Bu surenin daha önceki bölümlerinin içerdiği
tartışma, Kitap Ehline dönüktü. Sözkonusu tartışmanın
eksenini yahudilerin tarihi; onların peygamberlerine,
şeriatlerine yüce Allah ile aralarındaki
antlaşmalarına ve taahhütlerine karşı
takınmış oldukları olumsuz tutumlar
oluşturuyordu. Hz. Musa zamanından başlayarak
Peygamberimin zamanına kadar süren bu dönemin irdelenmesi
sırasında çoğunlukla yahudilerden, bazan da
hristiyanlardan söz ediliyordu. Bu arada, Ehli Kitap ile uyuştukları
ya da Ehli Kitab'ın kendileri ile aynı görüşü
paylaştıkları konular ortaya çıktıkça
zaman zaman müşriklere (putperestlere) de
değinilmişti.
HZ. İBRAHİM DÖNEMİNE BİR BAKIŞ'
Şimdiki bölümde ise Hz. Musa döneminden daha eski bir
tarih dönemine, yani Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun)
dönemine geçiliyor. Hz. İbrahim kıssası, burada
ele alınan biçimiyle, hem ayetlerin akışı içinde
yerine oturuyor, hem de yahudiler ile Medine'de oluşan müslüman
cemaat arasında amansız ve çok yönlü çatışmada
son derece önemli bir rol oynuyor.
Yahudiler ile hıristiyanlar soy bakımından Hz.
İshak (selâm üzerine olsun) yolu ile Hz. İbrahim'e
dayanırlar. Onlar gerek bu mensubiyetten ve gerekse yüce
Allah'ın Hz. İbrahim ile soyundan gelenlere
vaadettiği gelişme ve bereketten, O'na ve kendisinden
sonra gelecek olan soyuna yapmış olduğu
vaadlerden gurur duyuyorlardı. Bundan dolayı
doğru yolu, din önderliğini, davranış ve
uygulamaları ne olursa olsun Cennet'i kendi tekellerinde görüyorlardı.
Kureyş kabilesi de soy bakımından Hz.
İsmail (selâm üzerlerine olsun) yolu ile yine Hz.
İbrahim'e dayanır. Bunlar da bu mensubiyetten gurur
duyuyorlar, bu durumu Beytullah'ın yönetim ve bakım
yetkisini ellerinde tutmalarının gerekçesi olarak
kullandıkları gibi Araplar üzerinde dini otorite
sahibi, üstün, itibarlı ve saygın bir konumda
olmalarını buna dayandırıyorlardı.
Bir önceki ayetlerde Cennet ile ilgili, klişeleşmiş
yahudi ve hıristiyan iddiaları şöyle dile
getirilmişti:
"Onlar; `Yahudiler ile hıristiyanlardan başka
hiç kimse Cennet'e giremeyecek' dediler."
Burada da onların doğru yolda yürümek isteyen
müslümanları yahudileştirme ya da
hıristiyanlaştırma girişimleri
anlatılarak sözkonusu iddia ile bu girişim
arasında bağlantı kuruluyor:
Ayrıca burada mescidlerde yüce Allah'ın
adının anılmasına engel olanlardan ve
oraları yıkmaya çalışanlardan da sözedilmeye
devam ediliyor. Bir önceki bölümün bu konu ile ilgili
ayetlerini açıklarken şöyle demiştik: "Bu
ayeti celile, özellikle, yahudilerin kıble
değiştirilmesi olayı ve bu olayı bahane
ederek müslümanlar arasında giriştikleri zehirli
propaganda ile ilgili olabilir."
Şimdi burada, ayetlerin akışı ile uyumlu
bir havada Hz. İbrahim'den, Hz. İsmail'den, Hz.
İshak'dan (selâm üzerlérine olsun), Kâbe'den, bu
mabedin yapılışından ve bakımından
sözediliyor. Amaç; yahudilerin, hıristiyanların ve müşriklerin,
ağız birliği ile, bu isimlerle aralarında
bağ ve ilişki kuran iddiaları konusunda
katıksız gerçekleri belirlemek ve müslümanların
yönelecekleri kıble olayını açıklığa
kavuşturmaktır.
Bu arada yine konu ile uyumlu olarak Hz. İbrahim'in
katıksız Tevhid ilkesine dayanan dininin gerçek
mahiyeti, bu din ile Ehl-i Kitab'ın ve müşriklerin
ortaklaşa bağlı oldukları
yozlaşmış ve sapık inançların
birbirinden uzak oldukları, buna karşılık
Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'in ve yahudilerin
atası olduğu için, İsrail olarak da anılan
Hz. Yakub'un inançları ile müslüman cemaatin inanç
sistemini oluşturan son din arasında
yakınlık olduğu anlatılıyor.
Bunlara bağlı olarak yüce Allah'ın dininin
birliği, bütün peygamberler arasında elden ele geçerken
bir zincirin halkaları gibi bir süreklilik gösterdiği,
herhangi bir milletin ya da ırkın tekelinde
olduğu düşüncesinin asılsız olduğu
vurgulandıktan sonra inanç sisteminin kör akrabalık
taassubunun değil, mümin kalbin mirası olduğu,
bu mirasa varis olmanın kan ya da ırk
yakınlığına değil, iman ve inanç
sistemi yakınlığına dayandığı,
buna göre bu inanç sistemine inananların ve onun
gereklerini yerine getirenlerin, hangi kuşaktan ve hangi
kabileden olurlarsa olsunlar, bu dinin bağlıları
olmaya onun önderlerinin öz çocuklarından ve soyca
akrabalarından daha lâyık oldukları, çünkü bu
dinin yüce Allah'ın dini olduğu, yüce Allah ile
kullarından hiçbiri arasında soy ve kan
bağı bulunmadığı belirtiliyor.
Kur'an-ı Kerim, İslâm düşünce sisteminin
temel dayanaklarının bir bölümünü oluşturan
bu gerçekleri burada şaşırtıcı bir
ifade uyumu, estetik bir sıralama ve anlatım düzeni
içinde açıklıyor. Bizleri Hz. İbrahim döneminden
başlayan bir tarih yolculuğunda adım adım
ilerletiyor. Bu yolculuk sırasında Hz. İbrahim'in
Rabbi tarafından imtihan edildiğini, bu imtihanı
kazanarak seçildiğini ve bunun sonucu olarak insanlara
önder yapıldığını anlatıyor. Bu
yolculuğu Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun)
ilâhî önderliği altında doğup gelişen
İslâm ümmetine bağlıyarak sürdürüyor. Bu
ümmetin doğup gelişmesini Hz. İbrahim ile Hz.
İsmail'in Kâbe'nin duvarlarını yükseltirken
yapmış oldukları duanın yüce Allah tarafından
kabul edilişi ile irtibatlandırıyor. Sonunda bu
emanetin varisi olmaya Hz. İbrahim'in tüm torunlarının
değil de sadece bu ümmetin hak kazandığını
vurguluyor ve bu inanç varisliğine dayanaklık eden
tek gerekçenin Peygambere inanmak, bu imanın gereğini
güzelce yerine getirmek ve bu inancın getirdiği düşünceyi
koruyarak sürdürmek olduğunu anlatıyor.
Ayetlerde bu tarihi yolculuk boyunca şu noktalara da
parmak basılıyor: Sırf yüce Allah'a yönelmek
anlamına gelen İslâm, ilk peygamberlik misyonunun
özünü oluşturduğu gibi son peygamberlik misyonunun
özünü de oluşturur. Hz. İbrahim'in inancı bu
olduğu gibi ondan sonra gelen Hz. İsmail'in, Hz.
İshak'ın, Hz. Yakub'un ve torunlarının da
inancı budur. Bu inanç daha sonra aynı şekilde
Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya, bir süre sonra da Hz.
İbrahim'in varisleri olan müslümanlara devredildi. Demek
ki, kim bu değişmez inanç sistemine kararlılıkla
sahip çıkarsa hem bu inancın ve hem de bu
inancın içerdiği taahhüt ve müjdelerin varisi olur.
Buna karşılık kim bu inanç sisteminden sapar da
kendi iradesi ile Hz. İbrahim'in dininden
ayrılırsa yüce Allah'a vermiş olduğu sözden
caymış ve bunun sonucu olarak bu inanç sisteminin
içerdiği taahhüt ve müjdelere varis olma hakkını
kaybetmiş olur.
Buna göre, yahudilerin, ve hıristiyanların
sırf Hz. İbrahim'in soyundan geldikleri için Allah'ın
seçkin ve imtiyazlı kulları oldukları, Hz.
İbrahim'in varislerinin ve temsilcilerinin kendileri
olduğu biçimindeki tüm iddiaları geçersiz hale
geliyor. Çünkü onlar bu inanç sisteminden saptıkları
andan beri sözünü ettikleri varislik hakkını
kaybetmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, Kureyş
kabilesinin, Kâbe'nin denetimi, gözetimi ve bakımı
konusunda öncelik hakkına sahip oldukları
şeklindeki tüm iddiaları da geçersiz oluyor.
Çünkü bu kabile Kâbe'nin kurucusu ve duvarlarının
yükselticisi olan Hz. İbrahim'in inancından
ayrılmakla, onun mirasçıları olma
hakkını yitirmişlerdir. Aynı gerekçe ile
müslümanların yönelecekleri kıble konusundaki
yahudi iddiaları da tümü ile desteksiz kalıyor.
Çünkü Kâbe, müslümanların ve atalârı Hz.
İbrahim'in kıblesidir.