Temiz kalp, yüce Kur'an ve peygamber hadisinde, bir tek toprağa,
verimli araziye benzetiliyor. Kirli kalp ise, çorak toprağa,
kıraç araziye benzetiliyor. Her ikisi... kalp ve toprak...
ürün bitirir ve meyve verir. Kalbin ürünü, niyetler ve
duygular, reaksiyonlar, kabullenmeler, irade ve tavır
belirlemelerdir. Ameller ve pratik hayattaki sonuçları,
ancak bunların peşisıra gelir. Toprağın
ürünü ise, yemesi, rengi, tadı ve türü farklı ekin
ve meyvedir...
"Verimli yöre, Allah'ın izni ile, ürünü
cömertçe verir."
Güzel, verimli, gevşek ve tarıma elverişli...
"Kıraç yöre ise cılız ürün verir."
Çabalama, cefa, zorluk ve güçlük...
Hidayet, ayetler, öğüt ve nasihatler, kalbe suyun
verimli toprağa indiği gibi iner. Kalp eğer bir tek
arazi gibi temiz ise, bunları süzüp emer, zenginleştirir
ve iyilikler üretir. Eğer kıraç toprak ve araziler
gibi kötü ve pis ise, bunları kulak ardı edip,
katılaşır, kötülük, bozgunculuk, zarar ve hoşnutsuzluk
üretir. Çorak arazi gibi, diken ve kıtlık bitirir!
"Biz şükredenler için ayetlerimizi böyle farklı
açılardan açıklarız."
Şükür, temiz kalpten çıkar: Güzelce kabul ettiğine
ve hoşça karşılık verdiğine delildir.
Kabulleri ve algılamaları güzel olan bu şükredenlere
ayetler, ayrıntılı biçimde sunulur. Onlar bunlarla
faydalanırlar, düzelirler ve düzeltirler.
Şükür, bu surede -uyarma ve hatırlatma gibi- bahsi
pek çok tekrarlanan özelliklerdendir. Daha önce bu deyime
rastladığımız gibi, ilerde de onunla
karşılaşacağız... O da uyarma ve
hatırlatma gibi, bu surenin belirgin ve tekrarlanan
ifadelerinden biridir.
İSLÂM TARİHİ VE İMAN KERVANI
Biz, iman kervanıyla birlikteyiz... İşte
sembolleri... İşte önderleri... Ve işte yol
işaretleri... İman kervanı, bu dünya gezegenindeki
uzun yolculuğunda insanlıkla böyle karşılaşıyor...
Şeytanları, kinini dindirmek, tehdidini yerine getirmek
ve bu arzuları yöneterek insanoğlunu cehenneme sürüklemek
için yönlendirdiği arzularının etkisi
altında yolu her kaydedişinde, Allah'ın
dosdoğru yolundan her sapışında, doğru yönden
her ayrılışında
karşılaşıyor. Bu yüce kervan, insanlığı
hidayet ile karşılayınca yolunu
aydınlatıyor, cennet kokusu ile tütsülüyor, onu
zehirlenme tehlikesinden ve kovulmuş şeytanın, eski
düşmanının kışkırtmalarından
sakındırıyor.
Bu, canlı bir sahne... Uzun yol boyunca, yaşam
planındaki derin çatışmanın sahnesi...
İnsanlık tarihi karmakarışık olaylar içerisinde
geçmiştir... Bu yaratığın tabiatı
karmaşık ve çift yönlüdür, Tabiatında,
Allah'ın gücü ve takdiri ile birbirinden pek uzak iki unsur
birleştirilmiştir...
a- Yaratılış hammaddesini oluşturan çamur.
b- Ve bu çamuru insana dönüştüren Allah'ın
ruhundan bir nefes.
Tabiidir ki, bu varlığın tarihi, tamamen içiçe
girmiş ve son derece karışık etkenlerle
oluşacaktır. Yukarda Adem kıssasından
bahsettiğimiz gibi, bu tabiatıyla insan, fiziki ve fizik
ötesi alemler ile etkileşim içerisindedir...
İlâhi hakikat ile etkileşim içerisindedir. Takdiri
ve isteği ile, kudreti ve hükümranlığı ile,
rahmeti ve bağışları ile... Yüce alem ve
melekler ile etkileşim içerisindedir... Yanısıra
iblis ve taraftarları ile ilişki içerisindedir... Bu
alem ve onda bulunan Allah'ın yasaları ve tabiat
kanunları ile etkileşimdedir... Türdeşleri ile
etkileşim içerisindedir... Fizik ve fizik ötesi alem ile bu
tabiatı ve onlarla uyum içerisinde olan ve çatışan
yetenekleri ile bu alem ve fizik ötesi alem etkileşim içerisindedir...
İnsanlık tarihi, bu ilişki ve irtibatlar
okyanusunda oluşur... Tabiatındaki kuvvet ve
zayıflıktan, takva ve hidayetten. Fizik ve fizik ötesi
alem ile ilişkilerinden. Evrendeki somut unsurlar ve soyut güçler
ile etkileşiminden... Sonuçta Allah'ın kudreti ile olan
tek yanlı etkileşiminden.
İşte insanlık tarihi, tüm bunlardan oluşur...
Ve bu içiçe girmiş etkilerin ışığı
altında yorumlanabilir:
İnsanlık tarihini, ekonomik veya siyasi yönden
yorumlayanlar; biyolojik ya da psikolojik yönden yorumlayanların
yanısıra, düşünce süreci açısından
yorumlayanlar da vardır. Tüm bu kişiler, bu
ilişkiler yumağının ve insanı etkileyen
diğer etkilerin sadece bir türüne bakmaktadırlar ve
insanın tarihini bu etkiler ile ilişkisine göre
yorumlamaktadırlar. Fakat islâmın tarih yorumu, bu
okyanusta derinleşmekte, onu kapsamakta ve bu bakış
açısıyla insanlık tarihine
yaklaşmaktadır.
Şimdi biz, bu okyanustan seçilmiş gerçekçi
sahneler karşısındayız... İnsanın türeyişi
sahnesini görmüştük. İlk andan itibaren bu
yaratığı etkileyen, bütün alemler, varlıklar
ve unsurlar -gizlisiyle, açığıyla- bu sahnede
biraraya getirilmişti. Bu yaratığın temel
yeteneklerini görmüştük... Ona yüce alemde yapılan
onurlandırmayı, meleklerin secdesini seyretmiştik.
Daha sonra onun zaafını ve bundan yararlanarak düşmanının
onu nasıl yönlendirdiğini de seyrettik. Yeryüzüne atılışını
ve onun unsurları ve tabiat kanunları ile etkileşim
içerisine girmesini de görmüştük...
Yine gördük ki, insan Rabbine iman ederken, günahlarına
bağış dilerken ve yaşamındaki ilk
deneyiminden de ders alarak ne şeytana, ne de arzularına
uymayacağını, sadece Rabbinden gelen emirlere
uyacağına dair hilafet ahdini verirken bu yeryüzüne
inmiştir...
Sonra yıllar geçti, okyanustaki dalgalar arasında
bocaladı, yaratılışında ve
varlığındaki değişik ve
karmaşık faktörlerin tesirleri altında kaldı.
Vücuduna ve vicdanına tesirlerde bulundu. İşte biz
bu dersin daha ilk başlarında, bu karmaşık
etkenlerin insanı nasıl cahiliyeye sürüklediğini
göreceğiz!
O, unutkandı... Unuttu da. O, zayıftı... Zaafa
da düştü... Şeytan, ona üstün gelebilirdi. Geldi
de... İnsanın bir kez daha kurtuluşu gerekli!
O, yeryüzüne, hidayete ermiş, tevbe etmiş ve
Allah'ı birlemiş biri olarak inmişti... Fakat
şimdi biz burada daha ilk başta onu sapkın
iftiracı ve müşrik biri olarak buluyoruz! Okyanustaki
şiddetli dalgalar arasına
atılmıştır. Fakat burada onun bir
kılavuzu vardır... Buradaki kılavuzu olan
peygamberlik misyonu onu Rabbine yöneltmektedir. Rabbinin bir
rahmeti olarak, tek başına
bırakılmamıştır!
Biz bu surenin girişinde,
bayraktarlığını Allah'ın, Nuh, Hud,
Salih, Lût, Şuayb, Musa ve Muhammed -selâm üzerlerine
olsun- gibi keremli rasullerinin yaptığı iman
kervanı ile karşılaşıyoruz. Bu keremli
önderlerin -Allah'ın yardımı ve öğretisiyle-
insanlık kervanını, şeytanın sürüklediği
uçurumdan kurtarmak ve her zaman hakka karşı olan müstekbir
insan şeytanlardan korumak için nasıl
uğraştıklarına şahid oluyoruz.
Yanısıra hidayet ile sapıklık, hak ile
batıl, keremli peygamberler ile
şeytanlaşmış cin ve insanlar arasında
çatışma noktalarını görüyoruz... Her aşamanın
sonunda, korkutma ve uyarma, ardından müminlerin kurtuluşu
ve yalanlayanların cezalandırılma sahnelerini
seyrediyoruz.
Kur'an'daki kıssalar, her zaman bu tarihi sırayı
izlemezler. Fakat, bu surede bu tarihi sıra izlenmektedir.
Çünkü burada, ilk yaratılışından bu yana
insanlık kervanının yolculuğu gösterilmektedir.
Yanısıra, şeytanın, sonuçta cehenneme düşmesini
sağlamak için tüm insanları helaka sürüklemesi karşısında
insanlığın doğru yolu bulmasına
(hidayetine) ve yoldaki işaretleri tamamen kaybederek her
sapıtışında onun kurtuluşuna çalışan
bu iman kervanı anlatılmaktadır.
Ayetlere geçmeden önce, burada özetlediğimiz prensipler
(yol işaretleri) bütününe bakarak, hayratengiz ve
bütüncül manzara karşısında biraz duralım:
İnsanlık, yolun daha başında hidayete
ermişti, Allah'a inanıyor ve O'nu bir kabul ediyordu.
Sonra gerek insanın bizzat yapısındaki çatışan
etkiler sebebiyle ve gerekse etkileşim içerisinde bulunduğu
unsur ve etkiler nedeniyle, şirk, sapıklık ve
cahillik tarafına saptı... Bu arada peygamberler, onlar
sapmadan ve şirke düşmeden önce sahip oldukları
hakikati getirdiler. Helâk olan mahvoldu ve kurtulan hayat buldu.
Yaşayanlar Tevhid'i imanın gerçekliğini kabul
edenlerdi. Onlar kendilerinin tek bir ilahının
olduğunu biliyorlar ve bütün varlıklarıyla bu
biricik ilaha teslim oluyorlardı. Onlar peygamberlerinin
kendilerine `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz,
O'ndan başka bir ilahınız yoktur"
şeklindeki çağrısını dinliyorlardı.
İşte bu, Allah'ın dininin bütünüyle üzerine
temellendiği ve tarih boyunca tüm peygamberlerin izlediği
tevhid gerçeğidir... Bütün peygamberler,
şeytanın saptırdığı ve Allah'a
-cahiliye türlerine göre değişen- başka ilâhları
şirk koşan, unutan ve yolu yitiren toplumlara, hak ile
batıl arasındaki mücadelenin temelini oluşturan ve
Allah'ın sayesinde yalanlayanları sorguya çektiği
ve kabullenenleri kurtuluşa erdirdiği bu kelimeyi
getirmişlerdir. Kur'an dillerinin
farklılığına rağmen, tüm peygamberlerin
sözettiği ilkeleri aynı gösteriyor, söyledikleri
şeylerin hikâyesini ve içeriğini tek bir ayette şöyle
ifade ediyor: `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz,
O'ndan başka bir ilâhınız yoktur'
İşte bu, -tarih boyunca- ilâhi inançdaki anlam
-hatta lafız- birliğinin göstergesidir! Bu ifade,
gerçek inancın söylemindeki inceliği inanç birliğinin
somut bir tasvirini yapmaktadır. Tüm bunlar, inanç tarihini
anlatırken Kur'an'ın izlediği metodu göstermektedir...
Bu göstergenin ışığı altında,
Kur'an metodu ile dinler tarihinin metodu arasındaki fark
ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu anlatım, bütün
Peygamberlerin Allah katından getirdiği temel inanç
kavramında herhangi bir aşama ve gelişmenin
olmadığını da belirtmektedir. İnançlarda
gelişme aşamalardan söz edenler ve ilâhi inancı
da bu gelişme ve sürece katanlar Allah'ın
buyruğundan farklı bir şey söylemektedirler.
-Yüce Kur'an'da gördüğümüz gibi- Bu inanç daima tek bir
gerçeği getirmiştir ve onu ifadelendiren sözler aynıyla
hikâye edilmiştir. `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk
ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.' Bütün
peygamberlerin kendisine çağırdığı bu ilâh,
`alemlerin rabbi' olan ve büyük günde insanları sorguya
çekecek olan Allah'dır. Bu noktada, Allah katından
gelen peygamberler ne bir kabile, ne bir millet, ne de bir soyun
Rabbine çağırmıştır. Allah katından
gelen bu peygamberler iki veya daha çok ilâha da çağırmamışlardır...
Yine bir toteme veya yıldızlara, ruhlara ya da putlara
kulluğu da çağırmadılar.
Dinler tarihi bilginlerinin ileri sürdükleri gibi, bu
dünyadan başka bir alemin olmadığı düşüncesine
dayalı bir din Allah katından gelmiş değildir.
Bu araştırmacılar, sözkonusu değişik
cahiliye inançlarını gözden geçirirler, sonra da bu
asılsız inançların o dönemde yaşayan
insanların tanıdıkları tek dini
oluşturduklarını başka hak bir dinin
bulunmadığını ileri sürerler.
Ardarda gelen her peygamber, pak Tevhid'i, alemlerin Rabbinin
rabb kabul edilmesini ve din günündeki hesaba çekilme inançlarını
getirmiştir. Fakat her peygamberden sonra hortlayan
cahiliyete ilaveten insanın bizzat
yaratılışındaki ve ona etki eden unsurlardaki
karmaşıklık, içiçe girmiş etkilerin tesiri
inanç çizgisinde sapmalar oluşmaktadır... Bu sapmalar,
cahiliye inançlarından çeşitli şekillerde ortaya
çıkıyor.. İşte dinler tarihi bilginleri
bunları araştırırlar ve sonra da bir süreç
içersinde, aşama aşama geliştiğini ileri sürerler.
Her neyse bu, Allah'ın sözü ve uyulmaya en layık
olandır. Özellikle islâm inancını inceleme veya
onu savunma amacıyla bu konudan sözedenler için. Bu
Kur'an'a inanmayanlar ise, zaten oldukları gibiler. Allah
doğrudan söz eder ve hükmedenlerin en hayırlısıdır...
Her peygamber -tümüne selâm olsun- daha önceki
peygamberlerin kendilerini bıraktığı
Allah'ın birliği inancından sapan kavmine
gelmiştir... İlk insanlar -Adem ve Havva'nın inançlarında
olduğu gibi- Alemlerin Rabbi olan Allah'ı birleyerek dünyaya
gelmişlerdir. Sonra yukarda belirttiğimiz etkenler
sebebiyle sapıttılar. Sonunda Nuh (selâm ona olsun)
geldi ve onları bir kez daha alemlerin Rabbini birlemeye çağırdı.
Sonra tufan oldu ve yalanlayanlar mahvoldu, inananlar kurtuldu. Böylece
yeryüzü -Nuh'un öğrettiği şekilde- alemlerin
Rabbini birleyen bu muvahidler ve çocukları tarafından
imar edildi. Bu durum, daha öncekilerin sapıttığı
gibi, tekrar cahiliyeye dönmelerine kadar sürüp gitti. Daha
sonra Hud geldi ve yalanlayanlar şiddetli bir
fırtına ile mahvoldular... Sonra bu hikaye böylece
tekrar tekrar yaşandı.
Bu peygamberlerden her biri, kendi toplumuna gönderilmiş
ve `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan
başka bir ilâhınız yoktur' demişlerdi... Her
peygamber kendi toplumuna kendilerinden olması ve
soydaşlarının hidayetine arzulu bulunması
sebebiyle, hem sorumluluğun
ağırlığını ve hem de cahiliyede
kalmaları halinde dünya ve ahirette karşılaşacakları
kötü sonuçlarını hatırlatarak `Ben size güvenilir
bïr öğütçüyüm' diyordu. Her defasında bu gerçek
söze karşı kavmin ileri gelenleri ve müstekbirlerinden
oluşan önderleri karşı duruyor ve alemlerin Rabbi
olan Allah'a teslimiyetten kaçınıyorlardı. -bütün
peygamberlerin ve Allah'ın gönderdiği bütün dinlerin
dayandığı temel prensip olan- dini ve
tapınmayı tek Allah'a ait kabul etmeyi
reddediyorlardı. Bu noktada bütün peygamberler tağutun
yüzüne karşı gerçeği
haykırıyorlardı. Sonra kavim inanç temeline dayalı,
birbirinden farklı iki topluluğa bölünüyordu.
böylece sadece inanç bağları toplumu belirliyordu. Ne
milli bağlar, ne de ailevi bağlar ortada kalıyordu.
Tek bir toplum, birdenbire aralarında ne akrabalık
bağı, ne de bir ilişki olan birbirinden ayrı
iki toplum haline geliyor. İşte o zaman fetih gerçekleşiyor.
Allah hidayete eren toplum ile sapıtan toplumun arasında
hüküm veriyor, yalancı müstekbirleri cezalandırıyor
ve boyun eğen müslümanları kurtarıyor.
Allah'ın yasası, toplumun inanç temeline göre iki
farklı toplum haline gelmeden, inanç sahipleri kulluklarının
sırf Allah'a olduğunu açıklamadan
imanlarını tağutun suratına haykırmadan,
toplumlarıyla farklılıklarını ilân
etmeden önce, ne zafer ne de ayırd edici bir özellik
olabilir. Tüm bunlar Allah'a olan çağrı tarihine
tanıklık etmektedir. Her peygamberlik misyonu aynı
konu üzerinde yoğunlaşmaktadır, tüm insanların
alemlerin Rabbi olan biricik Rabblerine kulluk etmeleri. Bu kulluk
biricik Allah'a has gerçektir. Ki insanlığın
yaşamında onsuz doğru bir şeyin
olamayacağı temel kuraldır. Kur'an, bütün
peygamberler arasında ortak olan bu temel prensibi
belirttikten sonra, diğer ayrılıkların
ayrıntıları hakkında pek az bilgi vermektedir.
Çünkü -temel inanç prensibi ortaya konduktan sonra- her
türlü ayrıntı dindir ve ancak bu prensibe
dayanır, bunun dışına çıkamaz. Kur'an
metodunun onunla belirginleşmesi ve iman kervanının
anlatılması esnasında -bütün Kur'an içersinde-
sadece onun hatırlatılması, bu prensibin
Allah'ın terazisinde ağırlıklı önemini
gösterir. -En'am süresi girişinde söylediğimiz gibi-
Bu prensibin, Kur'an'ın Mekke'de inen surelerinin temel
konusu olduğunu hatırlatıyoruz. Kur'an'ın
Medine'de inen sureleri de bu konuya değinmektedir.
Bu dinin bir "özü", bir de bu özü anlatma
"yöntemi" vardır. Bu dinin "yöntemi"ne
önem, ne de zorluklar açısından dinin "özü"nden
daha aşağı değildir. Bizim görevimiz, bu
dinin getirdiği temel özü öğrenmek olduğu gibi,
bu özü ortaya koyma yöntemine de bağlı kalmak
olmalıdır. Bu yöntemde, ilâhın biricik
olduğu gerçeği belirgin, tekrar tekrar ve kuvvetle
vurgulanıyor. İşte bundan dolayıdır ki,
bu suredeki kıssalarda yer alan temel prensip, kuvvetle,
tekrar tekrar, belirgin olarak ve özellikle ortaya konuyor.
Bu kıssalar, insan ruhunda imanın tabiatı ile küfrün
tabiatını tasvir ediyorlar. İmana yatkın
kalpler ile küfre teşne kalplere ısrarla örnekler
veriyor. Bütün peygamberlere iman edenlerin kalbinde asla
Allah'a teslimiyet ve Rasulüne boyun eğme noktasında
herhangi bir büyüklenme yer almaz. Allah'ın, onları
sakındırmak ve tebliğ etmek için aralarından
birini seçmesini de şaşılası bir olay kabul
etmezler. Bütün Rasulleri inkâr edenleri ise, günahla
kibirlenen kimselerdir. Yaratma ve emretme yetkisinin tek sahibi
Allah'ın hakkı olduğunu kabul ederek, ellerindeki
gasbedilmiş otoriteden vazgeçmeyi ve aralarından birini
dinlemeyi gururlarına yediremezler. Bunlar toplumları
arasında, hakimler, aristokratlar, şöhretliler ve
otorite sahiplerinden oluşan, kavmin ileri gelenleri
(melesi)dirler... Bu noktada biz, bu dinin temel meselesini de öğreniyoruz...
O, otorite ve hakimiyet meselesidir... Bu ileri gelenler (mele),
peygamberler `Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz,
O'ndan başka bir ilâhınız yoktur.' Ve `Ben ancak
alemlerin Rabbinin bir elçisiyim' diye söylediklerinde, bunun ne
anlama geldiğini daima hissediyorlardı.. İlâhın
bir oluşu ve Rabblığın
kapsayıcılığının
anlamının, ellerindeki gasbedilmiş otoritenin geri
alınması ve asıl sahibine, alemlerin Rabbi olan
Allah'a iade edilmesi olduğunu anlıyorlardı.
İşte mahvoluncaya değin bu uğurda direnip
durdukları bundandır!
Sonunda
da bu yol onları cehenneme götürdü. -Kıssalarda
anlatıldığı gibi- yalanlayanların sonu
hakkında, değişmez ilâhi yasa işledi:
Allah'ın ayetlerini unutma ve yolundan sapma. Allah'ın,
peygamberi vasıtasıyla gafilleri uyarması.
Kulluğu sırf Allah'a has kılmaya ve alemlerin
Rabbine boyun eğmeye karşı kibirlenme. Bolluk
sebebiyle gafil olma, korkutmaya karşı alaycı bir
tavır takınma ve azabın çabuklaştırılmasını
isteme... Azgınlık, tehdid ve müminlere işkence...
Müminlerin sabretmesi ve inanç temelli kamplaşma... Sonra
tarih boyunca olagelen Allah'ın yasasına uygun olarak
(azabın) tekrar gelişinin hızlanması!
Son olarak şunu da belirtelim: Batıla dalanlar, gerçeğin
varlığına bile tahammül edemezler. Hatta gerçek,
-aralarındaki meseleyi Allah`ın hükmüne ve zaferine bırakarak-
batıldan ayrı yaşamayı istese bile. Batıl
onun bu konumunu dahi kabullenemez. Aksine gerçeği takip
eder, saldırır ve kovarlar. Şuayb (selâm ona
olsun) toplumuna şöyle demişti:
`Eğer içinizden bir grup benim aracılığım
ile gönderilen mesaja inanırken, diğer bir grup buna
inanmamış ise, Allah'ın aramızda hüküm
vereceği güne kadar sabrediniz, O hüküm verenlerin en
iyisidir.'
Fakat onlar bu durumu kabul etmediler. Ne hakkın
yaşamasını, ne de tağutların
otoritesinden çıkarak, tek Allah'ın dinini kabul eden
bir toplumun varlığını kabullenebilirler.
O'nun kendini beğenmiş soydaşları dediler
ki: `Ya seni ve seninle birlikte inananları kentimizden süreriz,
ya da dinimize dönersiniz."
Şuayb tağutların bu tekliflerini reddederek, gerçeği
haykırdı ve onlara dedi ki: `İstemesek de mi? Allah
bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek
Allah'a yalan yere iftira etmiş oluruz.'
Şuayb (selâm ona olsun) Allah'a çağıranların,
tağutlara karşı tavır almasının farz
olduğunu bildiği için böyle yapmıştır.
Çünkü onlardan kaçınmanın bir yararı yoktur.
Tağutlar onları, dinlerini tamamen terk etmedikçe ve
Allah onları kurtardığı halde tekrar
tağutların dinine dönmedikçe rahat bırakmazlar.
Onların sırf, kalplerini tağutlara kulluktan
arındırmaları ve sadece Allah'a kulluğu
benimsemeleri sonucu, Allah onları
kurtarmıştır. Savaşa dalmaktan,
zorluklarına katlanmaktan, kesin inanç kamplaşmasından
sonra Allah'ın zaferini beklemekten ve Şuayb ile beraber
`Sırf Allah'a dayanırız biz. Ey Rabbimiz,
soydaşlarımız ile aramızdaki
anlaşmazlığı sen hak uyarınca çözüme
bağla. Çünkü anlaşmazlıkları en iyi
çözüme bağlayan sensin' demekten başka çıkar
yol yoktu... İşte bundan sonra tarih boyunca olduğu
gibi, bir kez daha Allah'ın yasağı harekete geçecektir.
Kur'an kıssaları konusunda, bu ana hatları
belirtmekle yetiniyoruz, böylece ayetleri ayrıntıları
ile incelemeye geçebilelim.
Aşağıdaki bölümde Allah'ın şerefli
peygamberlerinin yürüdüğü iman kervanının bütün
evrende bulunan iman kervanından söz edilmektedir.
-Rabbiniz Allah'dır, o gökleri ve yeri altı günde
yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O gündüzü sürekli
kovalayan geceyi gündüzün üzerine örter. Güneş, ay ve
yıldızlar O'nun buyruğuna
başeğmişlerdir. İyi bilin ki, yaratma ve yönlendirme
O'nun tekelindedir. Alemlerin Rabbi olan Allah yücelerin
yücesidir. (A'raf 54)
Gökleri ve yeri yaratan, sonra Arş'a kurulan, geceyi sürekli
gündüzü kovalamaya sürükleyen, güneş, ay ve
yıldızları buyruğuna baş eğdiren,
yaratma ve yönlendirme tekelinde olan bu ilâhın dinine
girmek. işte yalnızca bu ilâhın dinini din
edinmek, tüm peygamberlerin çağırdığı
ve tüm insanların kendisine çağrıldığı
temel prensiptir. Her bir şeytan Allah yolu boyunca oturur ve
ondan saptırmaya, çeşitli şekilleriyle ortaya çıkan
cahiliyeye döndürmeye çalışır. Fakat tümü de
Rabblik konusunda Allah'dan başkasını O'na ortak
koşma lekesiyle damgalıdırlar.
Kur'an yöntemi, bu evrenin Allah'a kulluğu ile
insanın, içinde yaşadığı evrenle
birlikte bir düzene girmeye, kâinatın tamamen teslim
olduğu ve emirlerine boyun eğerek hareket ettiği
Allah'a teslim olmaya çağrılması arasındaki
bağı tekrar tekrar hatırlatıyor. Çünkü bu
evrensel gerçeğin hatırlatılması, insan
kalbinin yumuşamasına ve teslim olanların kulluk
yoluna kendi içinden gelen bir güdüyle yönelmesine yetecektir.
Bütün varlık nizamında, tek başına baş
kaldıramayacaktır.
Şerefli peygamberler, insanlığı uyduruk bir
yolcu çağırmıyorlar, onlar sadece tüm kâinatın
dayandığı temele, bu evrende bir yol olan temel gerçeğe
çağırıyorlar... O, insanın
yaratılışında varolan gerçeğin bizzat
kendisidir ve arzuları onu bulandırmadığı
ve şeytanlar aslıyyetini bu gerçekten uzaklara
sürüklemediği sürece, fıtratları da ona çağırmaktadır.
İşte bunlar, görüldüğü şekilde
surelerdeki ayetlerin birbiri ardınca
sıralanışından çıkardığımız
dokunuşlardır.