. Bu durum Kur'an-ı Kerim'in etkileyici
üslubunun özelliklerinden biridir. Yani geçmişin
karanlığına karışarak ortadan kaybolan
manzaraları, sesleri işitilebilir, görülebilir,
hareket edebilir, boşlukta yer kaplar ve nefes
alıp-verir gibi somut tablolara dönüştürme özelliği.
Bu elimizdeki ölümsüz Kitaba, yani Kur'an'a yaraşır,
gerçek anlamda bir "Edebi Tasvir" özelliğidir.
Acaba duanın içeriği nedir? Bu içerik
peygamberlik edebi, peygamberliğe yaraşır iman,
şu evrende inancın değerini tam olarak
kavramış peygamberî bir şuurdur. İşte
Kur'an-ı Kerim'in, peygamberlerin varisleri olan mü'minlere
öğretmek, kalplerinin ve duygularının
derinliklerine yerleştirmek istediği bu edep, bu iman
ve bu şuurdur. Tekrarlıyoruz:
"Ey Rabbimiz, yaptığımız bu işi
kabul et; hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve
bilensin."
Burada dile gelen, kabul edilme isteğidir. Asıl amaç
budur. Yapılan iş (Kâbe inşaatı) sırf
Allah için yapılmış bir ameldir. Bu amel tam bir
duyarlılık ve saygı içinde yüce Allah'a
yönelmişliğin somut bir ifadesidir. Ardında
yatan maksat ise Allah'ın hoşnutluğu ve kabulüdür.
Kabul edileceği umudu ise yüce Allah'ın duaların
işiticisi ve bu amelin arkasındaki niyetin ve
şuurun iyi bilicisi olmasına
dayandırılıyor. Devam ediyoruz:
"Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle,
soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize
ibadet yollarımızı göster ve tevbemizi kabul
buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisisin ve
çok merhametlisin."
Burada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, İslâm'a
yöneltilmeleri konusunda Rabblerinin yardımını
istediklerini, kalplerinin, yüce Allah'ın iki
parmağı arasında olduğu gerçeğinin
bilincinde olduklarını, hidayetin sadece Allah'tan
olduğunu, kendilerinin bu konuda hiçbir irade ve güç
sahibi olmadıklarını, yaptıkları
şeyin yönelmek ve istemek olduğunu, kendilerine
yardımcı olacak olanın yüce Allah olduğunu
iyi bildiklerini dile getiriyorlar.
Sonra sözü müslüman ümmetin önemli bir karakteristiğine;
dayanışma, yani kuşaklar arasında inanç
dayanışması karakteristiğine getirerek "Soyumuzdan
da sana teslim olan bir ümmet çıkar" diye
yakarıyorlar.
Bu dua cümlesi, önem verdiği şeyleri açığa
vuruyor. Böyle bir kalbin ana meşgalesi ve birinci
derecede önem verdiği şey, inanç meselesidir. Hz.
İbrahim ile Hz. İsmail'in (selâm üzerlerine olsun)
yüce Allah tarafından kendilerine
bağışlanan nimetin, yani iman nimetinin
değerinin bilincinde olmaları, onları, bu nimetin
kendilerinden sonra da devam etmesini güçlü bir arzu ile
istemeye, hiçbir dengi olmayan bu nimetten soylarının
da yoksun kalmaması için Rabblerine dua etmeye
sürüklüyor. Bu yüzden soylarını çeşitli
ürünlerle beslesin diye yüce Allah'a dua ederken onları
iman besininden de mahrum etmemesini, onlara ibadet yerlerini gösterip
ibadet biçimlerini açıklamasını ve hem
tevbelerinin kabul edicisi hem de merhametli olması
hasebiyle tevbelerini kabul etmesini dilemeyi de unutmuyorlar.
Arkasından da yüce Allah'ın, soylarından
gelecek sonraki kuşakları kılavuzsuz
bırakmamasını dileyerek şöyle diyorlar:
"Ey Rabbimiz, onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı
ve Hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arındıracak,
aralarından bir peygamber gönder. Hiç şüp
Hz. İbrahim ve Hz. İsmail bu sözleri ile,
müslüman ümmetin Hz. İbrahim'in önderlik konumunun ve
Kâbe'nin varisi olduğunu açıkça belirtiyorlar.
Böyle olunca Kâbe, müslümanların kendisine yönelmeleri
normal olan evleridir. Burası müşriklere değil,
onlara yakın. Yine burası müslümanlara yahudi ve hıristiyanların
da yöneldikleri kıbleden daha uygundur.
Buna göre dinlerinin kaynağını Hz.
İbrahim'e bağlayan ve bu varisliği doğru yol
ve Cennet tekelciliği iddialarının
dayanağı yapmak isteyen yahudi ve hıristiyanlar
ile Hz. İsmail'in soyundan geldiklerini ileri süren Kureyşliler
şunlara kulak versinler:
Hz. İbrahim, soyundan gelecek olanların kendisine
mirasçı olmalarını ve insanlığa önder
olma konumlarını sürdürmelerini dileyince yüce
Allah kendisine "Zalimler, asla benim bu taahhüdümün
kapsamına giremezler." buyurdu. Yine Hz. İbrahim,
beldesinin halkı için rızık ve bereket dilerken
bu duasının kapsamına sadece "Allah'a ve
Ahiret gününe inananları" almıştı.
Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, yüce Allah'ın emri
üzerine Kâbe'nin yapımına giriştikleri ve onu
ziyaretçilere temiz tutmayı üstlendikleri zaman
kendilerinin Allah'a teslim olanlardan olmaları,
soylarından kendisine teslim olmuş bir ümmet çıkarması
ve soyuna kendilerinden olan bir peygamber göndermesi için
Allah'a dua etmişlerdi. Allah da onların bu
dualarını kabul ederek soylarından gelen Abdullah
oğlu Hz. Muhammed'i (salât ve selâm üzerine olsun)
peygamber olarak göndermiş ve O'nun elleri ile yüce
Allah'ın emrine bağlı, Allah'ın dininin
varisi olan İslâm ümmetini gerçekleştirmiştir.