Görülüyor ki, takva sahiplerinin ilk
karakteristik özelliği, aktif ve yapıcı bir
şuur birliğidir. Takva sahiplerinin
vicdanlarında, görünmeyene (gaibe) inanmak ile farz
ibadetleri yerine getirmenin, bunun yanında
peygamberlerin tümüne inanmakla Ahiretten kuşku
duymamanın birliği. İşte İslâm
inanç sistemine üstünlük kazandıran, mümin vicdana
seçkinlik sağlayan; bütün insanlar için ortak bir
buluşma zemini olsun, böylece bütün insanlığa
egemen olsun da kanatları altında insanlara hem düşünceyi
hem pratiği hem inancı ve hem de toplumsal düzeni
içeren eksiksiz bir hayat tarzı, hem duyguları ve
hem de yaşama biçimleri ile bütünleşecekleri bir
yaşama şekli yaşatsın diye gelen son inanç
sistemine yakışan bütünlük ve çok yönlülük
budur.
`Onlar ki görmediklerine inanırlar'
Buna göre takva sahiplerinin ruhları
ile bu ruhların ve bütün varlık aleminin
kaynağı olan yüce güç arasında varolan
sıkı ilişkiye duygusal engeller mani olamaz.
Yine bu takva sahiplerinin ruhları ile diğer fizik
ötesi gerçekler, güçler, enerjiler, yaratıklar ve
varlıklar arasına duyu organları engel olarak
giremez.
Görünmeyene inanmak; insanın, sadece
duyu organlarının algılama kapasitesi ile
yetinen hayvanlık düzeyini aşarak insanlık
mertebesine yükselmesini sağlayan ilk eşiktir. O
insan ki, varlık aleminin, duyu organları ile ya da
duyu organlarının uzantısı olarak görev
yapan aygıtlar alemi ile algılayabildiği küçük
ve sınırlı kesimden çok daha geniş çaplı
olduğunun bilincindedir.
Bu bilinç, insanın tüm varlık
aleminin mahiyetini, kendi öz varlığının
mahiyetini, bu varlık aleminin yapısında
bulunan güçlerin mahiyetini, fizik ve fizikötesi varlık
aleminde bulunan güç ve plân ile ilgili algılarının
sağlıklı olmasını derinliğine
etkileyen bir düşünce aşamasıdır.
Aynı zamanda yeryüzünde hayatını da
derinliğine etkilemektedir. Çünkü sadece duyu organlarının
algılayabildiği dar bir alanda yaşayan biriyle,
sezgisi ve basireti sayesinde kavradığı büyük
bir evrende yaşayan insan bir değildir. Zira
basiretini kullanan bu insan, bu büyük alemin kıvrımlarında
ve derinliklerinde barındırdığı
yankıları ve gizli mesajları algılar. Yine
bu insan kısacık ömrü ve kısır
şuurunun yardımıyla
algıladığı dünyanın geniş alem
içinde bir hiç olduğunu, asıl evrenin ise hem
zaman hem mekan bakımından çok daha geniş
olduğunu anlar. Asıl alemin gözleriyle, duyu
organlarıyla algıladığı fizikî alem
değil, gizli sırlarla, dolu fizik-ötesi alem olduğuna
inanır. Sadece fiziki alemle yetinen biri ile bir olur mu
böyle bir insan. Zaten gözlerin algılayamadığı
ve akılların kavrayamadığı ilâhî
zat gerçeği işte bu fizik-ötesi alemden kaynaklanır,
varlığı onun varlığına
dayanır.
Böylesine yüksek bir bilincin oluşması
halinde sınırlı alanlı düşünce
yeteneği dağınıklıktan, parçalanmaktan,
yaratılış amacı dışındaki
işlerle uğraşmaktan, kavrama gücüne sahip
olmadığı işlemlerle oyalanmaktan,
faydasız yerlerde boşu boşuna harcanmaktan
korunmuş olur.
Sebebine gelince, insana
bağışlanan düşünme yeteneği ona
yeryüzündeki halifelik fonksiyonunu yerine getirmesi için
bağışlanmıştır. Bu demektir ki,
insan düşünme yeteneğini kullanarak içinde yaşadığı
hayatın sorunlarını çözmekle yükümlüdür.
O, bu hayatın problemlerini ve imkânlarını
enine-boyuna inceler, çalışır, üretir, bu
hayatı daha gelişmiş ve daha güzel hale
getirir. Şu şartla ki sözkonusu düşünce
gücü, varlık aleminin bütünü ve bu varlık bütününün
yaratıcısı ile doğrudan ilişkili olan
ruh gücü ile dayanışma halinde olmalı ve
akılların kavrayamayacağı gayb alemindeki
meçhule, bilinmeze pay bırakmalıdır.
Bunun yerine gücü yeryüzü ve üzerindeki
pratik hayatın boyutları ile sınırlı
olan akılla, üstelik ilham verici ve ufuk açıcı
ruhla dayanışma halinde olmaksızın ve
akılların almayacağı gayb alemine pay
tanımaksızın fizik-ötesi alemi kavrama girişimine
gelince böyle bir girişim her şeyden önce başarısız
kalmaya mahkûmdur. Ayrıca yanılgıya
dayalı boş bir girişimdir.
Başarısızlığa mahkumdur; Çünkü bu
alanı, yani fizik-ötesi alemi gözlemek üzere yaratılmamış
olan bir aracı kullanıyor. Boş bir
girişimdir; çünkü böyle bir alanı kavramak
üzere yaratılmamış olan akıl enerjisini
boş yere harcıyor.
İnsan aklı, öncelikle tartışmasız
(bedihi) kural olan, "sınırlının
sınırsızı kavrayamayacağı"
ilkesini kabul edince öz mantığına
duyacağı saygının sonucu olarak kabul
etmek zorunda kalır ki; sınırsızı,
yani mutlak gerçeği kavraması imkânsızdır
ve onun bilinmezi (meçhulü) idrak edememesi, bu bilinmezin,
gaybın gizli alemindeki varlığı ile çelişmez.
Bu durumda gayb alemini kavrama fonksiyonunun aklın
dışında bir başka yeteneğe havale
edilmesi gerekir ve bu konudaki bilginin, açığı-gizliyi,
görüneni-görünmeyeni bilgisinin kapsamı içinde
bulunduran ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'dan alınması
kaçınılmazdır. Aklın
mantığına saygı gösterilmesi anlamına
gelen bu tutum, müminler tarafından tam anlamı ile
benimsenmiştir. Bu tutum, aynı zamanda takva
sahiplerinin ilk niteliğidir.
Görünmeyene (gaybe) inanmak, insanın
hayvanlar alemi düzeyinin üstüne yükselmesi konusunda yol
ayrımı oluşturur. Fakat günümüzün
materyalistleri, bütün zamanların materyalistleri gibi
insanı, duyu organlarının
algıladıkları dışında hiçbir
varlığın onaylanmadığı
hayvanlık düzeyine indirmek istiyor ve bu kavrama
körlüğüne "ilericilik" adını
veriyorlar. Oysa bu yaklaşım, yüce Allah'ın, müminleri
içine düşmekten koruduğu bir tersine gidiştir.
Allah, müminleri bu tersine gidişten koruyarak "görünmeyene
inanmak" sıfatını onların
ayırıcı niteliklerinden biri
yapmıştır. Sayısız nimetlerine
karşılık Allah'a hamdolsun. Ve yine tersine
gidenler ile başaşağı dönenlere yazıklar
olsun!
"Namazı kılarlar"
Yani o takva sahipleri, ibadeti tek olan
Allah'a yöneltirler ve böylece kullara ya da nesnelere tapma
düzeyinin üzerine yükselirler. Başka bir deyimle hiçbir
sınırla sınırlı olmayan o yüce varlığa
yönelirler, başlarını kulların önünde
değil, Allah'ın önünde eğerler.
Gerçek anlamda Allah'a secde eden ve
gece-gündüz Allah'a bağlı olan kalp,
varlığı gerekli olan (vacib-ul vücud) Allah'a
sebep yolu ile bağlı olduğunun bilincinde olur,
yeryüzüne bağımlı olmaktan, yeryüzü
ihtiyaçları içinde kendini kaybetmekten daha yüce bir
hayat gayesi benimser, yaratanla doğrudan ilişkide
olduğu için diğer yaratıklar
karşısında kendini daha güçlü hisseder.
Bütün bunlar insan vicdanı için güç kaynağı
olduğu kadar takva ve kötülüklerden kaçınmanın
da kaynağıdır. Aynı zamanda
kişiliği eğiterek onun düşüncelerine,
bilincine ve davranışlarına "ilâhî"lik
niteliği kazandıran son derece önemli bir
faktördür.
"Onlar kendilerine verdiğimiz
rızıktan başkalarına da verirler"
Onlar her şeyden önce ellerinde
bulunan malların kendileri tarafından
kazanılmış şeyler
olmadığını, aksine bunların Allah
tarafından kendilerine
bağışlandığını kabul
ederler. Allah'ın bağışlamış
olduğu rızık nimetini tanımaktan ve
bilmekten, düşkünlere iyilik etmenin, aynı
yaratıcının aile fertleri demek olan tüm
insanlar arasında dayanışma duygusu, bütün
insanları insanlık bağı ile birbirine
kaynaşmış kardeşler saymanın bilinci
doğar. Bütün bu duyguların değeri insan
nefsini cimrilik illetinden arındırarak ona iyilik
yapma arzusu aşılamasında görülür. Bu
duygular sayesinde hayat, acımasız bir
kıyım alanı değil, bir
yardımlaşma ve işbirliği plâtformu olur.
Yine bu duygular sayesinde güçsüzler, zavallılar ve
eli darda olanlar güvenliğe kavuşurlar;
tırnaklar, pençeler ve azı dişleri
arasında değil de; kalbler, yüzler ve vicdanlar
arasında yaşadıkları bilincine
varırlar.
"Yardım etmek (infak)" zekât
ve sadaka ile birlikte diğer iyilik yapma türlerini de
içeren bir kavramdır. Yardım etmek, zekât verme
yükümlülüğünden daha önce yasallaşmış
bir şeriat ilkesidir. Çünkü "infak" kavramı
zekatı da içine alan ve yardımlaşmada
sınır koymayan daha geniş bir kavramdır.
Nitekim Fatıma binti Kays'ın bildirdiğine göre
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Malda
zekâtın dışında daha başka haklar
vardır."(Tirmizi)
Zekâtın farz oluşundan daha önce
söylenmiş olan bu hadisin temel amacı, yardım
etme ilkesinin geniş
kapsamlılığını vurgulamaktır.
"Onlar gerek sana ve gerekse senden
önce indirilen kitaplara inanırlar."
Bu sıfat; semavî inançların
varisi, insanlığın
başlangıcından günümüze kadar gelen
peygamberlerin misyonlarının varisi, inanç ve
peygamberlik mirasının koruyucusu, dünyanın
son gününe kadarki iman kervanının
şaşmaz yolcusu olan İslâm ümmetine yaraşan
bir niteliktir...
Bu sıfatın değeri;
insanlığın birliği,
insanlığın dininin birliği,
peygamberlerinin birliği ve Rabbinin birliği
şuurunu aşılamasında görülür... Bu sıfatın
değeri; ruhu, diğer dinlere ve bu dinlerin
doğru yolundan sapmayan bağlılarına
karşı besleyebileceği kör taassuptan arındırmasında
meydana çıkar.. Bu sıfatın değeri; çağlar
ve kuşaklar boyunca insanlığın, yüce
Allah'ın gözetimi altında olduğuna dair
beslenen güven duygusunda belirir... Aynı dine ve
aynı hidayet kaynağına dayanan peygamberlerin
ve peygamberlik misyonunun tarihin akışı içinde
ardarda sıralanması olgusunda beliren bu ilâhi
gözetimin değeri günlerin ve devirlerin değişmesine
rağmen tıpkı karanlıklar ortasında
yol gösteren kutup yıldızı gibi
değişmezliğini ve sürekliliğini sürdüren
ilâhî rehberlik ile onur duyma duygusunda kendisini
gösterir.