Yani "senin görevin tebliğ etmekten,
aldığın emri yerine getirmekten ibarettir. Bunu
yapınca senin fonksiyonun sona erer."
"Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin." Yani
"işledikleri günahlar ve nefislerinin arzularına
uymaları sebebiyle Cehenneme girenlerden sen sorumlu
değilsin."
"Yahudiler ile hıristiyanlar seninle savaşmaya,
sana tuzak kurmaya devam edecekler, seninle barış
yapmayacaklar, senden hoşnut olmayacaklardır. Ancak
sen bu görevi ihmal ettiğin, bu gerçeği savunmaktan
vazgeçtiğin ve bu kesin hidayeti bırakarak
onların az önce anlatılan
sapıklıklarını, müşrikliklerini ve
sakat zihniyetlerini onayladığın takdirde seni
severler, senden hoşnut olurlar."
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar
senden asla hoşlanmayacaklardır."
İşte asıl sebep budur. Onların
eksiği delil değildir. Onların eksiği senin
haklı olduğuna, Rabbin tarafından sana gelen
mesajın gerçek olduğuna inanmamak değildir.
Onlara olanca delillerini sunsan, olanca sevgini önlerine
sersen bunların hiçbiri ile hoşnutluklarını
kazanamazsın. Ancak dinlerine uymakla ve yanındaki gerçeğe
sırt dönmekle onların hoşnutluğunu
kazanabilirsin.
Her dönemde ve her yerde somut olarak karşımıza
çıkan sürekli anlaşmazlık konusu,
değişmez çıban başı budur. Bu çıban
başı inanç meselesidir. Yahudilerin ve hıristiyanların
müslüman cemaate karşı verdikleri amansız
savaşın gerçek mahiyeti budur. Bu mücadele, her ne
kadar zaman zaman birbirleri ile çatıştıkları
görülüyorsa da bu iki kamp ile İslam arasında
kıyasıya devam etmektedir. Bazan aynı inanç kampının
alt grupları arasında da sürtüşme olur. Fakat
bu alt gruplar İslâm'a ve müslümanlara karşı
her zaman eleledirler.
Dediğimiz gibi bu mücadele, temelde ve gerçek mahiyeti
ile bir inanç savaşıdır. Fakat İslâm'ın
ve müslümanların bu iki koyu düşman kampı, bu
savaşa değişik renkler
yakıştırırlar; olanca hilekârlıklarını,
kurnazlıklarını, ikiyüzlülüklerini kullanarak
bu savaş için çeşitli kılıflar uydururlar.
Onlar din sancağı altında müslümanların
karşısına çıktıklarında
onların dinleri ve inançları uğruna nasıl
kahramanca çarpıştıklarını tecrübe
etmişlerdir. Bu yüzden dinimizin bu tarihi düşmanları
uyanmışlar ve savaşın rengini
değiştirmişlerdir. Artık onlar bu
savaşın asıl niteliğini ortaya koyarak inanç
savaşı olduğunu açıkça söylemiyorlar.
Öyle söyleseler müslümanların inançları
uğruna gösterecekleri kahramanlıktan, bu
kahramanlığın getireceği coşkunluktan
korkuyorlar. Bunun yerine aradaki savaşa "toprak
savaşı", "ekonomik savaş", "siyasi
savaş", "stratejik savaş" gibi adlar
takıyorlar. Ayrıca aramızdaki aldanmış
gafillerin beyinlerine sokmaya çalışıyorlar ki,
inanç savaşı, artık anlamsız bir eski hikâye
olmuştur, artık o sancağı havaya
kaldırarak onun ismi altında savaşmak yersiz ve
geçersizdir. Böyle bir şeye ancak tutucular, gericiler
girişirler!
Onlar bu zehirli propagandayı inanç coşkunluğundan
ve kahramanlığından kurtulmak için yapıyorlar.
Oysa onlar, yani uluslararası Siyonizm, dünya Hıristiyanlığı
ve bunlara ek olarak evrensel Komünizm soğukkanlı bir
kararlılık içinde öncelikle bu granit kayayı
parçalamak amacı ile müslümanlara karşı
savaşmaktadırlar. O granit kaya ki, yüzyıllar
boyunca ona toslamışlar ve her defasında tümünün
kafatası parçalanmıştır.
Bu savaş inanç savaşıdır. Yoksa toprak
savaşı, ekonomik savaş ya da stratejik amaçlı
savaş değildir. Bu uydurma kılıfların
ve yakıştırmaların hiçbir asli yoktur. Düşmanlarımız
gizli ve tarihi maksatları uğruna bu uydurma
yaftaları kafamıza sokmaya çalışıyorlar.
Onlar bizi bu savaşın gerçek mahiyeti ve asıl
karakteri hakkında yanılgıya düşürmek
istiyorlar. Eğer biz onların bu yalancı
propagandalarına aldanırsak kendimizden başka hiç
kimseyi kınamamalı, hiç kimsede kabahat aramamalıyız.
Çünkü bu durumda sözlerin en doğrusunu söyleyen yüce
Allah'ın Peygamberine ve O'nun ümmetine yönelttiği
direktiften uzak düşmüş oluruz. Tekrar okuyalım:
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar
senden asla hoşlanmayacaklardır."
İşte onları hoşnut edebilecek yegâne
bedel. Bunun dışındaki herşeyi peşinen
reddederler, ellerinin tersi ile geri çevirirler.
Fakat kesin emin ve doğru direktif hemen arkadan geliyor:
"De ki; `Doğru yol, sadece Allah'ın gösterdiği
yoldur."
İfade son derece öz ve kısa! "Doğru yol,
sadece Allah'ın gösterdiği yoldur". Bu konuda
taviz yok... Bundan vazgeçmek sözkonusu değil.. Bu
hususta esneklik ve gevşeklik yok... Bu ilkenin
zararına hiçbir uzlaşmaya girişilemez... Onun küçük-büyük
hiçbir kırıntısı bile pazarlık konusu
edilemez... İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin...
Sakın ha! Onları hidayete erdirmek, onların
iman etmelerini sağlamak, onların dostluğunu ve
sevgisini kazanmak gibi endişe ve arzular seni bu ince
yoldan saptırmasın.
"Eğer sana gelen bilgiden sonra onların
arzularına, keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah
tarafından ne bir dost ve ne de bir destekçi bulamazsın."
Bu korkunç tehdit, bu kesin ifade ve bu ürkütücü azap
uyarısı. Kime dönük? Yüce Allah'ın Elçisine,
Peygamberine ve keremli sevgilisine dönük! Bunlar birtakım
nefsi arzulardır. Eğer sen doğru yoldan,
Allah'ın gösterdiği doğru yoldan saparsan -ki
ondan başka bir doğru yol yok-... İşte
onları senin karşında takındıkları
olumsuz tutumu takınmaya sürükleyen faktör, onların
bu nefsi arzularıdır, yoksa senden kaynaklanan bir
delil yetersizliği ya da inandırma
zayıflığı değildir.
Onların arasında nefislerinin bu arzularından
sıyrılabilenler ellerindeki kitabı gereğince
okurlar ve bunun sonucu olarak senin yanındaki gerçeğe
inanırlar. Bu gerçeği inkâr edenlere gelince, onlar
hüsrana uğrayacaklardır. Sen ve müminler değil!
"Kendilerine verdiğimiz kitabı gereğince
okuyanlar varya, işte onlar ona inananlardır. Onu inkâr
edenler ise hüsrana uğrayanlardır."