O |
A´raf
|
O |
|
85- Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı
peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara dedi ki; `Ey
soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka
bir ilâhınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi.
Ölçüde ve tartıda dürüst olunuz, insanların
eşyalarını eksik vermeyiniz, yeryüzünde
dirlik-düzen sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayınız.
Eğer mümin iseniz, sizin için hayırlı olan tutum
budur.
86- Bütün yol başlarında pusu kurup inananları
tehditle Allah yolundan alıkoymayınız, bu yolu
eğri göstermeye yeltenmeyiniz. Sayıca azken,
Allah'ın sizi çoğalttığını
hatırlayınız. Görünüz, bozguncuların sonu
nasıl oldu?
87 Eğer içinizden bir grup benim aracılığım
ile gönderilen mesaja inanırken diğer bir grup buna
inanmamış ise, Allah'ın aramızda hüküm
vereceği güne kadar sabrediniz, o hüküm verenlerin en
iyisidir.
88- O'nun kendini beğenmiş soydaşları
dediler ki, `Ya seni ve seninle birlikte inananları
kentimizden süreriz, ya da dinimize dönersiniz Şuayb onlara
dedi ki; `İstemesek de mi?'
89- Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar
ona dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz.
Rabbimiz Allah dilemedikçe bir daha sizin dininize dönmemiz
sözkonusu değildir. Rabbimizin bilgisi her şeyi
kapsamına almıştır. Sırf Allah'a
dayanırız biz. Ey Rabbimiz, soydaşlarımız
ile aramızdaki anlaşmazlığı sen hak
uyarınca çözüme bağla. Çünkü anlaşmazlıkları
en iyi çözüme bağlayan sensin!'
90- Soydaşlarının ileri gelenleri `eğer
Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğrar,
mahvolursunuz' dediler.
91- Bu arada ani bir yersarsıntısına tutuldular
da oldukları yerde yığılıp
kalıverdiler.
92- Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç
oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar,
asıl hüsrana uğrayanlar, asıl mahvolanlar oldular.
93- Bunun üzerine Şuayb onlara sırt çevirdi ve `Ey
soydaşlarım, size Rabbimin mesajlarını ilettim,
öğüt verdim, şimdi kâfir bir topluma nasıl
acıyabilirim?' dedi.
Bu kıssada aynı konudaki benzerlerine kıyasla
konunun daha uzatıldığını görmekteyiz.
Bu uzatmanın sebebi, inanç konusunun yanısıra kimi
insanlar arası ilişkileri de içermesidir. Bu suredeki
diğer kıssalarda özet sunuş yöntemi izlenmiş
olsa bile.
Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı
peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara dedi ki: `Ey
soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka
bir ilâhınız yoktur.
Bu, ne değişen, ne de dönüşüme uğrayan
bir çağrı kuralıdır... Daha sonra yeni
peygamberin elçiliği konusunda kimi ayrıntılardan
söz edilmektedir:
"Rabbinizden size bir belge geldi."
-Salih kısasında bahsedildiği gibi- bu belgenin
ne olduğundan söz edilmemiştir... Diğer
surelerdeki kıssalarda da bunun belirtildiğini
bilmiyoruz. Fakat ayet burada -Allah'ın katından gönderilme
iddiasını isbat eden- getirdiği belgeye işaret
etmektedir. Peygamberleri onlara ölçü ve tartıda
doğruluğa dair emrini, yeryüzünde bozgunculuk
yapmamalarına dair sakındırmasını ve
halkın yolunu kesmekten ve müminleri benimsedikleri dinden
alıkoymaktan sakındırmasını hep bu
belgeye dayandırmaktadır.
Ölçüde ve tartıda dürüst olunuz, insanların
eşyalarını eksik vermeyiniz, yeryüzünde
dirlik-düzen sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayınız.
Eğer mümin iseniz, sizin için hayırlı olan tutum
budur.
Bütün yol başlarında pusu kurup inananları
tehditle Allah yolundan alıkoymayınız, bu yolu
eğri göstermeye yeltenmeyiniz. Sayıca azken,
Allah'ın sizi çoğalttığını
hatırlayınız. Görünüz, bozguncuların sonu
nasıl oldu?
Bu yasaklamadan Şuayb'ın kavminin yalnızca
Allah'a kulluk etmeyen O'na ortak koşan bir toplum
olduğunu anlıyoruz. Onlar özellikle otoritede O'na
kullarını ortak koşuyorlardı. Sosyal
ilişkilerini düzenlemede Allah'ın adil kanununa
başvurmuyorlardı. Kendilerine kendilerinin
uydurdukları kurallar ediniyorlardı. -Belki de ortak
koşmaları sadece bu hususta idi- Onlar bu yüzden başkalarının
yollarını kestikleri, yeryüzünde bozgunculuk yaptıkları
gibi, alışverişte de hile yapıyorlardı.
Doğru yolu bulan ve dinlerine inanan kişilere
işkence eden ve Allah'ın dosdoğru yolundan
alıkoymaya çalışan zalimler idiler.
Yanısıra, Allah yolunda dosdoğru olmaktan
hoşlanmıyorlar ve yolun Allah'ın sisteminde
olduğu gibi dosdoğru sürüp gitmemesini, yanlış
ve saptıran olmasını istiyorlardı.
Şuayb (selâm üzerine olsun), onları, yalnızca
Allah'a kulluğa, O'nun ilâhlıkta biricik kabul
edilmesine, sadece O`na tapınmaya ve özellikle hayatın
tümüne ilişkin otoritede biricik olduğu gerçeğine
çağırmakla işe başladı.
Şuayb'a onlara yaptığı çağrıya,
dünya görüşü, ahlâk ve sosyal ilişkileri düzenleyen
kuralların kendisinden kaynaklandığı,
yanısıra hayata ilişkin tüm kural ve sistemlerin
kendisinden kaynaklandığını da bildiği bu
prensip ile başlıyor. Tüm bunlar yalnızca şu
prensibin uygulanması durumunda düzelebilir.
Tek olan Allah'a tapınmaya, yaşantısında
Allah'ın dosdoğru sistemini uygulamaya ve Allah kendi
şeriatı ile yeryüzünde dirlik-düzen sağladıktan
sonra arzularına uyarak bozgunculuk çıkarmayı
bırakmalarını istiyor. Tüm bunların
yanısıra çağrısına kimi
uyarıcı gerçekleri de ekliyor... Onlara Allah'ın
üzerlerindeki nimetini hatırlatıyor.
Sayıca azken Allah'ın sizi çoğalttığını
hatırlayınız.
Onlar, kendilerinden önceki bozguncuların sonları
ile korkutuyor.
Görünüz, bozguncuların sonu nasıl oldu?
Böylece onların birazcık adaletli ve insaflı
davranmalarını, Allah'ın dinlerine ilettiği müminleri
rahat bırakmamalarını, onlara her yol
başında beklememelerini, kimi tehditler savurarak bütün
yol başlarında pusu kurmamalarım ve eğer mümin
olmayacaklar ise, Allah'ın iki grup hakkında
vereceği hükmü beklemelerini istiyor.
Eğer içinizden bir grup benim aracılığım
ile gönderilen mesaja inanırken diğer bir grup buna
inanmamış ise, Allah'ın aramızda büküm
vereceği güne kadar sabrediniz, o hüküm verenlerin en
iyisidir.
Onları daha adil bir çizgiye çağırdı.
Artık geriye bir adım dahi atmayacağı son
noktada durdu. Hüküm verenlerin en hayırlısı olan
Allah'ın hükmüne kadar, herkesi benimsediği dinde
bırakmak ve bekleme, birbirlerine zarar vermeden yaşama
noktasında.Fakat tağutlar, yeryüzünde, imanın
olmasına ve tağutun dinini benimsemeyen bir grubun somut
varlığına... Yeryüzünde sadece Allah'ın
dinini benimseyen, yalnızca O'nun otoritesini kabul eden,
hayatında sırf O'nun kanunları ile muhakeme olunan
ve hayatında sadece O'nun sistemini yol edinen müslüman bir
toplumun varlığına... -eğer bu toplum kendi içine
kapansa ve Allah'ın söz verdiği hükmü gelinceye değin
tağutla uğraşmaktan vazgeçse bile- tağutun
otoritesini böyle tehdid eden müslüman bir toplumun varlığına
asla tahammül edemiyorlardı.
Tağut, -onlar kendileri ile çatışmaya
girmeseler bile- müslüman toplum ile çatışmayı
doğrulamaktadır. Çünkü hakkın sırf
varlığı bile batılı çileden çıkarmaktadır.
Sırf bu varlık bile, batıl ile çatışmasını
gerekli kılmaktadır... İşte bu, yasasında
değişiklik bulunmayan Allah'ın kanunudur...
Onun kendini beğenmiş soydaşları dediler ki,
`Ya seni ve seninle birlikte inananları kentimizden süreriz,
ya da dinimize dönersiniz.'
Görüldüğü gibi batıl, bencilliği ve çatışma
arzusu nedeniyle barış ve birlikte yaşamayı
kabul etmemektedir!Ancak, inanç kuvveti, tehdid ve uyarılar
karşısında ne gevşiyor, ne de
sarsılıyor... Şuayb bir adım bile
gerileyemeyeceği bir noktada durmaktadır... Herkesi,
Allah'ın zaferini ve iki grup arasındaki hükmünü
bekleyerek, dilediği inancı edinme ve dilediği
otoriteyi benimsemede serbest bırakmak şartıyla-
barış ve birlikte yaşama noktası... Davetçinin
-batılın yönelttiği herhangi bir baskı veya
tehdid altında- bu noktadan bir adım dahi geriye gitme
yetkisi yoktur... Bunun dışında bir tavır,
temsil ettiği haktan tamamen uzaklaşma ve ona ihanet
anlamına gelir. O'nun kendini beğenmiş
soydaşları, inananlara kentten sürme ya da dinlerine
geri dönme tehdidini savurduğu zaman Şuayb, kendi
dinine sarılarak ve Allah'ın onu
kurtardığı hüsrana uğratıcı dine
tekrar dönmekten nefret ederek hakkı haykırdı. Dua
ederek, yardım dileyerek ve hakka ve ailesine yardim sözünü
tutmasını isteyerek, sığınağı
ve efendisi olan Rabbine sığındı:
"Şuayb onlara dedi ki; `İstemesek de mi? Allah
bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek
Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz. Rabbimiz Allah
dilemedikçe bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu değildir.
Rabbimizin bilgisi her şeyi kapsamına
almıştır."
Bu sözlerde imanın doğası ve iman edenlerin
ruhlarındaki etkisi belirlemektedir. Yanısıra
cahiliyenin doğası ve iğrenç etkisi ortaya
konmaktadır. Böylece biz, bir peygamberin gönlündeki
cesaret duygusunu... Bu gönüldeki ilâhi gerçeğin
sahnesini ve nasıl ortaya çıktığını
seyretmekteyiz.
Şuayb onlara dedi ki; `İstemesek de mi?'
Onların `Ya seni ve seninle birlikte inananları
kentimizden süreriz, ya da dinimize dönersiniz' şeklindeki
sözleri hoş görmeyerek, onlara şöyle dedi: `Bizi,
Allah'ın kurtardığı,
hoşlanmadığımız dininize zorla
tekrarını döndüreceksiniz?
Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona
dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış oluruz.
İnsanların dini ve itaati tek olan Allah'a has
kılmadıkları ve Allah'ın hakkı olan
otoriteyi onların hakkı kabul ederek, kimi
insanları Allah'dan başka rabler sayan cahiliye ve
tağutların dinine dönen kimse -Allah ona iyilik
verdikten, doğru yolu ona gösterdikten, onu gerçeğe yönelttikten
ve kullara kulluktan kurtardıktan sonra- bu dine dönen
kimse, Allah ve dinine karşı yalan şahidlik
etmiş olur. Bu şahidlik, Allah'ın dininde iyi bir
yan bulamadığı için onu terkettiği ve dinine
döndüğü veya tağutun dininin varlık hakkı
bulunduğu, otoritesinin meşru olduğu ve onun
varlığının Allah'a iman ile tezat
oluşturmayacağı anlamına gelir. O, Allah'a
iman ettikten sonra ona döner ve onu kabul eder... Bu
şahadet, hidayeti bilmeyenin ve islâm bayrağını
yüklenmemiş olanın şahadetinden daha tehlikeli bir
şahitliktir. Tuğyan bayrağını kabullenme
şahidliği. Hayatta Allah'ın otoritesinin
gasbedilmesinden daha ötede bir tuğyan (azgınlık)
şekli yoktur.
İşte Şuayb, tağutun, kendisi ve onunla
birlikte inananları Allah'ın kurtardığı
dine tekrar çevirme tehdidini, böyle tiksindirici bulmaktadır.
"Bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu değildir.
Bir daha ona dönmemiz kesinlikle tavrımız değil
ve bu asla mümkün olamaz... Şuayb, tağutun,
otoritelerinden çıktıklarını ve ortaksız
olarak biricik Allah'ın dinine girdiklerini ilân eden
müslüman toplum ile karşılaştıkları her
yerde savurduğu tehdid karşısında bu
cevabı vermektedir.
Tağutun dininden çıkarak, tek olan Allah'ın
dinine girmenin getirdiği yükümlülükler -tüm güçlüğüne
ve zorluğuna rağmen- tağutun dinine girmenin
tehlikelerinden daha az ve daha önemsizdir. Tağutun dinine
girmenin getirdiği zorluklar, aşırıdır-
hayattaki doygunluk, makam ve rızık bakımından
sağladığı güven ve refah ne kadar fazla
olursa olsun bu yükümlülükler, aşırı derecede
ağır, yavaş ve devamlı sürerler ve insanın
bizzat insanlığına yüklenmiştir. Bu
insanlık, insanın insana kul olması durumunda sözkonusu
olamaz. Hangi kulluk, insanın, başka insanlar
tarafından belirlenmiş kanunlara boyun eğmesinden
daha pespaye olabilir? İnsanın gönlünün, başka
insanların iradesine, istek veya gazabına
bağlı olmasından daha fena hangi kulluk
vardır? İnsanın geleceğinin, kendisi gibi bir
insanın arzu, istek ve ihtirasına bağlı
olmasından daha kötü hangi kulluk olabilir?
İnsanın, başka bir insanın dilediği yöne
doğru gitmesi için yular veya boyunduruk takınmasından
daha onur kırıcı ne olabilir?
Mesele, bu soyut kavramların sınırında da
durmuyor... İnsan düşüyor, düşüyor, sonunda -tağutun
hükmü altında- hiçbir kanunun korumadığı ve
hiçbir engelin himaye etmediği "mal güvenliğini"
yitiriyor. Yanısıra, tağutun dilediği düşünce,
fikir, anlayış, ahlâk, gelenek ve adetler ile eğittiği
çocuklarının güvenliğini de kaybediyorlar. Daha
ötesi bizzat kendi ruhlarına ve yaşamlarına hükmetmekte,
onları arzusu uğruna kurban etmekte, kendi şan ve
şerefi uğruna kafatasları ve iskeletlerinden
abideler dikmektedir. Sonunda ırz güvenliğini de
yitiriyorlar. Çünkü, bir baba kızının namusunu,
gerek -tarih boyunca örnekleri pek çok gerçekleştiği
gibi- tecavüz yoluyla olsun, gerekse, herhangi bir ülkü altında
şehvetlere sunulmasını veya herhangi bir perde
arkasına gizlenen fuhuş ve düşkünlüğe düşmesini
sağlayan anlayış ve düşünceleri edindirme
yoluyla olsun, tağutun istediği düşkünlüklerden
koruyamaz... Kendisinin ve çocuklarının
malını, namusunu ve hayatını Allah'ın
dışında, tağutların hükmü altında
koruyacağını düşünen kimse, kuruntu
içerisinde yaşamaktadır ya da gerçekleri algılama
hissini yitirmiştir!Tağuta kulluk, can, mal ve namusa büyük
yükler yüklemektedir... Allah'a kulluğun yükümlülükleri
ise, Allah'ın terazisinde ölçülmesinden öte, bu yaşamın
ölçüleri ile değerlendirildiğinde bile daha kârlı
ve daha sağlamdır.
Seyyid Ebu A'la el-Mevdudi `İslâmi Hareketin Ahlâki
Temelleri' adlı kitabında şöyle demektedir: "İnsanlığın,
ilerlemesini veya düşüşünü belirleyen faktörlerin,
güç kaynaklarını kontrol eden ve toplumun
işlerini yönlendirenlerin rolüne ve tabiatına büyük
oranda bağlı olduğunu küçük bir çabayla dahi
farketmek zor değildir. Bir örnek verirsek: Tren,
sürücüsünün istediği yönde hareket eder. Yolcular ona
tabidir. Onlar tren ne yöne giderse, o yöne gitmek zorundadırlar.
Eğer onlar başka bir yöne gitmek isterlerse, ya treni
ya da sürücüyü değiştirmek zorundadırlar. Bu
temsili örnekteki gibi, insan medeniyetinin yönü güç ve
kudret merkezlerini kontrol edenler tarafından belirlenir.Yöneticiler,
bütün kaynakları kontrol ettikleri, iktidarın
dizginlerini ellerinde tuttukları ve insan düşünce ve
davranışlarını şekillendirip kalıba
sokacak araçlara sahip oldukları için insanoğlunun
bunların arkasından gitmeye çok zor direnç
gösterebileceği açıktır. Bu yöneticiler tek tek
kişileri olduğu kadar sosyal sistemleri ve ahlâkî değerleri
de etkileyebilecek güce sahiptirler. Eğer iktidar ve idare
Allah'tan korkan kimselere verilirse, toplum doğru yolda yürür
ve hatta toplumun kötülük odakları dahi belirli kurallara
tabi olmak zorunda kalırlar. İyilik hakim olur, kötülerin
bütünüyle kökü kazınmasa da fonksiyonları tamamen
sınırlandırılır. Tersine, eğer yönetim
Allah'tan yüz çevirenlerin eline geçerse, toplumun hayat tarzı
Allah'a isyana, insanın insanı sömürüsüne ve
ahlâkî dejenerasyona ve kültürel kokuşmaya sürüklenir.
Böylelikle bu olay, bilim ve sanatı, ekonomi politiği,
kültürü, ahlâk ve davranışları, kanun ve
adaleti etkileyerek fikirlerde ve ideallerde genel bir çürümeye
yolaçar.
İslâm, her şeyin üstünde, insanların
kendilerini tamamen Allah'ın hakikatine adamalarını
ve yalnızca O'na hizmet ve ibadet etmelerini arzu eder.
Yanısıra islâm, Allah'ın kanununun insanlar
tarafından uygulanan kanun olmasını ister.
Aynı zamanda islâm, adaletsizliğin kökünün kazınmasını,
Allah'ın gazabına uğramış kötülüklerin
süpürülüp atılmasını, faziletler ve sosyal
değerlerin Allah rızası ile beslenmesini taleb
eder.Toplumda iktidar ve yönetim, yoldan sapmış inançsız
yöneticilerin ellerinde olduğu sürece bu amaçtan idrak
edilemez ve islâmın bağlıları şu elit yöneticilerin
keyfi destek ve himayesinde sürdürülen ibadet seremonileri ile
yetinirler. Bu sebepten dolayı Allah rızasını
arzu edenlerin ilk görevi bu gaye için hayatlarını ve
mallarını boşa harcamaksızın örgütlü
bir mücadeleye başlamaktır.İktidar ve yönetimi
iyi kimselere vermenin önemi o kadar büyüktür ki, bu
mücadeleyi ihmal eden kişinin Allah'ı hoşnut
edecek hiçbir şeyi kalmaz. Kur'an ve sünnetin, ilâhi
iradeye boyun eğmeye ve onun emir ve yasaklarını öğrenip
uymaya dayalı bir toplum oluşturmanın
gerekliliği ne kadar vurgulandığını düşünün
-bu o kadar mühimdir ki, eğer bir kişi böyle bir
cemaate karşı isyan ederse- Allah'ın birliğine
inansa ve ibadetlerini yerine getirse bile- ona karşı
savaşmak bütün müslümanlara farzdır.Bunun nedeni,
islâmın asıl amacı olan ilâhi nizama dayalı
bir sistemi kurmak ve korumak, iyilik sahiplerinin ortak
örgütlü güce sahip olmalarını gerektirmesidir;
cemaatin birliğini zayıflatmaya kalkışan
kişi böyle bir suçun müsebbibidir ki, Allah'ın
birliğini tastik etmesi ve ibadetlerini yerine getirmesi onu
cezadan kurtarmaz. Tekrar düşünün. Kur'an neden cihada
ondan kaçınanları münafıklığa mahkûm
edecek derecede önem veriyor? Çünkü cihad, ilâhi nizamı
kurmaya yönelik çabanın bir diğer adıdır; bu
yüzden Kur'an onun imanın bir göstergesi olduğunu ilân
etmektedir. Başka bir deyişle, kalplerinde imanı
olan insanlar şeytani bir sistemle yönetilmeye ne tahammül
edebilirler, ne de islâmı hakim kılmak için sağlıklarını
ve hatta hayatlarını vermekten çekinirler. Böyle
durumlarda zayıflık gösterenlerin imanlarının
gerçekliği hakkında şüphe doğar.Bu tesbitler
meseleyi bütün boyutlarıyla ortaya koymasa da bu
kadarlık açıklamam şunu göstermeye yeterlidir.
İslâm açısından iyilik sahiplerinin yönetimi oluşturmasının
merkezi ve temel bir önemi vardır. Bu dine inanmış
olanlar sadece hayatlarının dış görünüşünü
şekillendirmeye çalışmakla vazifelerini
yapamazlar. Onların inançlarının doğası,
yönetimi inançsız ve kokuşmuş kişilerden
zorla alarak, Allah'ın rızasına uygun şekilde
dünya işlerini idare edebilecekleri hayat biçimini kurmak
ve yerleştirmek üzere hak yolda olanlara vermeyi gerektirir.
Bu sonuca en yüksek seviyede kollektif çaba olmaksızın
ulaşılamayacağı için, yeryüzünde Allah'ın
hakimiyetini kurma amacına yönelmiş Allah'dan korkan
bir cemaatin olması şarttır.İslâm insanları,
otoriteyi onu gasbeden insanların elinden alıp, bütünüyle
Allah'a teslim etmeye çağırdığı zaman,
aslında onları kula kulluk boyunduruğundan
kurtarıp, insanlıklarını korumaya çağırmış
oluyor. Yanısıra ruhlarını ve
mallarını tağutların ve zevklerinin yönlendirdiği
isteklere göre yönlendirmekten kurtarmaya çağırıyor...
Onlara, -kendi bayrağı altında- her türlü
fedakârlığa katlanarak, tağutla mücadeleye
koyulma sorumluluğunu yüklüyor. Fakat, onları daha düşkün
ve daha küçültücü olduğu gibi, daha ağır ve
daha uzun olan fedakârlıktan da kurtarıyor...
İşte bu sayede, onları nimete ve kurtuluşa çağırıyor...Bu
sebeple Şuayb (selâm üzerine olsun) şöyle haykırıyor.
"Allah bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra
tekrar ona dönersek Allah'a yalan yere iftira atmış
oluruz. Bir daha sizin dininize dönmemiz sözkonusu değildir."
Fakat Şuayb, kavminden büyüklük taslayan tağutlaşmış
insanlara karşı başını dik tuttuğu
ve sesini yükselttiği oranda, her şeyi ilmi ile
kuşatan yüce Rabbi huzurunda boyun eğiyor ve teslim
oluyor. Takdiri karşısında hiçbir şekilde
direnmiyor ve karışmıyor. Yöntemini ve
yönlendirilmesini O'na bırakıyor. Boyun
eğişini ve teslimiyetini ilan ediyor:
Rabbimiz Allah dilemedikçe... Rabbimizin bilgisi her şeyi
kapsamına almıştır...
Kendisinin ve onu destekleyen müslümanların
geleceğe ilişkin tüm işlerini Rabbi olan Allah'a
bırakıyor... O, sadece tağutların kendi
dinlerine geri dönme önerisini reddedebilir, kendisinin ve yanındaki
müminlerin dönmeme kararını bildirebilir, prensip
olarak kendi somut hoşnutsuzluğuna ilân edebilir...
Fakat, kendisi ve müminler hakkındaki Allah'ın
dileği karşısında hiçbir şey yapamaz...
İş, bu dileğe bağlıdır. O ve
beraberinde bulunan müminler, bilemez, Rabbleri ise her şeyi
bilir. İlmine ve dileğine boyun eğilir ve teslim
olunur.
İşte, Allah dostlarının Allah'a
karşı tavrı budur. Tavır, işlerini O'na
bağlamaktır. Bunun ardından dileğine ve
takdirine karşı koymazlar. Dilediği ve takdir
ettiği herhangi bir şeye karşı
hoşnutsuzluk göstermezler.Burada Şuayb, kavminin
tağutlarının tehdid ve uyarılarına
aldırmıyor ve tam bir güven ile dostuna yöneliyor,
kendisi ile kavmi arasını hak ile ayırması için
yakarıyor.Sırf Allah'a dayanırız biz, Ey
Rabbimiz, soydaşlarımız ile aramızdaki
anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme
bağla. Çünkü anlaşmazlıkları en iyi
çözüme bağlayan sensin!
Burada muhteşem bir sahne
karşısındayız. Allah'ın dostu ve
peygamberinin nefsine `ilâhlık' gerçeğinin
yansıması sahnesini.O, kuvvetin kaynağını
ve güvenli sığınağı anlıyor.
Rabbinin iman ile isyan arasında hak ile hükmedeceğini
biliyor. Kendisine ve müminlere kaçınmaları mümkün
olmayan bir gereklilik olarak mücadeleye koyulmada yalnızca
Rabbine güveniyor. Zafer ve başarı da ancak
Rabbindendir. Bu sırada kavminin kâfir önderleri müminlere
dönüyorlar, dinlerinde fitneye düşürmek amacıyla
onları tehdid ediyor ve korkutuyorlar.
Soydaşlarının ileri gelenleri "Eğer
Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğrar
mahvolursunuz" dediler. Mücadelenin niteliği
değişmeksizin sürekli aynı kalıyor.
Tağutlar davetten alıkoymak için önce davetçiye
yöneliyor. O, imanına sarılıp, Rabbine, güvenince,
tebliğ emanetini yerine getirmeye ve sürdürmeye
ısrarlı olunca, tağutun çeşitli yollarla
yaptığı tehditlere aldırmayınca, ona
uyanlara yöneliyorlar ve onları önce tehdit ve uyarılarla
sonra da işkence ve şiddetle dinlerinden döndürmeye
çalışıyorlar... Onlar batıllarını
destekliyecek hiçbir delile sahip değiller. Ellerinde
yalnızca işkence ve tehdit yöntemleri var. Cehaletleri
ile gönülleri ikna olanağına sahip değiller. -Özellikle
daha önce hakkı tanıyan, bilen kimseler, yalanlara
kanarak batılın küçültücülüğü gerï
dönmezler- Fakat onlar, dini sırf Allah'a has kılan,
otoriteyi sadece O'nun hakkı sayan ve inancında
ısrarlı olan kimselere karşı işkence
olanaklarına sahiptirler.Fakat Allah'ın yürürlükteki
yasası... İşte, hak ve batıl somut olarak
belirince ve tam bir kamplaşma ile birbirine karşı
iki cephe olunca, geciktirilmeyen ilâhi yasa hükmünü
uygular... Öyle de oldu.
Bu arada, ani bir yer sarsıntısına tutuldular da
oldukları yerde yığılıp
kalıverdiler.Sarsıntı ve yerinde
yığılıp kalma, tehdid
saldırının, işkence baskının
cezasıdır. Ayetler, onların "Eğer
Şuayb'a uyarsanız, kesinlikle hüsrana uğran,
mahvolursunuz" şeklindeki sözlerini reddediyor... Bu
sözü müminleri kötü sonla tehdid eden ve uyaranlar söylemiştir.
Fakat ayetlerde -apaçık bir şekilde- kötü sonda
Şuayb'a uyanların bir hissesi
bulunmadığı, onun yalnızca diğer
soydaşlarının payı olduğu belirtiliyor.
Şuayb'ı yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç
oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar
asıl hüsrana uğrayanlar, asıl mahvolanlar oldular.
İşte biz onları bir anda, kasabalarında bir
canlılık belirtisi göstermeksizin hareketsiz yığılıp
kalmış halde görüyoruz. Sanki onlar bu kenti hiç
kurmamışlar ve sanki orada hiçbir iz bırakmamışlar
gibi! İlâhi irade onların da sayfasını dürüyor.
Soydaşları olan peygamberlerinden ayrılık ve
gruplaşmaları, ihmal ve susturmaları nedeniyle.
Sonra yollarının onun yolundan ayrılması, amaçlarının
farklılaşması nedeniyle. Sonuçta acıklı
sonlarına ve helâk olanlar arasına
katılmalarına acımayarak...Bunun üzerine
Şuayb onlara sırt çevirdi ve "Ey soydaşlarım,
size Rabblerinin mesajlarını ilettim, öğüt
verdim. Şimdi kâfir bir topluma nasıl
acıyabilirim?" dedi. Çünkü o bir dinden, onlar başka
bir dindendir. O bir ümmet, onlar farklı bir ümmettir.
Akrabalık ve soy bağı ise, bu dinde bir değer
taşımaz, Allah'ın mizanında bir
ağırlığı olmaz. Geriye yalnızca bu
dinin bağı kalıyor. İnsanlar arasındaki
bağ (ilişki) ancak Allah'ın sağlam ipidir. .
9. CÜZ BAŞLANGICI
Dokuzuncu cüz iki bölümden meydana gelmektedir.
Birincisi: Kur'an-ı Kerim'in Mekke döneminde inen ve
bu cüzün dörtte üçünü oluşturan "A'raf suresinin
devamıdır.
İkincisi: Medine döneminde inen ve bu cüzün geriye
kalan dörtte birini oluşturan "Enfal suresi"nin
birinci çeyreğidir. Biz burada Kur'an surelerinin
tanıtılması hususunda izlediğimiz metoda uygun
olarak birinci bölümün kısa bir özetini vermekle yetineceğiz.
İkinci bölümün
tanıtılmasını
ise, Enfal suresinin girişinde yapmak üzere şimdilik
erteleyeceğiz...Sekizinci cüzde A'raf suresinin daha önce
sunmaya çalıştığımız birinci bölümünün
özetinde, Hz. Adem'den sonraki peygamberlerin, peygamberliklerin
ve milletlerin kıssalarına yer verilmişti. Orada
iman kafilesini oluşturan Hz. Nuh, Hud, Salih, Lût ve
Şuayb peygamberlerin kıssalarını, bu
peygamberlerin kavimlerinden iman edenlerin
kurtuluşlarını ve onları yalanlayanların
acı akıbetlerini açıklamaya çalışmıştık.
Şimdi bu cüz, Şuayb peygamberin -selâm üzerine
olsun- kıssasının geri kalan ikinci bölümü
sekizinci cüz'ün sonuna almayı ve kıssayı orada
tamamlamayı daha uygun görmüştük.Bundan sonra surenin
akışı kendi metoduna uygun olarak bu
kıssaların değerlendirilmesi için bir nebze
duruyor. İşte bu değerlendirme sırasında
yüce Allah'ın yalanlayıcılara ilişkin
kaderinin aşamalarını açıklıyor. Yüce
Allah'ın onları, ola ki; kalpleri yumuşar ve
uyanır, Allah'a sığınırlar ve O'na
niyazda bulunurlar diye sıkıntılarla ve belalarla
denediğini anlatıyor. Eğer onların kalpleri
buna rağmen uyanmaz, açılmaz ve sınanmadan
yararlanmayacak olursa, bu sefer yüce Allah'ın onları
sınavların en çetini ile deneyeceğini açıklıyor.
Böylece Allah'ın kaderlerinden daha da gafil
kalmalarına, hayatı sırf oyun ve eğlenceden
ibaret sanmalarına zemin
hazırladığını belirtiyor. İşte
bu sırada Allah'ın azabı onları
ansızın yakalayıveriyor: "Peygamber gönderdiğimiz
her ülkenin halkını, ola ki, bize yalvarırlar
diye, mutlaka sıkıntılara ve belâlara uğrattık.
Sonra kötü günleri iyi günlerle değiştirdik de
sayıca çoğaldılar ve "Atalarımız da
hem sıkıntılı, hem de sevinçli günler
geçirmişlerdi!" dediler. Bunun üzerine onları
hiç ummadıkları bir sırada ansızın
yakalayıverdik."
Sure bu bağlamda imanı değerler ile, yüce
Allah'ın insanları cezalandırma yasaları
arasındaki bağı ele alıyor. Bu yasalar ile bu
değerler arasında Allah'ın takdirinin
aşamalarında hiçbir ayrılık, hiçbir kopukluk
yoktur. Ne var ki, evrendeki bu yasalar ile imanî değerler
arasındaki bu bağı gafil insanlar göremezler. Zira
bu bağın etkileri yakın vadede göze ilişmemektedir.
Fakat bunlar uzun vadede mutlaka gerçekleşmektedir: "Eğer
o ülkelerin halkı iman edip kötülüklerden sakınsaydı,
göğün ve yerin bereket kapılarını yüzlerine
açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları
işlediklerinin cezasına çarptırdık."
Bu değerlendirmenin ardından yüce Allah'ın
yalanlayıcılara ilişkin kaderinin ve
yasasının aşamaları ve bunların insan
hayatındaki imanî değerlerlerle ilgisini açıklıyor.
Bunlar kalpleri tir tir titreten tehdit
dokunuşlarıdır, yalanlayıcıların
akıbetlerine gafilleri uyandıracak biçimde dikkat
çeken direktiflerdir: "Acaba o ülkelerin halkı
geceleyin uyurken başına azabımızın
gelmeyeceğinden emin midir? Acaba o ülkenin halkı,
kuşluk vakti eğlenirken azabımızın
başlarına gelmeyeceğinden emin midir? Onlar
Allah'ın tuzağına yakalanmayacağından
emin midir? Oysa hüsrana uğrayan toplum
dışında hiç kimse kendini Allah'ı n
tuzağından emin sayamaz. Üzerinde yaşadıkları
toprakları eski yerlilerinden miras alanlar, istesek
kendilerini günahları yüzünden musibetlere çarptırabileceğimizi,
kalplerini mühürleyebileceğimizi ve kulaklarının
işitemez olabileceğini, bu tarihi sürecin
ışığında halâ kavrayamadılar
mı?"
Bu değerlendirme Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- yöneltilen bir direktifle sona eriyor. Bu kıssalardan
çıkarılan sonuçlara, daha önce yalanlayan kavimlerin
durumlarına, onların gerçek hallerine Allah'ın ilâhlığını
ve birliğini kabul etmelerine rağmen Allah'a verdikleri
sözü ve taahhüdü unutmalarına,
fıtratlarını bozduklarından ve kalpleri gafil
olduğundan dolayı peygamberlerinin getirdikleri
ayetlerin, belgelerin ve harikaların kendilerine etki
etmediğine değinilmiştir: "İşte
bu ülkeler var ya, hani sana onlara ilişkin bazı tarihi
olayları anlatıyoruz. Bunlara peygamberleri açık
belgeler, mucizeler getirmişti. Fakat mucizelerden sonra
yalanladıkları mesajlara inanmaları sözkonusu
olmadı. İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle
mühürler. Onların çoğunda söze bağlılık
diye bir şey bulamadık, tersine çoğunu yoldan çıkmış
bulduk."
Hz. Nuh'un, Hud'un, Salih'in, Lût'un ve Şuayb peygamberin
(Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) kavimlerinin
akıbetlerine değinen kısa açıklamadan sonra,
Hz. Musa'nın kıssasına geçiliyor. Musa'nın
önce Firavun ve kurmayları ile, sonra kavmi olan
İsrailoğulları ile ilgili kıssasına bu
surede geniş yer veriliyor. Zaten bütün Kur'an sureleri
içinde, Hz. Musa'nın kıssasına en geniş yer
verilen sure de budur. Kur'an-ı Kerimin pek çok yerinde
İsrailoğulları kıssasının bazı
bölümleri yer almıştır. Ayrıca
Kur'an'ın diğer bazı yerlerinde kısa kısa
işaretlerle de bu konuya temas edilmiştir. Nitekim bütün
milletlerin ïçerisinde en çok İsrailoğulları
kıssasına yer verilmiştir. Bu milletin
kıssasına bunca geniş yer verilmesi herhalde daha
önce Fî Zılâl-il Kur'an'da belirttiğimiz hikmetle açıklanabilir.
Bu konudaki açıklamamıza burada da yer vermek
istiyoruz: Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve tüm Arap
Yarımadası'nda islâm davetine karşı düşmanlık,
tuzak ve savaşta öncü olmalarıdır. İlk günden
itibaren müslüman topluma karşı savaş ilân
ettiler. Medine'de münafıklığı ve münafıkları
himaye ettiler ve hem bu inanç sistemine hem de müslümanlara
karşı her vesile ile tuzak kurdular. Müşrikleri
vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler
ve onlara karşı ortak komplolar kurdular.
İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt ve
tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun
saflarında harb, hile ve casusluğa da
kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilân
edilmiş bir harpte yüzyüze savaşmadan
yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının
öğrenilebilmesi için, tabiatlarının,
tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve kalkıştıkları
hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman
topluma gösterilmesi gerekiyordu.
Allah, onların geçmişlerinde Allah'ın
kılavuzluğuna karşı düşmanlık gösterdikleri
gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de düşman
olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete,
onların tüm durumları ve her türlü düşmanlık
yöntemlerini uygun gördü.Bu hikmetin diğer bir yönü de
yahudilerin, Allah'ın son dini gelmeden önce, başka bir
dinin mensupları olmalarıdır. İslâm'dan
önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini kaplamaktadır.
İnançlarından sapmalar olmuş, Allah'a
yaptıkları "sözleşme"yi pek çok kez
bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların
etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi,
hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş
bütün peygamberlerin ve ilâhî inanç birikiminin varisleri
olan müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin
dönemlerini, bu yolun kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında
ve ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi
gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri
de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden
faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi,
şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki
sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu
tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır.
Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca çeşitli
sahneler arzediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman
geçtiğinde, kalplerinin
katılaştığını ve nesillerin
saptığını, müslüman ümmetin de tarihlerinin
kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin
hayatlarında örnekleri olan dönemlerin müslümanların
başına da gelebileceğini bilmektedir. Bu yüzden bu
ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının,
önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin
başına gelen akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis
ettikten sonra problemlerini nasıl çözeceklerini bunlardan
öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki,
hidayet ve doğruluğa başkaldırmak isteyen
kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilip de ondan sapan
kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha
yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan
yeni bir davetle karşılaştıklarında,
üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen
bu yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de
seslenilmiş kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye
almazlar, onunla sarsılmazlar, büyüklük ve önemini
hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu sabıra
gerek vardır. Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- ve
İsrailoğulları'nın kıssasına, nüzul
sırasına göre değil de surelerin Kur'an'daki
dizilişine göre yazılan Fî Zil âl-il Kur'an'da daha
önce Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide ve En'am suresinde yer
verilmişti. Şu var ki, surelerin iniş
sıralarını esas alırsak, Mekke'de inmiş
olan A'raf suresinin, bu kıssaya ilişkin bölümleri
Medine'de inmiş bulunan surelerdeki bölümlerden önce gelmiş
olacaktır. Zaten bu husus konunun buradaki ifade şekli
ile oradaki ifade şeklinden rahatlıkla
anlaşılmaktadır Nitekim burada mevzu
anlatılırken, kıssa ve hikâye üslûbu esasına
göre sunuluyor. Medine'de inen surelerde ise, konu
İsrailoğulları'nı karşısına
alarak, tarihlerinde yer alan olayları, gerçekleri ve
oralarda takındıkları tutumları onlara
hatırlatma şeklinde
sunuluyor.İsrailoğulları'nın kıssası
gerek Mekke'de, gerekse Medine'de inmiş bulunan
Kur'an'ın bütünü içinde otuzdan fazla yerde geçmektedir.
Kıssanın detaylı biçimde ele alınışı
ise, on değişik yerde ve on surede yer almaktadır
ki, bunlardan altısı özellikle daha ayrıntılıdır.
İşte A'raf suresinde yer alan bu bölüm, detaylı
olarak kıssayı ele alan altı yerden ilkidir. Hem de
en geniş kapsamlı olanıdır. Ne var ki, burada
ele alınan bölümler Taha suresinde yer alan bölümlerden
daha az sayıdadır. Burada kıssa Firavun ve
kurmaylarının, peygamberlik misyonunu nasıl
karşıladıklarını anlatarak
başlıyor. Halbuki Taha suresindeki kıssa, Tur
Dağı tarafından Hz. Musa'ya gelen çağrı
ile başlıyor. Kasas suresinde ise
İsrailoğulları'nın baskı dönemini yaşadığı
sırada Hz. Musa'nın doğuşu halkasından söze
giriliyor. Kıssanın sunuluşu, Kur'an'ın bütün
kıssaları sunuş metoduna bağlı olarak
surenin hedefleri ve havasıyla tam bir uyum içinde; Firavun
ve kurmaylarının peygamberlerini
yalanlamalarının akıbetine dikkatleri yöneltmekle
başlıyor. Daha işin başında bütün
dikkatler bu nokta üzerine çekiliyor: "Sonra bu
peygamberlerin arkasından Musa'yı ayetlerimiz ile
Firavun'a ve yakın adamlarına gönderdik, fakat onlar
ayetlerimize karşı zalimce bir tutum
takındılar. Gör bakalım, bozguncuların sonu
nice oldu?"
Sonra kıssanın bölümleri ve sahneleri ardarda sıralanıyor.
Öncelikle Firavun ve kurmaylarıyla mücadele sahnesine yer
veriliyor. Sonra da İsrailoğulları'nın dönekliği,
kaypaklığı ve sapıklığını
ortaya koyan sahneler geliyor.
Biz ilerde kıssayı detaylı olarak
sunacağımıza göre burada sadece kıssanın
en belirgin hatlarını ve genel olan
mesajlarını vermekle yetineceğiz:
1- Hz. Musa -selâm üzerine olsun- Firavun'a ve kurmaylarına,
alemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu
dile getirmekle karşı koyuyor: "Musa dedi ki; Ey
Firavun, hem tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş
bir peygamberim. Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek
yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge, bir
mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle
birlikte salıver." Ayrıca bu davanın
kendisine ait olmadığı, alemlerin Rabbi
tarafından gönderildiği gerçeği, Hz. Musa ile
Firavun'un büyücüleri arasında geçen mücadele,
büyücülerin mağlûp düştüklerinde iman etmelerinde
de ortaya çıkıyor. Çünkü onlar da alemlerin Rabbine
iman ediyorlar: "Bütün büyücüler secdeye kapandılar.
Tüm varlıkların Rabbine inandık dediler. Musa ile
Harun'un Rabbine." Aynı gerçek Firavun
büyücüleri korkunç ceza ile tehdit ettiğinde de gün
yüzüne çıkıyor. Çünkü onlar Rabblerine
yöneliyorlar. Hayatlarında, ölümlerinde, dirilişlerinde
ve bütün işlerinde Rabblerine döneceklerini ilan
ediyorlar: "Büyücüler
dediler ki; biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sırf
Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden
öç alıyorsun. Ey Rabbimiz, üzerimize sabır
yağdır ve müslüman olarak al canımızı."Hz.
Musa -selâm üzerine olsun- kendi kavmine gerçek Rabblerini öğretirken,
pek çok yerde kullandığı sözlerle de bu gerçeği
dile getirmektedir. Buna bağlı olarak Firavun,
İsrailoğulları'na yaptığı zulmü
tekrar yürürlüğe koyacağını ve erkeklerini
öldürüp kadınlarını sağ
bırakacağını söylediğinde, "Musa
soydaşlarına dedi ki; "Allah'tan yardım
isteyiniz ve sabrediniz. Yeryüzü Allah'ındır.
Orayı dilediği kullarının hizmetine verir.
Mutlu sonuç, günahlardan sakınanlarındır.
Soydaşları dediler ki; sen gelmeden önce de geldikten
sonra da işkence çektik. Musa dedi ki; Umulur ki, Allah düşmanlarınızı
yok eder ve
sizleri onların yerine getirir de nasıl hareket
edeceğinize bakar." Hz.
Musa onları denizden geçirdikten sonra, kendi putlarına
tapan bir topluluğa rastladıklarında, bu kavmin ilâhları
gibi kendilerine de bir ilâh yapmalarını istedikleri
zaman Musa'nın onlara verdiği cevapta da bu gerçek dile
getiriliyor: "Musa
da onlara: Siz gerçekten cahil
bir toplumsunuz.
Bunların uydukları sapık din yok olmaya mahkûmdur,
işledikleri ameller de geçersizdir. Dedi ki, Allah sizi
bütün varlıklara üstün kılmışken ben size
Allah dışında bir ilâh mı
arayayım?"
İşte kıssada yer alan bu Kur'an ayetleri, Hz.
Musa'nın -selâm üzerine olsun getirdiği dinin gerçek
yüzünü ve bu gerçeğin ortaya koyduğu itikadi düşüncenin
gerçek mahiyetini kesin biçimde belirlemektedir. Bu, aynı
zamanda islâm dininin ve bütün peygamberlik misyonlarında
yeralan ilâhi dinin içerdiği sağlıklı düşüncedir.
Bu ayeti kerimeler aynı şekilde Batılı Dinler
Tarihi araştırmacılarının bu konuda ileri
sürdükleri teorilerin ve kehanetlerin asılsız
olduklarını ortaya çıkartmakta ve onların
metodlarına ve tesbitlerine bağlı olarak dinlerin
tekamül ettiklerini kabul edenlerin tutarsızlığını
da ortaya koymaktadır.
Yine bu ayeti kerimeler, Hz. Musa'nın kendilerine
peygamber olarak gönderilmesinden sonra bile tarih boyunca sapıklıktan
ayrılmayan İsrailoğulları'nın çeşitli
çehrelerinin ve dönek karekterlerinin yapısını
tesbit etmektedir. İşte bu sapıklıkları
ve döneklikleri onların; "Ey Musa, onların
nasıl ilâhları varsa, bize de öyle bir ilâh
yap" demelerinden, Hz. Musa'nın Rabbine verdiği
söze bağlı olarak Tur'a çıktığında
hemen buzağıya tapmalarından, Allah'ı apaçık
olarak görmek istemelerinden, yoksa iman etmeyeceklerini
söylemelerinden rahatlıkla ortaya çıkmaktadır.
Şu kadar var ki, bu sapıklıklar Hz. Musa'nın
Rabbinden alıp getirdiği inanç sisteminin gerçek
yüzünü göstermiyordu. Bunlar ancak o inanç sisteminden
sapmalardır. Buna bağlı olarak inanç sisteminden
sapanların inançları, nasıl akidenin kendisine mal
edilebilir. Bu sapık inançlar zamanla "Tevhid'e tek
ilâh inancına doğru gelişme gösterdi",
"tekamül etti" denilebilir mi?
2- Hz. Musa'nın Firavun'a ve kurmaylarına
karşı koyması, ilâhi dinlerin tümü ile bütün
cahiliye sistemleri arasındaki mücadelenin gerçek yüzünü
de ortaya koymaktadır. Sapıklık ve kötülük
önderi olan zorbaların zalimlerin bu dine nasıl
baktıklarını, bu dinin
varlığını kendileri için nasıl büyük
bir tehlike olarak gördüklerini açıklamaktadır.
Ayrıca müminlerin kendileri ile bu zalim ve zorbalar arasındaki
savaşın gerçek yüzünü nasıl
anladıklarını da ortaya koymaktadır!
Sırf Hz. Musa'nın Firavun'a: "Ey Firavun, ben
tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş
bir peygamberim. Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek
yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge, bir
mucize getirdim. İsrailoğulları'nı benimle
birlikte salıver" demiş olması bile; "Tüm
alemlerin Rabbine' yapılan
bu çağrının içeriğini açıklığa
kavuşturmaktadır. Aslında bu ifade, bütün
alemlerin Rabbine kul olduklarını ortaya koymakla
hakimiyeti, egemenliği, bütünüyle Allah'a vermiş
olmakdır! İşte bu realiteden hareketle Hz. Musa,
İsrailoğulları'nı kendisiyle birlikte
salmasını, serbest bırakılmalarını
istemiştir. Madem ki, yüce Allah bütün alemlerin Rabbidir
öyleyse, O'nun kullarından biri olan zorba ve diktatör
Firavun'un, onları kendisine kul etme hakkı ve yetkisi
yoktur. Çünkü insanların hepsi yalnızca alemlerin
Rabbinin kullarıdır. Bu, ilâhlığın bütünü
ile yüce Allah'a verilmesi demektir. Çünkü egemenlik, yüce
Allah'ın, tüm varlıkların bir kesimini
oluşturan insanların ilâhı olduğunun bir göstergesidir.
Ve Allah'ın tüm varlıklara egemenliği, bütün
insanların yalnız O'na boyun eğmesiyle gerçekleşir,
ortaya çıkar. İnsanlar yalnız Allah'a boyun
eğmedikleri, sadece bu ilâhlığa başka bir
ifadeyle bu egemenliğe ibadet etmedikleri, ona
bağlanmadıkları müddetçe, Allah'ın ilâhlığını
kabul etmiş olamazlar. Yoksa, Allah'ın şeriatı
ile kendilerine hükmetmeyen başka birinin egemenliğine,
hakimiyetine boyun eğdiklerinde Allah'ın ilâhlığını
inkâr etmiş olurlar. Firavun ve kurmayları da
"Alemlerin Rabbine" çağırmanın
tehlikesini anlamışlardı. İlâhlığı
(Rububiyeti) tek'e indirgemenin tehlikesini
anlamışlardı. İlâhlığı
(Rububiyeti) tek'e indirgemenin, gerek Firavun'un ve gerekse ona
bel bağlayanların bütün yetki ve otoritelerinin
ellerinden alınması anlamına geldiğini
kavramışlardı. Bu nedenle sözkonusu tehlikeyi,
Musa'nın kendilerini yurtlarından çıkarmak
istediği şeklinde ifade etmişlerdi: "Firavun'un
ileri gelen soydaşları dediler ki; bu adam bilgili bir büyücüdür.
Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne
buyurursunuz?" "soydaşlarının ileri
gelenleri, Firavun'a dediler ki; Musa ile
soydaşlarını toplumda kargaşalık çıkarsınlar,
seni ve ilâhlarını boşlukta bıraksınlar
diye mi serbest bırakacaksın?" Onlar bu sözleriyle,
alemlerin Rabbine davet etmenin bir tek anlamı olduğunu,
bunun da egemenlik ve hakimiyetin kulların, zorbaların
ellerinden çekip alınması ve onların gerçek
sahibi olan Allah'a verilmesi olduğunu dile getirmek
istiyorlardı. Egemenliğin Allah'a verilmesi
olduğunu dile getirmek istiyorlardı. Egemenliğin
Allah'a verilmesi ise, onlara göre yeryüzünü bozguna vermek
demektir! Veya bugünkü cahiliye kanunlarında
belirtildiği gibi bu tür çağrılar, "devlet düzenini
değiştirmeye ve kurulu rejimi devirmeye çalışmak"
anlamına geliyordu! Dilleriyle söylemeseler bile, Allah'ın
egemenlik ve hakimiyet hakkını yani ilâhlığını
gasbeden ve O'nun özelliklerini kendilerine yakıştıran
modern cahiliye zorbalarının ve diktatörlerinin bakış
açısına göre, alemlerin Rabbine çağrı
yapmak devlet düzenini değiştirmeye çalışmak
demektir. Zira bütün cahiliye sistemlerinde devlet düzeni,
kulların birinin ilâhlığı diğer
insanların da ona kulluk yapması ilkesine dayanır.
Bunun yanında alemlerin Rabbine çağrı yapmak, ilâhlık
hakkının kulların yaratıcısına
verilmesini istemek anlamına gelir. İşte bu nedenle
Firavun da, gerçek karşısında
apışıp kaldığında, hemen alemlerin
Rabbine iman ettiklerini açıklayan ve bu ilan ile O'na kul
olmayı ve boyunduruğu altına girmeyi reddeden büyücülere
aynı şeyleri söylemişti. Onların memleket
balkını yurdundan çıkarmak için tuzak kurduklarını
ileri sürmüştü. Onları cezanın ve işkencenin
en büyüğü ile tehdit etmişti. "Firavun onlara
dedi ki; Ben izin vermeden O'na inandınız, öyle mi? Bu,
bu kentin halkını buradan çıkarabilmek için daha'
önceden burada tasarladığınız bir komplodur,
ama yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz."
Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve
ayağınızı kesecek ve arkasından tümünüzü
asacağım!"
Öte yandan alemlerin Rabbine iman eden, yalnız Allah'a
teslim olan, ilâhlığı ve ilâhlık
özelliklerini gasbeden zorbanın sahte kulluğunu
tanımadıklarını ilân eden büyücüler de
kendileri ile zorba ve zalim statüko arasındaki
savaşın gerçek mahiyetini biliyorlardı. Bu inanç
sistemine (akideye) dayalı bir savaştı. Zira bu
inanç sistemi, taraftarlarının sadece alemlerin Rabbine
ibadet edeceklerini ilân etmeleriyle, hattâ sırf
"Alemlerin Rabbi Allah'tır" diye ilân etmeleriyle
zorbaların sultasını ve otoritesini sarsıyor,
tehdit ediyordu! İşte bu nedenle büyücüler,
Firavun'un kendilerini töhmet altında tutması ve: "Bu
sizin ülke halkını yurtlarından
dışarı çıkarmak için tezgâhladığınız
bir oyundur" demesi üzerine; "Sen
ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye
bizden öc alıyorsun." Sonra
kendisine iman ettikleri Rabblerine sığındılar
ve: "Ey Rabbimiz,
üzerimize sabır yağdır ve müslüman olarak al canımızı"
diyerek O'ndan
başkasına kulluk yapmayı ve O'ndan
başkasına tapmayı reddettiler. Bugün de gerçek
anlamı ile ilâhlığın alemlerin Rabbine ait
olduğunu ilân edenler modern cahiliye sistemleri tarafından
aynı şekilde itham edilmekte ve devletin düzenini değiştirmeye
çalışmakla suçlanmaktadırlar! Onlar bütün
içtenlikleriyle gerçek anlamda Allah'a teslim olduklarında,
yüce Allah da onların kalplerine bu kesin tutumu bir Furkan
olarak yerleştirdi.
3- Hz. Musa'nın Firavun'a ve kurmaylarına
karşı ileri sürdüğü mucizelerden... Yüce Allah'ın
onları felâketlerle, kıtlıklarla ve ürünleri
azaltmakla cezalandırmasından.. Aşağıdaki
ayetlerde belirtildiği gibi yüce Allah'ın onları
yok etmesine kadar, onların bütün bu mucizelere ve
musibetlere inatla, kurnazlıkla ve ısrarla sonuna kadar
direnmelerinden... Evet bütün bunlardan zorbaların,
zalimlerin hak ve gerçek karşısında batılda
ne kadar direttikleri "Alemlerin Rabbine" yapılan
çağrıya karşı ne ölçüde direndikleri
ortaya çıkmaktadır. Çünkü onlar kesinlikle
biliyorlar ki, bu çağrının bizzat kendisi onlara
karşı bir savaştır. Çünkü bu çağrı
temelde onların varlıklarını,
meşruluklarını kabul etmez, reddetmeyi öngörür! "Andolsun
ki, biz Firavunoğulları'nı, ola ki
akılları başlarına gelir diye, yıllarca süren
kuraklığa ve ürün
kıtlığına uğrattık. Onlar bir
iyilikle karşılaşınca: "Bu kendimizden
kaynaklanıyor", derler. Fakat eğer
başlarına. bir kötülük gelecek olursa, bunu Musa ile
arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar.
Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf
Allah'ın tekelindedir. Fakat çoğu bunu bilmiyor.
Musa'ya, `Bizi büyülemek üzere ne kadar mucize gösterirsen
göster, sana kesinlikle inanmayacağız' dediler. Biz de
onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su
baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını,
kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak
günahkâr bir toplum oldular. Azab başlarına
çökünce, `Ey Musa, sana verdiği peygamberlik payesine
dayanarak bizim için Rabbine dua et. Eğer bu azabı
başımızdan savarsak, andolsun ki, sana inanacak ve
İsrailoğulları'nı seninle birlikte göndereceğiz'
dediler. Fakat o azabı günün birinde dolduracakları
belirli bir sürenin sonuna kadar başlarından savar
savmaz hemen sözlerinden dönüverdiler. Sonunda onlardan öç
aldık; ayetlerimizi yalanladıkları, onları
umursamadıkları için kendilerini denizde boğduk."
Bunların
hepsinden beşeri otoritelere dayalı sistemlerin gerçek
karşısında ne derece ısrar edecekleri ve
"Alemlerin Rabbine yapılan çağrı"
karşısında ne denli direnecekleri ortaya çıkıyor.
Çünkü onlar bizzat bu çağrının onların
varlığının meşruluğunu kabul
etmemekle kendilerine karşı savaş açtığını
kesin bir şekilde bilmektedirler. Beşeri sistemler
"Allah'tan başka ilâh olmadığının"
veya "Allah'ın alemlerin Rabbi olduğunun" ilân
edilmesine asla izin vermezler. Ancak bu sözler (ve ilkeler)
gerçek anlamlarını yitirdiğinde ve hiçbir anlamı
olmayan kuru laflara dönüştüğünde onlara izin
verebilirler. Buna benzer durumlarda bu sözler onları
rahatsız etmez! Çünkü onları ilgilendirmez,
(onları hedef almaz)! Ama ne zaman ki insanlardan bir
topluluk bu sözlere gerçek anlamları ile sahiplenirse,
Allah'ın yasalarına ve sistemine dayanmaksızın
hakimiyeti ellerine geçiren ve bu hakimiyet ile insanları
kendilerine kul yapan ve onların yalnız Allah'a teslim
olmalarına fırsat vermeyen ve böylece ilâhlık
özelliklerini kendinde görmüş olan beşeri otorite
(tağut), gerçeğe sahip çıkan topluluğun
varlığına dayanamaz, onlara tahammül edemez!
Nitekim Firavun da Hz. Musa'nın alemlerin Rabbine çağrıda
bulunmasına, iman eden büyücülerin, "Biz
alemlerin Rabbine iman ettik" diye
ilân etmelerine katlanamamış ve
dayanamamıştı! Kendisi ve kavminin ileri gelenleri
bu çağrıyı, ardarda kendilerine gönderilen
ayetlere, arka arkaya gelen kıtlık, felâket, açlık
ve musibetlere rağmen reddetmekte ısrar ettiler... Ne
var ki, bütün bu felâketler ve musibetler onlara göre,
alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmaktan çok daha kolay ve
daha basitti. Çünkü alemlerin Rabbine teslim olmaları,
onların bu sahte otoritelerini ve hakimiyetlerin ellerinden
alıyor, insanları alemlerin Rabbinden
başkasına kul yaptıkları bu
sultalarını resmen kaldırıyordu! Ayrıca
bu gerçek, yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara
ilişkin takdirinin aşamalarında... Onların
sıkıntı ve zorluklarla... bolluk ve rahatlıkla
denenmeleri sırasında da ortaya çıkmaktadır..
Onların işin sonunda üstün kudret sahibi Allah tarafından
cezalandırılmaları ve daha önceleri yoksul bırakılan,
horlanan müminlerin ise yeryüzüne egemen kılınmasıyla
da aynı gerçek gün yüzüne çıkmaktadır.
"O güne kadar horlanan, ezilen toplumu (İsrailoğulları'nı)
bereketlerle donattığımız toprakların
doğusuna ve batısına mirasçı
kıldık. İsrailoğulları'nın
sabırlarına karşılık, Rabbinin onlara
verdiği güzel söz gerçekleşti. Firavun'un ve
soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri
yapıları yıkıp yok ettik."
4- Ne var ki, İsrailoğulları'nın o dönek
ve çirkin karakterleri yine baskın geldi. Kur'an-ı
Kerim'in ifade tarzından rahatlıkla
anlaşıldığı gibi, onlar Allah'ın
emrinden saptılar, peygamberleri, liderleri,
kurtarıcıları olan Hz. Musa'yı aldattılar
ve karşı geldiler; nimetlere nankörlük ettiler.
Düzelmediler ve nimetlere karşı şükranlarını
ifade etmediler. Yüce Allah'ın defalarca onların
tevbelerini kabul etmesin e,
onları bağışlamasına rağmen, yine de
bu tutumlarından vazgeçmediler. Ve neticede Allah'ın
cezasına müstehak oldular: "Hani Rabbin açıkça
bildirdi ki, işkencelerin en ağırını
tattıracak zorbaları kıyamet gününe kadar
yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz
Rabbin çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz
bağışlayıcı ve merhametlidir." Gerçekten
de Allah'ın tehdidi doğru çıkmış, gerçekleşmiştir.
Gelecek zaman boyunca da doğru çıkması gerekir.
Bu ancak onların tarih boyunca yaşadıkları
birtakım dönemlerden ibarettir. Onlar büyüklük taslamaya,
bozgunculuk yapmaya, zulmetmeye başladıklarında ve
eziyetleri çekilmez duruma geldiğinde, yüce Allah kıyamet
gününe kadar azabın en acısını
tattıracak kimseleri onların başlarına
musallat edecektir!
5- Son olarak da bu sure Mekke'de inmiştir. Bununla
beraber yahudilerin (İsrailoğulları'nın) dönekliklerinden,
günahkârlıklarından ve aşırı kötü
karakterlerinin çoğundan söz edilmektedir. Halbuki gerek
yahudi ve gerekse hristiyan müşteşrikler
(oryantalistler) Hz. Muhammed'in Medine'de yahudilerin müslüman
olmalarından umudunu kestikten sonra ancak Kur'an-ı
Kerim'le onlara karşı saldırıya geçtiğini,
Mekke'de ve Medine devrinin ilk dönemlerinde onlarla iyi geçindiğini,
yahudilere saldırıyı içermeyen bir Kur'an okuduğunu,
Araplarla yahudilerin ataları İbrahim peygamberin
aynı soyda birleştiğinden söz ederek, onların
müslüman olmasını arzu ettiğini, onların islâma
girmesinden umudunu kesince böyle bir saldırıya geçtiğini,
kendilerince ileri sürüyorlar! Pek tabii ki, yalan
söylüyorlar... İşte bu Mekke'de inen bir suredir.
Onlar hakkında gerçeği dile getiriyor. `Bu
değişmeyen gerçek hususunda Medine'de inen Bakara
suresi ile bu surenin ifade ettikleri arasında hiçbir farklılık
yoktur. Surenin 163-170. ayetlerinin Medine'de inmiş
olması ve yahudilerin başına kıyamete kadar
onlara eziyet edecek kimselerin yüce Allah tarafından
musallat kılınmasından söz etmeleri nedeniyle
gözardı etsek bile, Mekke'de indiklerinden kuşku
olmayan bu ayetlerden önceki ve sonraki ayetlere baktığımızda,
onların da yahudilerin karakteri hakkında gerçeği
dile getirdiklerini görürüz... Burada, onların
buzağıya tapmalarından, bir olan Allah'ın
adına Mısır'ı terketmelerine rağmen Hz.
Musa'dan kendileri için somut bir put niteliğinde bir ilâh
yapmasını taleb etmelerinden, Allah'ı apaçık
olarak görmedikleri sürece iman etmeyeceklerini söylemeleri
üzerine sarsıntının-depremin kendilerini
yakalamasından, şehre girerken Allah'ın sözünü
değiştirmelerinden söz edilmektedir. Böylece anlaşılıyor
ki, bu tür yaklaşımlara sahip olan müsteşrikler,
Allah'a ve peygamberine iftira ettikleri gibi, tarihe de iftira
atmaktadırlar... İşte bu karaktere sahip müsteşrikler,
islâm hakkında yazı yazan birtakım kimseler
yazdıkları konularda onları üstad olarak kabul
etmekte ve onların yaklaşımlarını esas
almaktadır. Kıssanın ana hatlarına
ilişkin bu kadar açıklama yeter. Şimdi ayetleri
teker teker açıklamaya geçebiliriz. Bu kıssada iman
kafilesinden söz edilirken Hz. Musa ve
İsrailoğulları'nın kıssasına uzun
uzadıya yer verilmesiyle; bir taraftan, Allah'ın
mesajını yalanlayanların ilâhi takdir tarafından
aşama aşama nasıl izlendiklerini, imani
değerler ile insan hayatında yer alan Allah'ın
değişmez yasaları arasında ne tür bir bağ
bulunduğunu ortaya koyarken öbür taraftan, imanın
tabiatı (yapısı) ile küfrün tabiatını açıklamayı
hedef almaktadır. Kıssanın tasvir edilen,
somutlaştırılan kahramanlarında ve
olaylarında, bu her iki çizgi netleşmektedir.
İsrailoğulları'nın bu kıssası,
Allah'ın son derece şiddetli azabının apaçık
ortada olduğu bir sırada, onlardan alınan söz ve
taahhüt ile sona eriyor:
"Hani o dağı (Tur Dağı'nı)
başları üzerine çıkarmıştık, onlar
dağın üzerlerine düşeceğini
sanmışlardı. Bu durumda kendilerine, size verdiğimiz
Kitab'a sımsıkı sarılınız ve içindeki
mesajları sürekli aklınızda tutunuz ki, kötülüklerden
sakınabilesiniz, dedik."
İşte bu nedenle bu taahhüt ve sözleşme
sahnesinden sonra bütün insanların fıtratından
alınan söze, taahhüde geçilmektedir: "Hani Rabbin,
Ademoğulları'ndan, onların bellerinden
soylarını dışarı aldı ve: Ben sizin
Rabbiniz değil miyim? diyerek kendilerini birbirlerine
şahit tutmuştu da onlar da, `Evet şahidiz'
demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle
diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı. Bizim bundan haberimiz
yoktu.. Ya da şöyle diyemeyesi niz
diye, Vaktiyle atalarımız müşrik
olmuşlardı, biz onlardan sonra gelen
kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların
yaptıklarından dolayı mı
mahvedeceksiniz?"
Bu sahneden sonra, bu taahhüd ve sözleşmeden
sıyrılmak istediği gibi, Allah'ın ayetlerini
apaçık olarak gördükten sonra onlardan, onların
verdiği bilgiden sıyrılmak isteyen adamın
sahnesine geçmektedir. Bu gerçekten etkili bir sahnedir. Bu
sahnede, sözkonusu sıyrılıştan tiksindirici
ve onun gözle görünen akıbetinden
sakındırıcı etkili dokunuşlar
vardır: "Onlara
şu adamın olayını anlat: Adama ayetlerimizi
sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı,
arkasından onu şeytan peşine taktı da
azgınlardan oldu. Eğer dileseydik bu ayetler
aracılığı ile onun düzeyini yükseltirdik,
fakat o yere saplandı kaldı. Onun durumu üstüne varsan
da, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp
hırlayarak soluyan köpeğin durumu gibidir.
İşte ayetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu
hikâyeyi onlara anlat, ola ki, üzerinde düşünürler.
Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu ne
kötü bir örnektir!"
Sonra hidayet ve küfrün tabiatı (yapısı ve
özellikleri) açıklanıyor. Buradan küfrün, fıtratın
alıcı-verici cihazlarını etkisiz hale
getirdiği, Allah'a giden yolu tıkadığı ve
kesin bir hüsranla sona erdiği ortaya çıkıyor: "Allah
kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri
saptırırsa işte onlar hüsrana uğrayanlardır.
Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak
yarattık. Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri
var, fakat görmezler; kulakları var, fakat işitmezler.
Onlar hayvanlar gibidir, hatta hayvanlardan daha
sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler."
Bu açıklamadan sonra Mekke'de islâmın
mesajını yalanlayarak Allah'ın isimlerinde
sapıklığa düşen ve bu isimlerden sahte ilâhlarına
isimler türetmeye çalışarak karşı koyan müşriklere
dikkat çekiliyor. Allah'ın kendilerine bir süre tanıdığı
şeklinde onlara bir tehdit savruluyor. Kendilerini doğru
yola çağıran arkadaşları Hz. Muhammed -salât
ve selâm üzerine olsun- hakkında enine boyuna iyi düşünmeye
davet edildikleri halde onlar bir çırpıda karar veriyor
ve onun deli olduğunu söyleyerek işin içinden çıkıyorlar!
Yerin ve göklerin işleyen harika sistemine
bakmalarını, varlığın (kâinatın)
sayfalarında yer alan hidayet imajlarını görmeye
çalışmalarını istiyor. Onları
kendisinden habersiz oldukları halde, kendilerini bekleyen
ölümle karşı karşıya getirmeye çalışıyor:
"En güzel isimler Allah'ınkilerdir. O'na o isimler
ile dua ediniz. O'nun isimleri konusunda eğriliğe
sapanları sapıklıkları ile başbaşa
bırakınız. Onlar yaptıklarının
cezasını ilerde çekeceklerdir. Yarattığımız
insanlar içinde başkalarını hakka ileten ve hakka
uygun, adil hükümler veren bir kesim vardır. Ayetlerimizi
yalanlayanları hiç farkına varmayacakları biçimde
yavaş yavaş kötü akıbet lerine
yaklaştıracağız. Onlara mühlet veririm.
Çünkü benim tuzağım sağlamdır. Düşünmüyorlar
mı ki, arkadaşları Muhammed'in deli olması sözkonusu
değildir, o sadece açık bir uyarıcıdır.
Göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını,
Allah'ın yaşattığı her şeyi ve
ecellerinin gerçekten yaklaşmış olabileceğini
düşünmüyorlar mı? Kur'an'dan sonra hangi söze
inanacàklar? Allah'ın saptırdığı kulu biç
kimse doğru yola iletemez. O, sapıkları
azgınlıkları içinde debelenmeye bırakır."
Yine burada bu müşrikler yalanlamakta oldukları ve
zamanını ayırdıkları kıyamet
sahnesiyle yüzyüze getiriliyorlar. Bu öyle dehşet verici
bir sahnedir ki, onların bu konuyu basite alarak soru haline
getirmelerine, küçümseyici, hafife alıcı bir
tavırla onu ele almalarına gerçekten denk düşüyor.
Bunun yanında peygamberliğin yapısı ve
peygamber gerçeği de aydınlık kazanıyor.
İlâhlığın gerçekliği ve yalnız
Allah'ın ilâhlığın özelliklerine sahip olduğu,
buna bağlı olarak gayb bilgisinin ve kıyametin ne
zaman kopacağını açıklama yetkisinin sadece
Allah'a mahsus olduğu belirtiliyor: "Sana
kıyamet anı hakkında sorarlar ne zaman gelip
çatacak diye. De ki, onun bilgisi Rabbimin tekelindedir, vakti
gelince onu gerçekleştirip açığa çıkaracak
olan O'dur, göklerin ve yerin ağırlığını
kaldıramayacağı bu olay başınıza
ansızın gelecektir. Sanki sen bu konuyu sürekli kurcalıyormuşsun
gibi, sana onu soruyorlar. De ki; Onun bilgisi Allah'ın
tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği
bilmezler. De ki; Ben kendime Allah'ın dilediğinden
başka bir yarar ya da
zarar dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni,
gaybı bilseydim daha çok iyilik elde ederdim. Ve başıma
hiçbir kötülük gelmezdi. Ben sadece müminler toplumuna
seslenen bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."
Müşriklerin birtakım gerçeklerle yüzyüze
getirildiği bu sahnede, ayrıca şirkin
tabiatına (karakteri ve özelliklerine), fıtratın
Allah'ın birliğine dair vermiş olduğu sözden,
taahhütten sapma serüvenine, bu sapmanın insanın
benliğinde nasıl etki bıraktığına
dair bir açıklama da yer alıyor. Ve bu sapma tasviri,
sanki eski kuşakları Hz. İbrahim'in tertemiz dinine
bağlı iken sonraları bu çizgiden sapan müşrik
nesillerin sapmasının tasviridir.
"O ki, sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin
beraberliğinde huzura ereceği eşini de onun kendi
özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca
hafif bir yük yüklendi, onu bir süre taşıdı,
sonra yükü ağırlaşınca eşler birlikte:
`Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen
kesinlikle sana şükredenlerden oluruz, diye Allah'a dua
ettiler. Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk
verin ce,
kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde
Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların
koştukları ortaklardan münezzehtir. Hiçbir şey
yaratmayan, kendileri birer yaratık olan
varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa
bu düzmece ortaklar ne onlara yardım edebilirler ne de
kendilerine yardım edebilirler..." Aslında
burada birbirinin peşisıra gelen kuşakların
birbirini izleyen durumları tek bir kişide temsil
edilmektedir. Bu tasvirin hem güzelliği yönünden, hem de
doğruluğu açısından kendisine has enteresan
anlamları vardır...Hem burada önemli olan şu
Kur'an'la muhatap bulunan müşriklerin durumlarını
somut örneklerle ortaya koymak olduğundan dolayı, ifade
biçimi teslim yönteminden doğrudan hitab yöntemine
geçiyor. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hem
onlara hem de ilâhlarına meydan okumasını istiyor:
"Eğer onları doğru yola çağırsanız
size uymazlar, onları çağırsanız da
karşılarında suskun dursanız da sizin için
birdir. Allah'ın dışındaki
yalvardıklarınız tıpkı sizin gibi birer
kul, birer yaratıktırlar. Eğer onlara ilişkin
düşünceniz doğru ise, çağırın
onları da size karşılık versinler
bakalım. Onların yürüyecek ayakları mı var,
tutacak elleri mi var, görecek gözleri mi var, yoksa işitecek
kulakları mı var? De ki; Allah'a koştuğunuz
ortakları çağırınız, sonra hiç göz
açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz.
Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an-ı) indiren
Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında
tutar. O'nun dışındaki
yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler ne
de kendilerine yardım edebilirler. Eğer onları
doğru yola çağırsanız işitmezler,
onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler."
Surenin sonunda hitap peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- ve müslüman ümmete yöneltilmektedir.
İnsanları islâma çağırırken, kolay,
yumuşak bir yol izlemeleri, onların itirazlarına ve
kasılmalarına karşı öfkelerine hakim olmaları,
sabretmeleri, öfkeyi harekete geçiren ve insanın göğsünü
daraltan şeytandan Allah'a sığınmaları
gerektiğini hatırlatıyor: "Affı,
kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret
ve cahillere aldırış etme! Eğer şeytandan
gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak
olursan, Allah'a sığın. Çünkü O her şeyi
işiten ve her şeyi bilendir. Allah'dan korkanlar
şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya
uğ radıklarında,
Allah'ın uyarılarını hatırlarlar ve hemen
gerçeği görürler. Şeytanların kardeşleri,
dostları, azgınlıkta şeytanlara yardakçılık
ederler, sonra da ellerinden geleni yapmaya devam ederler. Sen
onlara bir ayet sunmadığın zaman, kendin bir ayet
uydursaydın ya, derler. De ki; Ben ancak Rabbim
tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu Kur'an'daki
ayetler müminler topluluğu için Rabbinizin katından
gelen uyarıcı kanıt, doğru yol kılavuzu
ve rahmettir."
Bu direktif surenin baş tarafında yer alan ayeti bize
hatırlatıyor: "Bu Kur'an, kendisi ile
insanları uyarasın ve müminlere öğüt veresin
diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken
sakın ruhun sıkılmasın." (A'raf, 2) Bu
direktif peygamberin omuzuna yüklenen yükün, insanları islâma
çağırma yükünün ağırlığını
haber veriyor. İnsanların benliklerinde yer alan
cahiliye tortularına, sis bulutlarına,
kalıntılarına, dönekliklere, arzulara ve
ihtiraslara; gaflete, ağırlığa ve
kasılmaya karşı direnme... Sabır zarureti...
kolaylık, yumuşaklık, zorunluluğu... Ve her
şeye rağmen yoluna devam etme zaruretinin getirdiği
yükün ağırlığını ifade ediyor!
Daha sonra yolun zorluklarına karşı destek
sağlayacak azığa ilişkin bir direktif geliyor.
Kur'an-a kulak vermeye ve sessizce onu dinlemeye, her zaman ve her
yerde Allah'ı anmaya, gafletten sakınmaya, zikir ve
ibadette Allah'a yakın meleklerin yolunu izlemeye
ilişkin direktif:
"Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce
dinleyiniz ki, size rahmet edilsin. Rabbinin adını
yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam
an ve gafillerden olma. Rabbinin yanındakiler, burun
kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar, O'nu
noksanlıklardan tenzih ederler."
İşte
bu, yol azığıdır... İbadetin edep
kuralı budur. Aynı şekilde hedeflerine
ulaşanların,
yakınlaştırılmış meleklerin yolu da
budur.
Şimdilik ana hatlara ilişkin bu kadarcık açıklama
yeterlidir. Artık ayetleri detaylı olarak ele almaya geçebiliriz.Okuyacağınız
bu bölüm surenin akışı içerisinde geçen Nuh
peygamberin, Hud peygamberin, Salih peygamberin, Lût peygamberin,
Şuayb peygamberin, (Allah'ın selâmı hepsinin
üzerine olsun) ve kavimlerinin kıssalarından sonra
kısa bir duraklamadan ibarettir. Burada bir nebze durulmakta,
her yerleşim birimindeki -burada yerleşim birimi, büyük
şehir veya merkezi kasaba anlamına gelir- Peygamberi
yalanlayanlara karşı ilâhi irade ile cereyan eden ve
ilâhi takdir ile gerçekleşen Allah'ın yasaları açıklanmaktadır.
Aslında bu yasa, Allah'ın yalanlayıcıları
kendisiyle cezalandırdığı tek bir
yasadır. İşte bu yasa, bir yönden de insanlık
tarihini köklü biçimde etkileyen ve ona yön veren bir
gerçektir. İşte bu gerçeğe göre yüce Allah,
ilâhi mesajı yalanlayanları sıkıntı ve
zorluklarla kıskıvrak yakalayıverir. Onların
başına musibetler verir ki, kalpleri
yumuşasın, incelsin ve Allah'a yönelsinler. Gerçek
ilâhlığın ve insanların gerçekten kulluk
etmeleri gereken gücün Allah'ın ilâhlığına
teslim olmak olduğunu anlasınlar.
|
|
O |
|
O |
|