Bu, "Allah oğul edindi" şeklindeki sakat
iddia, sadece hıristiyanların Hz. İsa (selâm
üzerine olsun) ile ilgili iddiaları değildir,
yahudiler de Hz. Üzeyir için aynı şeyi söylüyorlardı.
Tıpkı bunlar gibi müşrikler (putperestler) de
melekler hakkında aynı iddiayı ileri sürüyorlardı.
Bu ayet sözkonusu grupların iddialarını
ayrı ayrı anlatmıyor. Çünkü konunun akışı
o günün Arap yarımadasında İslâm'a karşı
çıkan bu üç grubu ana hatları ile tanıtmak
amacını taşıyor. Ne tuhaftır ki, bu
üç grup uluslararası Siyonizm, dünya Hristiyanlığı
ve evrensel Komünizm şemsiyeleri altında günümüzde
de İslâm'a kıyasıya karşı çıkan
akımları oluşturuyorlar. Yalnız,
milletlerarası Komünizm o günün müşriklerinden
çok daha koyu bir küfür akımıdır. Ayetin, bu
üç grubu aynı kategoride birleştirmesi, yahudiler
ile hristiyanların sırf kendilerinin doğru yolda
olduğu biçimindeki iddialarını boşa çıkarıcı
niteliktedir. Çünkü bu iki grubun her ikisinin de müşrikler
(putperestler) ile aynı düzeyde oldukları görülüyor.
Ayetlerin devamında, bu grupların yüce Allah ile
ilgili diğer sakat görüşlerine geçilmeden önce
hemen yüce Allah'ın bu sapık düşünceden
münezzeh olduğu vurgulanmakta ve yüce Allah ile tüm
yaratıkları arasındaki ilişkinin gerçek
mahiyeti açıklanmaktadır:
"O, böyle bir şeyden münezzehtir. Göklerdeki ve
yeryüzündeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na
boyun eğmişlerdir.
Şimdi söz sırası İslâm'ın yüce
Allah ile ilgili, yaratıcı ile yarattıkları
arasındaki ilişkinin türü ile ilgili ve yaratıkların
yaradandan nasıl sadır oldukları ile ilgili
soyutlayıcı ve eksiksiz düşüncesine geldi. Bu
düşünce, sözünü ettiğimiz realiteleri birarada
ifade eden en seviyeli ve açık görüş
tarzıdır.
Bu görüşe göre kâinat, üstün ve mutlak iradenin
"Kün feyekün (ol der ve oluverir)" ilkesi uyarınca
yaratıcısından sadır olur. Bu iradenin
herhangi bir varlığı yaratmaya yönelmesi, aracı
bir gücün ya da maddenin bulunmasına gerek
duyulmaksızın sözkonusu varlığın
önceden belirlenen biçimde varolmasını tek
başına sağlayıcı niteliktedir.
Peki mahiyetini bilmediğimiz bu üstün irade,
kendisinden sadır olmasını murad ettiği sözkonusu
varlıkla nasıl ilişki kuruyor? Bu nokta, insan
idrakinin kavrayamadığı, içyüzünü açıklayamadığı
bir sırdır. Çünkü insan kapasitesi bu noktayı
idrak etmeye elverişli ve yatkın değildir. Zira
bu noktayı kavramak, insanın yaratılış
amacı olan yeryüzü halifeliği ve·yeryüzünü imar
etme görevi açısından gerekli değildir. Yüce
Allah insanoğluna yeryüzündeki görevinde yararlanacağı
kâinat kanunlarını keşfetme ve bunları
pratikte kullanma yeteneği verdiği oranda ona bu
önemli halifelik görevi ile ilgisi olmayan başka bir
alemin sırlarını kapalı tutmuştur.
Çeşitli felsefi akımlar hiçbir yol gösterici
ışığın bulunmadığı uçsuz-bucaksız
bir çölde taban tepmişlerdir. Amaçları ise bu
sırları keşfetmekti. Bu uğurda, sözünü
ettiğimiz alanla ilgili hiçbir yapısal
yatkınlığa sahip olmayan, bu alanı kavrama
ve bilme araçları ile kesinlikle
donatılmamış olan insan idrakinden
kaynaklanmış birçok faraziyeler ve varsayımlar
ortaya koymuşlardır. Bu faraziyelerin en yüksek
seviyeleri bile insanı hayrete düşürecek ona "Nasıl
olur da bir filozof böyle bir şey ileri sürer?"
dedirtecek derecede gülünç oluyor. Bunun tek sebebi,
sözkonusu filozofların insan idrakini doğal
yaratılışının dışına çıkarmaya,
onu yetki alanının dışına
taşırmaya kalkışmalarıdır.
Böyle olduğu için hiçbir tatmin edici sonuca varamamışlar,
daha doğrusu bu konudaki İslâm düşüncesini
bilen ve onun etkisi altında kalan bir kimsenin saygı
duyabileceği hiçbir sonuç elde edememişlerdir.
İslâm bu konudaki realist yaklaşımı
sayesinde inanmış bağlılarını bu uçsuz-bucaksız
çölde kılavuzsuz olarak taban tepmekten, daha baştan
yanlış metoda dayanan bu karanlık maceraya
atılmaktan korumuştur. Fakat bazı taklitçi
İslâm felsefecileri özellikle eski Yunan felsefecilerinin
etkisiyle bu yüksek doruklara tırmanmaya
kalkışınca eski Yunanlı üstadları gibi
karmaşık ve yanılgılı
varsayımlardan başka birşey elde edemediler.
Onlar bu hareketleriyle İslâm düşüncesine bu düşüncenin
tabiatı ile bağdaşmayan, özü ile uyuşmayan
yabancı unsurlar bulaştırdılar. Bu durum
insan aklını yetki alanı dışına
taşırmayı, yaratılışındaki
özelliğin ötesine çıkarmayı amaçlayan her
girişimin karşılaşacağı kesin
akıbettir.
İslâm düşüncesine göre varlıkların
yaratıcısı, yarattığı
varlıkların hiçbirine benzemez, O tektir. Bunun doğal
bir sonucu olarak İslâmî düşünce, müslümanların
dışındaki birtakım inanç mensuplarının
anladığı gibi "vahdet-i vücud (varlıkların
birliği)" kavramını reddeder. Yani "varlıklarla
yaratıcı birleşik bir bütündür" ya da
"Varlık alemi yaratıcının zatından
kaynaklanan ışınlardan ibarettir" veya
"varlık alemi, yaratıcısının görülebilen
bir sureti, bir yansımasıdır" şeklinde
ifade edebileceğimiz yahut aynı esasa dayalı
başka bir biçimde anlatılabilen "vahdet-i vücud"
kuramı İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz.
Fakat bununla birlikte İslâm düşüncesinde de
"Tevhid" diye tanımlanan varlık bütününü
kapsamına alan bir birlik vardır. Bu birlik,
varlık aleminin aynı yaratıcı iradeden
meydana gelmiş olması, gelişimini düzenleyen
kanunlar sisteminin bir oluşu;
yaratılışının, koordinasyonunun,
kullukta ve saygıda Rabbine yönelişinin bir
olması anlamındadır. Okuyalım:
"Göklerdeki ve yerdeki varlıkların tümü
O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir."
Göklerdeki ve yerdeki varlıklar içinde onun evlâdı
olduğunu düşündürecek hiçbir gerekçe ortada
yoktur. Çünkü varolan her şey aynı derecede ve
aynı aracın sonucu olarak O'nun
yaratığıdır. Tekrarlıyoruz:
"O göklerin ve yerin yoktan varedicisidir. O bir
şeyin varolmasını dileyince ona sadece "ol"
der ve o da olur"
İlâhî iradenin varlıklara yönelmesi olayı
insan idrakinin bilemeyeceği bir şekilde gerçekleşiyor.
Çünkü bu olay, insan idrak kapasitesinin dışında
kalır. Buna göre, bu sırrın künhüne ermeye
çalışmak, boşuna enerji harcamak ve uçsuz
bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepmektir.
Yukardaki ayetlerde Kitap Ehli'nin, yüce Allah'ın evlâdı
olduğunu iddia eden sözleri sunulduktan ve bu saçma
sözler düzeltilip reddedildikten sonra müşriklerin
aynı türdeki sözlerine geçiliyor. Bu sözler, aynen
Ehl-i Kitab'ın benzer sözlerine kaynaklık eden
yanlış düşünceye dayanıyor:
"Bilmeyenler; `Allah bizimle konuşmalı ya da
bize bir mucize gelmeliydi' dediler. Onlardan öncekiler de
onların dediklerinin benzerini söylemişlerdi."
Buradaki "bilmeyenler" okuma-yazmasız müşrikler,
yani putperestlerdir. Bunların hiçbir kitap kaynaklı
bilgileri yoktu. Sık sık Peygamberimizin (salât ve
selâm üzerine olsun) karşısına dikilerek yüce
Allah'ın kendileri ile doğrudan
konuşmasını ya da kendilerine somut, mucizenin gösterilmesini
istiyorlardı. Onların bu sözlerinin burada hatırlatılmasının
nedeni, kendilerinden öncekilerin -yani yahudiler ile diğer
kitap ehlinin- de vaktiyle kendi peygamberlerinden aynı
isteklerde bulunmuş oldukları gerçeğini
vurgulamaktır. Bilindiği gibi Hz. Musa'nın (selâm
üzerine olsun) kavmi yüce Allah'ı açıktan açığa
görmeyi istemiş, ayrıca kendilerine mucize gösterilmesinde
ısrar etmişlerdi. Demek oluyor ki, bunlar ile onlar
arasında karakter, zihniyet ve sapıklık
bakımından benzerlik vardır.