O |
A´raf
|
O |
|
94- "Peygamber gönderdiğimiz her ülkenin halkını,
ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka
sıkıntılara ve belalara uğrattık. "
95- Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik
de sayıca çoğaldılar ve: "Atalarımız
da hem sıkıntılı hem de sevinçli günler
geçirmişlerdi" dediler. Bunun üzerine onları hiç
ummadıkları bir sırada ansızın
yakalayıverdik. "
96- "Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden
sakınsalardı, göğün ve yerin bereket kapılarını
yüzlerine açardık. Fakat yalanladılar, biz de
onları işlediklerinin cezasına çarptırdık.
"
Burada Kur'an-ı Kerim herhangi bir olayı
anlatmıyor. Bir yasayı ortaya koyuyor. Herhangi bir
toplumun tarihinden sahneler sunmuyor. İlâhi kaderin aşamalarından
söz ediyor... Böylece ortaya çıkıyor ki:
İşlerin kendisine göre düzenlendiği,
olayların kendisine göre meydana geldiği ve bu yeryüzünde
"İnsanlık Tarihini" yönlendiren, hareketini
etkileyen bir yasa vardır. Peygamberlik misyonu dahi önemine
ve yüceliğine rağmen, bu yasanın gerçekleştirilmesini
sağlayan vasıtalardan, etkenlerden ancak biridir. Bu
yasa önemi açısından peygamberlik misyonundan daha büyük
ve daha kapsamlıdır. İşlerin hiçbiri başıboş
seyretmiyor. İnsan bugün Allah'ın
varlığını kabul etmeyen ateistlerin iddia
ettiği gibi, bu yeryüzünde yalnız başına
varlığını sürdüremez (kendi başına
buyruk olamaz!) Bu evrende meydana gelen her şey, ancak plan
ve program çerçevesinde meydana gelmekte, bir hikmete bağlı
olarak ortaya çıkmakta ve bir hedefe (bir amaca) doğru
yönelmektedir. İşin sonunda özgür iradeye uygun
biçimde işleyen geçerli bir yasa vardır. Bu
yasayı belirleyen ve değişmez ilkeyi ortaya koyan
özgür ilâhi iradedir...
Her şey özgür ilâhi iradeye uygun ve Allah'ın yürürlükteki
yasasına bağlı olarak meydana gelir.
İşte o kasabaların durumları da
Kur'an-ı Kerim tarafından ele
alındığı gibi, özgür ilâhi iradeye uygun ve
Allah'ın yürürlükteki yasalarına bağlı
olarak belirlenmiştir. Diğer milletlerin
başlarına gelecekler de aynı kanunlara uygun biçimde
işleyecektir!
İslâm düşüncesinde insanın iradesi ve
hareketi, insanlık tarihinin hareketinde ve bu tarihin
yorumlanmasında önemli bir etken olarak kabul edilir.
Şu kadar var ki, insanın iradesi ve hareketi de ancak
Allah'ın özgür iradesi ve etken olan kaderinin çerçevesi
içinde meydana gelir ve gerçekleşebilir... Her şeyi
kuşatan sadece Allah'tır... Allah'ın özgür
iradesi ve etken olan kaderinin çevresini içinde insanın
iradesi ve hareketi bütün bir varlık ile temasta bulunur,
onların hepsiyle ilişkisi vardır. Bu varlık
aleminde hem etki altında kalır hem de etki eder. Bu
varlıklar dünyasında insanlık tarihini harekete geçiren
ve yönlendiren birçok etkenler ve faktörler vardır. Bu
hareketin sahası hem geniş hem de derindir... Bu gerçekliğin
yanında "Tarihin İktisadi Yorumu", "Tarihin
Biyolojik Yorumu", "Tarihin Coğrafi Yorumu"...
gibi çağrışımlar koca bir kıta
yanında küçük bir ada niteliğindedir. Bu küçük
insanın basit oyuncaklarından biri olmaktan öteye
geçemez!
"Peygamber gönderdiğimiz her ülke balkını,
ola ki, bize yalvarırlar diye, mutlaka
sıkıntılara ve helâlara uğrattık... "
Yüce Allah, iş olsun diye, kullarının
canlarını, bedenlerini, rızıklarını
ve mallarını boşu boşuna
sıkıntıya sokmaz. Putperest mitolojilerde boş
işlerle uğraşan kindar ilâhlar gibi, kendi kinini
dindirmek, öfkesini indirmek için onları cezalandırmaz!
Allah bu tür işleri yapmaktan tamamen uzak ve münezzehtir.
Allah Teala sadece peygamberlerini yalanlayanları
sıkıntılarla ve belâlarla cezalandırır.
Çünkü zorluklarla deneme ve sınamanın tabiatı;
henüz iyi tarafları bulunan, hayır ümidi olan fıtratı
uyarmak, birtakım iyilik kalıntılarını içinde
taşıyan, fakat aradan geçen uzun zaman nedeniyle üzeri
küllenen kalpleri inceltmek, yumuşatın ak, zayıf
olan insanları güçlü olan yaratıcısına yöneltmek,
içtenlikle O'na yalvarmalarını sağlamak,
merhametini ve bağışlamasını dilemelerini
temin etmektir. İnsanlar bu niyazları ve
yakarışları ile Allah'a taptıklarını
ilân etmiş olurlar. Allah'a ibadet ise insanın
varlığının amacıdır. Yoksa yüce
Allah'ın ne insanların kendisine yalvarmalarına ne
de O'na kulluk yaptıklarını ilân etmelerine
ihtiyacı vardır! "Ben cinleri ve insanları
sırf bana ibadet etsinler diye yarattım. Onların hiçbirisinden
bir rızık istemem ve doyurmalarını da arzu
etmem. Muhakkak ki, Allah bol bol rızık verendir ve
sağlam kuvvet sahibidir." (Zariyat: 56-58 )
Kutsi bir hadiste belirtildiği gibi, şayet bütün
insanlar ve cinler tek bir yürek halinde birleşip Allah'a
ibadet etseler Allah'ın mülkünde (hakimiyet ve otoritesinde)
hiçbir şeyi arttırmış olmazlar. Yine
şayet bütün insanlar ve cinler bir bütün olarak yüce
Allah'a karşı gelseler de Allah'ın mülkünden
hiçbir şeyi eksiltemezler... Şu kadar var ki,
kulların Allah'a yönelmeleri, O'na niyazda bulunmaları,
Allah'a kulluk yaptıklarını ilân etmeleri
kendileri için, hayatları ve yaşayışları
için yararlıdır. İnsanlar ne zaman Allah'ın
kulu olduklarını ilân ederlerse, O'nun dışındakilere
kulluk yapmaktan kurtulurlar. Surenin baş taraflarında
belirtildiği gibi kendilerini saptırmak isteyen
şeytana kulluk yapmaktan kurtulurlar.
İhtiraslarının ve arzularının
baskısından kurtulur özgürlüğe kavuşurlar.
Kendileri gibi kullara kulluk yapmaktan kurtulurlar. Bundan böyle
şeytanın izlerini sürmekten, onu adım adım
takip etmekten haya ederler. Dara düştüklerinde kendisine
yöneldikleri ve kendisine niyazda bulundukları Allah'ı
herhangi bir hareket veya niyet ile öfkelendirmekten çekinirler.
Kendilerini özgür kılacak, arındıracak ve
tertemiz hale getirecek, kendilerini heva ve hevese kulluk yapmak,
kullara kulluk etmek düzeyinden daha yüksek bir konuma getirecek
dosdoğru yola sokarlar. Ondan sapmazlar!
İşte bu nedenle ilâhi irade, kendilerine bir
peygamber gönderildiği halde onu yalanlayan her ülke
ahalisini, canları ve ruhları ile
sıkıntılara, bedenleri ve malları ile
zorluklara düşürmeye hükmetmiştir. Böyle acılarla
onların kalplerini diriltmeyi dilemiştir... Şüphesiz
ki, acı en güzel eğiticidir. Bu öyle güzel bir hayır
kaynağıdır ki, potansiyel enerji halindeki iyilik
kaynaklarının kaynamasına neden olur. Diri olan
vicdanlarda duyarlılığı bileyen ve
keskinleştiren bir berekettir. Rahmetin gölgelerine yönelik
bir berekettir. Bu rahmet ise, üzüntü ve kederle yoğrulmuş
güçsüz insanların üzerine darlık ve
sıkıntı anlarında rahat ve afiyet dolu,
tatlı ve hafif meltemleri estirir.. "Ola ki,
yalvarırlar..."
"Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik."
Birden şiddetin yerini rahat, zorluğun yerini
kolaylık, kıtlığın yerini nimet,
sıkıntının yerini huzur,
kısırlığın yerini nesil,
kıtlığın yerini bolluk, korkunun yerin güven
alıverir. Bir de bakarsınız ki,
ortalığı eğlence, rahat, yumuşaklık,
nimetler, bolluk ve bereket alıp yürümüştür... Ne
var ki, bunların hepsi, aslında birer deneme ve birer
imtihandır...
Sıkıntılarla denenmeye karşı
insanların çoğu dayanır ve sabreder.
İnsanların çoğu sıkıntıların
zorluklarına katlanırlar. Çünkü sıkıntı
direnme güçlerini de harekete geçirir. Eğer
sıkıntı ile imtihan edilen kişide hayır
varsa, bu imtihan ona Allah'ı hatırlatabilir, O'na yönelmesini,
O'nun huzurunda niyazda bulunmasını, O'nun gölgesinde
huzura kavuşmasını, O'nun himayesinde bir
enginliğe kavuşmasını, O'nun vereceği
ferahlığa umut bağlamasını ve vaadini, sözcüğünü
bir müjde kabul etmesini sağlayabilir. Bolluk ile denenmeye
gelince, bu konuda dayanabilen, sabreden insanlar çok azdır.
Bolluk insana her şeyi unutturur. Eğlence insanı
aldatır. Servet insanlığı
azgınlığa götürür. Allah'ın pek az
kulları dışında kimse bolluk ile imtihandan
başarı ile çıkamaz.
"Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik
de sayıca çoğaldılar ve: `Atalarımız da
hem sıkıntılı hem de sevinçli günler
geçirmişlerdi' dedi ler."
Yani onlar çoğalmışlar ve yeryüzüne yayılmışlardı.
Kolay bir şekilde geçimlerini temin ediyorlar ve rahat bir
hayat yaşıyorlardı. İşledikleri
amellerden dolayı, içlerinde hiçbir sıkılma
duymuyorlar ve yaptıklarından dolayı hiç kimseden
korkmuyorlardı. Ayeti kerimede geçen "Afer"
sözcüğü, çokluğa, bolluğa işaret etmesinin
yanında, özel psikolojik bir halı de dile getirmektedir.
Umursamanın azalması durumunu-küçümseme
şımarma halini... Her şeyi basite alma halini...
Hem bilinç olarak, hem de yaşam tarzı olarak vurdum
duymazlığı esas alma halini ifade etmektedir. Bu
durum uzun bir süre rahat, nimet ve bolluk içinde yaşayan
bireylerin veya toplumların rahata, nimete ve bolluğa
alışan insanların hayatında rahatlıkla gözlenebilmektedir.
Bu tür insanlar sanki ruhlarındaki
duyarlılığı yitirirler, artık hiçbir
şeye aldırmazlar. Hiçbir şeyi gözönünde
bulundurmazlar. Rahat içinde harcamada bulunurlar, rahatça eğlenceye
ve rahat bir şekilde zevke dalarlar. Aşırı bir
düşkünlükle bu hayatlarına sımsıkı
tutunurlar. İnsanın tüylerini diken diken yapan,
vicdanlarını tir tir titreten büyük günahların
hepsini rahatlıkla ve sıkılmadan işlerler!
Allah'ın gazabından sakınmazlar, insanların
kınamalarından çekinmezler. Her şeyi
rahatlıkla, sıkılmadan ve aldırmadan yaparlar.
Allah'ın evrendeki yasalarına dikkat etmezler. Yüce
Allah'ın imtihanlarını ve
sınamalarını düşünmezler! Ve işte bu yüzdendir
ki, bütün olayların belli bir sebebe bağlı
olmaksızın, belirlenmiş bir amacı
bulunmaksızın başıboş olarak meydana
geldiklerini zannederler:
"Atalarımız da hem sıkıntılı
hem de sevinçli günler geçirmişlerdi, dediler... Yani
biz sıkıntılı günlerimizi geçirdik.
Şimdi artık sevinçli, bolluk günlerimize sıra
geldi! İşte görüyorsunuz, ya her şey sonuçsuz
bir şekilde geçip gidiyor. Bizim durumumuz da böylece
şuursuzca ve başıboş bir biçimde sürüp
gidecektir!
İşte o zaman... Sürmekte olan gaflet anında,
unutkanlık, eğlence ve azgınlığın
bir ürünü ve yürürlükteki yasanın gereği olarak
akıbetleri geliveriyor: "Bunun üzerine onları
hiç ummadıkları bir sırada ansızın
yakalayıverdik." Unutmalarının, gurura
kapılmalarının, Allah'tan
uzaklaşmalarının, şehvetlerinin,
ihtiraslarının iplerini serbest
bırakmalarının, yaptıklarından hiç sıkılmamalarının
Allah korkusunun hiç akıllarına gelmemiş
olmasının cezası olarak akıbetleri
geliveriyor:
İşte bu şekilde Allah'ın yasası,
insanlara yönelik iradesine uygun biçimde gerçekleşmeye
devam edecek, yine bu şekilde insanın Allah'ın
yasası ve iradesi çerçevesinde gerçekleşen iradesi ve
eylemiyle insanlık tarihinin yönü ve hareketi
belirlenecektir. İşte bu şekilde Kur'an-ı
Kerim insanlara yasayı açıklıyor ve onları
fitneden sakındırıyor. Sıkıntılar ve
bolluklarla denenme ve imtihan edilme fitnesinden...
İnsanların aşırı düşkünlük
duygularını ve uyanıklığını
sağlayan etkenlere dikkat çekiyor. Yönelişlerine ve
davranışlarına gerçek anlamda denk bir cezayı
içeren değişmez sonuçtan sakınmalarını
istiyor. Buna rağmen kim gafletten uyanmaz, kendisini
sakındırmaz ve Allah'tan korkmazsa, kendi kendisine
zulmetmiş olur. Asla değiştirilmesi mümkün
olmayan Allah'ın cezasına kendisini çarptırmış
olur. Ve hiç kimseye asla zulmedilmez:
"Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden
sakınsalardı, göğün ve yerin bereket kapılarını
yüzlerine açardık. Fakat yalanladılar, biz de
onları işlediklerinin cezasına çarptırdık."
İşte bu, Allah'ın yürürlükteki değişmez
yasalarının (sünnetullahın) öbür yüzüdür.
Şayet o memleketlerin halkları yalanlama yerine iman
etselerdi, şımarma yerine Allah'tan korksalardı, yüce
Allah da onlara yerin ve göğün bereket kapılarını
açardı... İşte böyle... "Yerin
ve göğün
bereketlerini" sonsuz
ve hesapsız bir şekilde, üstlerinden ve altlarından
sunarak, onları bereketlere boğardık.
Kur'an-ın ifadesi burada genelliği ve
kapsamlılığı açısından engin bir
feyzin ışıklarını saçıyor. Öyle ki
bu bereketleri insanların alışageldikleri
rızıklar ve gıda maddeleri ile
sınırlandırmak hiç de mümkün değildir.
Bu ayeti kerime ile ondan önceki ayeti kerime, hem akidenin
(inanç sisteminin) gerçeklerinden, hem de insan hayatının
ve evrenin gerçeklerinden biriyle bizi yüzyüze getiriyor.
İnsanlık tarihinde fonksiyoner bir rol oynayan
etkenlerden birini gözlerimizin önüne getiriyor. Ne var ki,
pozitivist (rasyonel) ekollerin hepsi, bu gerçekten habersiz tam
anlamıyla gaflet içinde bulunmakta hatta onu bütünüyle
reddetmektedirler! ..
Hiç şüphesiz Allah'a iman ve Allah'tan korkma inancı,
hayatın realitesinden ve insanlık tarihinin çizgisinden
kopuk bir mesele değildir. Allah'a iman ve Allah'tan korkma,
Allah'ın vaadine bağlı olarak insanı yerin ve
göğün bereket kapılarının kendisine açılması
için yeterli bir ehliyete kavuşturur. Ve hiç şüphesiz
Allah kadar sözüne bağlı kimse yoktur!
Bizler Allah'a iman edenler olarak, Allah'ın verdiği
bu sözü inanmış bir gönülle kabul ediyor ve hemen
onu tasdik ediyoruz. Bunun nedenini, niçinini sorup araştırmıyoruz.
Gerçekleşeceğinden bir an bile tereddüt etmiyoruz. Biz
gaybe dayalı olarak (görmediğimiz halde) Allah'a iman
ediyoruz. Ve bu imanın gereği olarak O'nun verdiği
sözü tasdik ediyoruz, onaylıyoruz...
Daha sonra imanımızın da bize emrettiği
şekilde, Allah'ın verdiği söze dikkatli bir düşünce
ile yöneliyor ve nedenini, niçinini de öğreniyoruz!
Allah'a iman, insan fıtratının diri
olduğunu, fıtri olan alıcı
cihazlarının sağlıklı biçimde çalıştığını,
insanın algılama sisteminin doğru çalıştığını
gösterir. İnsanın bünyesinin canlı ve diri
olduğunu, varlıklar alemindeki gerçeklere karşı
geniş bir duyarlılık sahibi olduğunu ortaya
koyar. İşte bunların hepsi realiteye dayalı,
pratik hayatta insanın kurtuluşunu sağlayan faktörlerdir.
Allah'a iman, ileriye doğru fırlatıcı ve
itici bir kuvvet kaynağıdır. İnsan bünyesinin
bütün yönlerini, enerjilerini biraraya getirir. Ve onların
hepsini bir hedefe yöneltir. Allah'ın desteğine
dayanması için onları özgür bir konuma getirir.
Allah'a iman insanın, ilâhi iradeye uygun olarak
yeryüzündeki halifeliği ve uygarlığı gerçekleştirmesi,
bozgunculuk ve fitneyi engellemesi, hayat düzeyinin yükselmesi
ve ilerlemesi için çalışmasını sağlar.
İşte bunların hepsi pratik hayatta insanın
kurtuluşunu sağlayan faktörlerdir.
Allah'a iman insanları nefse kulluktan, kullara kulluktan
kurtarır (özgür kılar). Hiç şüphesiz ki, yalnız
Allah'a kulluk yapmakla özgürlüğüne kavuşmuş
olan bir insan, yeryüzünde doğru yola iletmede ve
sağlıklı bir halifelik görevini yerine getirmede
kendi nefislerine kulluk eden ve birbirlerine kölelik yapan bir
insandan daha lâyıktır!
Allah korkusu ise, bilinçli bir uyanıklık verir. onu
hareketin fırtınasında ve hayatın seyri içinde
tepkisellikten, hiddetlenmekten, zulmetmekten ve aldatmaktan
korur. İnsanın çabasını, enerjisini,
sınırlarını aşmayacak, hiddetlenmeyecek,
faydalı çalışmanın alanı
dışına taşmayacak bir şekilde dikkatli ve
sağlıklı olarak yönlendirir.
İnsanın hayatında itici güçler ile frenleyici
güçler arasında bir denge kurulduğunda, yeryüzünde
çalışarak, göğe doğru tırmanarak,
beşeri olan nefisten ve azgınlıktan kurtularak,
Allah'a boyun eğip ibadet ederek seyrini sürdürdüğünde,
hayatın bu gidişatı faydalı ve verimli olacak,
Allah'ın rızasını elde edeceği gibi,
O'nun desteğini de almaya hak kazanacaktır.
İşte bu şartlarda hayatı bolluk ve bereket
kuşatacak, iyilik yaygınlaşacak ve kurtuluş
onu himayesine alacaktır. Meseleye bu açıdan
bakıldığında Allah'ın gizli olan lütfunun
yanında, onun gözle görülen bir realite olduğu
anlaşılacaktır. Bu, apaçık sebepleri ve
illetleri olan bir realitedir. Bunun yanında söz verilen,
taahhüt edilen ve gözle görülmeyen Allah'ın takdiri de söz
konusudur.
Yüce Allah'ın iman edenlere ve takva sahiplerine kesin ve
üzerine basa basa sözünü verdiği bereketlerin pekçok çeşitleri
vardır. Ayeti kerime bunların detaylarına inmiyor
ve onları sınırlandırmıyor. Kur'an-i
ifadenin verdiği imaj, bize her taraftan coşup gelen
feyizleri, her yerden fışkıran kaynakları
hatırlatmaktadır. Burada hiçbir sınırlama,
detaya inme ve açıklama yapılmamaktadır. Demek ki,
burada sözkonusu edilen bereketler, bereketin bütün
şekillerini ve biçimlerini, bütün çeşitlerini ve
renklerini kapsamına almaktadır. İnsanların
bildikleri ve hayal edebildikleri bereketlerin hepsini
kapsadıkları gibi, realite ve hayal dünyalarında görmedikleri,
bilmedikleri bereketleri de içermektedirler!
Allah'a iman ve Allah korkusunu (Takva), sırf kuru bir
ibadet meselesi olarak değerlendirenler, insanların yeryüzündeki
realiteleri ile hiçbir ilgili (ilişkili)
olmadığını düşünenler, hem imanı
tanımıyorlar, hem de hayatı tanımıyorlar!
Böyle düşünenlerin yüce Allah'ın tanıklık
ettiği bu ayette sözkonusu bağa bakmaları ve bu
ilişkiyi görmeleri ne güzel olurdu! Çünkü bir işte
Allah'ın şahitlik etmesi gerçekten yeterlidir!
İnsanların bildiği sebeplere dikkat çekmekle bu bağı
gözler önüne seriyor:
"Eğer o ülkelerin halkları iman edip kötülüklerden
sakınsalardı, göğün ve yerin hareket kapılarını
yüzlerine açardık, fakat yalanladılar, biz de
onları işlediklerinin cezasına çarptırdık."
Bazı insanlar çevrelerine bakıp kendilerinin müslüman
olduklarını söyleyen birtakım milletlerin
rızık yönünden sıkıntıda
olduklarını, kuraklık ve yoksulluğun
yakalarını biraraya getirmediğini görebileceklerdir!..
Bunun yanında iman etmeyen ve Allah'tan korkmayan
birtakım milletleri de göreceklerdir ki, bunlara rızık,
kuvvet ve etkinlik açısından kapıların
ardına kadar açılmıştır. O zaman da "Öyleyse
bu değişmez yasa nerede?" diye
soracaklardı.
Ne var ki, müminlerin sıkıntılı hali ile
iman etmeyenlerin rahat hayatı bir yanılgıdır.
Durumların dış görüşleri onları
aldatmaktadır.
Bir kere kendilerinin müslüman olduklarını söyleyenler,
ne mümindirler ne de takva sahibidirler! Onlar kulluklarını
yalnız Allah'a yöneltmiyorlar. Pratik hayatlarında
"Allah'tan başka ilâh yoktur" şehadetini
(şahitliğini) gerçekleştirmiyorlar! Onlar
kendileri gibi olan birtakım kullara boyunlarını
teslim ediyorlar. Bunların kendileri için ilâhlık
yapmalarını, ister hukukta (kanun ve yasalarda), isterse
değerlerde ve geleneklerde onların kendileri adına
yasamada bulunmalarını kabul ediyorlar. Bunlar müminler
değillerdir. Çünkü mümin, herhangi bir kulun kendisine
ilâhlık taslamasına yol vermez. Allah'ın
kullarından birini, yasası ve emirleriyle hayatına
hükmedecek bir ilâh konumuna geçirmez. Bugün kendilerinin
mümin olduklarını zannedenlerin ataları, gerçek
anlamda müslüman oldukları günlerde, bütün dünya
kendilerine boyun eğmişti. Yerin ve göğün
bereketlerine boğulmuşlardı. Ve işte onlar için
Allah'ın verdiği söz gerçekleşmişti.
Mümin ve takva sahibi olmadıkları halde kendilerine
rızık kapıları açılanlara gelince; onlar
için değişmez yasa şudur! "Sonra kötü
günleri iyi günlerle değiştirdik de, sayıca çoğaldılar.
Ve `Atalarımız da hem sıkıntılı hem
de sevinçli günler geçirmişlerdi, dediler." Bu
onlar için daha önce sözünü ettiğimiz gibi nimetlerle
sınanmaktır. Bu sınav, zorluk ve
sıkıntı ile denenmekten daha zordur. İman
etmeyenlere imtihan amacıyla verilen bolluk ile müminlere ve
takva sahiplerine Allah'ın sözünü verdiği bereketler
arasında büyük fark vardır. Bereket, güzel bir
şekilde kullanıldığında, iyilik, güven,
huzur ve hoşnutlukla beraber bulunduğunda az bir malda
da sözkonusu olabilir. Nice zengin ve güçlü milletler vardır
ki, huzursuzluk içinde yaşamaktadırlar. Her an güvenleri
tehdit altındadır. Bireyler arasındaki dostluk
bağları kopmuştur. Bütün insanlar sıkıntı
ve bunalım içindedirler. Ve bütün bir milleti büyük bir
çözülme beklemektedir. İşte burada kuvvet var, fakat
güven yoktur. Mal var, huzur yoktur. Bolluk var yararı
yoktur. Parlak bir hayat var, fakat kendisini karanlık bir
istikbal beklemektedir. İşte bu, hemen ardından
cezanın geleceği bir sınavdır.
İman ve Allah korkusu ile elde edilen bereketler ise,
eşyanın tümünü, ruhların (nefislerin) tümünü,
duyguların tümünü, hayatın bütün güzelliklerini kuşatan
bereketlerdir... Bir anda hayatı geliştiren ve yüksek
düzeye çıkaran bereketlerdir. Mutsuzluk, alçaklık ve
çözülme ile birlikte gelen salt bir bolluk değildir.
Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu önceki milletlerin
tarihlerinin tanıklık ettiği yürürlükteki bu
yasayı açıkladıktan sonra... İman etmeyen ve
Allah'tan korkmayan, içinde bulundukları bolluklara ve
nimetlere aldanan ve Allah'ın sınava ilişkin
hikmetinden habersiz olan, bu nedenle Allah'ın ayetlerini
yalanlayanların insanın tüylerini ürperten ve vicdanını
tir tir titreten acı akıbetlerinin ortaya konduğu
sırada... Evet işte tam bu sırada
şaşkına dönmüş gafillere yönelmektedir.
Onlarda bekleme, gözetleme duygularını harekete geçirmektedir.
Onlar uykudayken, mal peşinde koşarken veya
eğlenceye dalmışken, Allah'ın
cezasının kendilerini gecenin ve gündüzün herhangi
bir anında birden yakalayıvereceği bilincini
yerleştirmeye çalışmaktadır.
|
|
O |
|
O |
|