Hepsi birlikte indiler... Bu yeryüzüne indiler... Fakat onlar
nerede idiler? O cennet nerede idi? Bu konular bizde kendisine ilişkin
hïçbir haber bulunmayan gayb meseleleridir. Tek başına
gayb anahtarını katında bulunduran Allah'ın
bize bildirdiğinden verdiklerinin dışında bu
konularda bir şey diyemeyiz. Valıyin kesilişinden
sonra bu gaybı öğrenmeye ilişkin çabaların
tamamı boşa kürek sallamaktan başka bir anlam
ifade edemez. Bu konulardaki bütün yalanlamalar da aynı
şekilde insanların bugünkü alışkanlıklarına
dayanmaktadır. İnsanların zannı "bilgileri/bilimleri"
ise, şımarıklıktan başka bir şey
değildir. Çünkü bu "bilim" elinde hiçbir vasıta
ve araç yok iken bu gayb konularına girmeye çalışırken
haddini ve sahasını aşmış olur.
Gaybın tamamını inkâr ederken tamamen
şımarmış olur. Çünkü gayb, bu bilimi her
yönden kuşatmış bulunmaktadır. Bilimin
alanına giren "madde"nin dahi bugün bilinmeyen kısmı,
bilinen kısmından çok daha fazladır. (Daha
geniş bilgi için 7. cüzünde En'am-59 ayetinin tefsirine
bakınız.)
Hepsi birden yeryüzüne indiler. Adem ile eşi ve iblis
ile soydaşları. Birbirleriyle mücadele etsinler, biri
diğerine düşmanlık etsin diye indiler. İki
yaratık ve iki karakter arasında savaş sürüp
gitsin diye... Bu iki yaratıktan biri sırf kötülük
için yaratılmış, diğeri hem iyiliğe hem
de kötülüğe yönelebilecek çifte yetenekli kılınmıştır.
Böylece sınav gerçekleşmiş ve Allah'ın
takdiri yerini bulmuştur.
Hz. Adem'e ve nesline yeryüzünde yerleşmeleri orada
barınmaları ve bu süreye kadar oradaki nimetlerden
yararlanmaları takdir edilmişti. Orada
yaşamaları, orada ölmeleri, sonra oradan çıkarılıp
tekrar diriltilmeleri belirlenmişti... Bu süreçten sonra
insanlar Rabblerine dönecekler, bu uzun yolculuklarının
sonunda ya onun cennetine veya cehennemine varacaklardı.
Birinci yolculuk burada sona eriyor. Onu kimbilir kaç yolculuk
izleyecek. İnsan bu yolculuk boyunca Rabbine
sığındığı müddetçe galip gelecek,
düşmanı ile dost olduğu sürece de sürekli mağlûb
olacaktır.
İNSANIN YAPISI
Biz burada verilenleri birer hikâye olarak algılamamalıyız!
Çünkü bunlar insanın gerçek özelliklerini ortaya koyan
açıklamalardır. Bunlar insanın gerçek niteliğini,
karakterini, yaradılışını, kendisini
kuşatan dünyaları, hayatına hükmeden kaderi,
yüce Allah'ın insan için razı olduğu yolu,
kendisiyle karşılaşacağı sınavı
ve kendisini bekleyen sonu ortaya koymaktadır. Bunların
hepsi de "İslâm Düşüncesinin İlkelerini"
belirlemede göz önünde bulundurulması gereken gerçeklerdir.
Biz burada bu gerçekleri Fî Zılâl'de izlediğimiz
metodun elverdiği ölçüde öz olarak belirtmeye çalışacağız.
Bu konuların geniş açıklamalarını ise bu
konuya ilişkin özel araştırmamıza havale
edeceğiz. "İslâm Düşüncesinin Özellikleri
ve İlkeleri" kitabına...
1- İnsanlığın doğuşu
kıssasından anladığımız birinci gerçek
daha önce belirttiğimiz gibi, evrenin yapısı ile
insan denen varlığın yaradılışı
arasında bir uyumun bulunduğu gerçeğidir.
İnsanı ve evreni kuşatan ilâhi takdir, insanın
bu yaradılışını tesadüfe bırakmamış,
onu belirlenmiş bir takdir ile gerçekleştirmiştir.
Ayrıca insan ile evren arasındaki uyumu
değişmez bir ilke olarak koymuştur.
Allah'ı gerçek anlamda tanımayanlar, O'nu
gereği gibi takdir edemeyenler, Allah'ın kaderlerini ve
işlerini kendi küçücük beşeri ölçüleriyle değerlendirmeye
çalışırlar. Bunlar baktıklarında görüyorlar
ki, insan denen bu varlık, bu yeryüzünde koca evren içinde
havaya savrulan bir zerreden farksız olduğunu görüyorlar.
O zaman da diyorlar ki, bu insanın varoluşunun
arkasında bir amacın bulunması "akla
yatkın" değildir. Bu insanın evrenin
nizamı içinde bir fonksiyonu olduğunu söylemek ise
daha mantıksız bir şeydir! Onlardan
bazıları ise, insanın bir tesadüf eseri meydana
geldiğini, etrafını kuşatan evrenin onun
varoluşuna ve hayatının tümünün varoluşuna
karşı olduğunu sanmaktadırlar! .. Aslında
bunların hepsi, kaynak yönünden Allah'ın kaderlerinin
ve işlerinin insanın küçücük ölçüleriyle değerlendirilmesinden
ortaya çıkan saçmalıklardan öteye geçmez!
Gerçekten bu baş döndürücü mülkün asıl sahibi
insanın kendisi olsaydı bu yeryüzünü gereği gibi
idare etmezlerdi. Zaten yeryüzünün üzerinde gezen birinin onun
sahibi olması da düşünülemez! Çünkü insanın
kapasitesi bu başdöndürücü mülk gibi bir varlığı
idare etmeye ve oradaki her şeyi gereken önemi vermeye
yetmez. Oradaki her şeyi değerlendirmeye ve idare etmeye
elverişli değildir. Burada yer alan
varlıkların tümü arasında sağlıklı
bir ahenk kuramaz. Ancak yüce Allah insan gibi değildir. O
gerçekten Allah'tır. Göklerde ve yerde hiçbir şey
O'nun kontrolü dışına çıkamaz. O bu koca mülkün
sahibidir. Burada O'nun koruması olmadan taş taş
üstünde kalmaz. O'nun iradesi olmadan hiçbir şey varolamaz.
Allah'ın yolundan saptıktan ve arzularıyla
başbaşa kaldıktan sonra insanın yakasına
yapışan en büyük musibet, bunu ilim/bilim! diye takdim
etse de, O'nun Allah'ın, Allah olduğunu
unutmasıdır. Yüce Allah'ı kendi arzusuna göre düşünmesidir!
Allah'ın kaderlerini ve işlerini insanın küçük
kriterleriyle değerlendirmeye çalışmasıdır!
Sonra da gurura kapılıp bu arzuların direktifleri
ile gerçeğin üzerine örtmesidir!
İnsanlığın içine düştüğü pek
çok sapık düşüncelerin tipik bir örneği olarak
Sir James Jeans, "Gizemli Evren" kitabında diyor ki:
"Son derece küçük ve sevimli bir kum taneciği olan
dünyamızın üzerinde durup uzayda ve zaman için
yerküremizi kuşatan evrenin yapısını ve
varlığının amacını anlamaya çalıştığımızda,
başta korku ve dehşetle irkiliyoruz. Bu evren nasıl
korkunç ve ürpertici olmaz! Öyle dehşet verici
boyutları var ki, aklımız onların
sahasını kavramaktan aciz kalmaktadır. Üzerinden
öyle uzun asırlar geçmiştir ki, onları düşünmek
bile mümkün değildir. Bu uzun yılların
yanında insanlık tarihi öyle sönükleşmektedir ki,
bir göz açıp kapatmak kadar sığan bir süreye sıkışmaktadır.
Evet evren bize, korku ve dehşet vermektedir. Çünkü orada
korkunç ölçüde bir bütünlük olduğunu izliyoruz. Uzay
boşluğu içinde dünyamızın ne denli sönükleştiğini
biliyoruz. Bizim bu dünyamız uzayın diğer
varlıklarına oranla dünyanın okyanuslarında
bulunan milyonlarca kum taneciklerinden sadece biri olmaktan
öteye geçmez! Fakat bütün dünyayı titreten en korkunç
şey, görülebildiği kadarıyla bu evrende bizim
hayatımıza benzer başka bir hayatın
olmadığıdır. Sanki bizim
duygularımızın, arzularımızın,
sanatlarımızın ve dinlerimizin hepsi bu evrenin düzenine
ve planına yabancı kalmaktadır. Hatta bu evren ile
bizim hayatımıza benzer bir hayat arasında köklü
bir düşmanlık olduğunu söylemek gerçeğin ta
kendisi olabilir. Çünkü uzayın büyük çoğunluğu
öyle soğuktur ki, orada her çeşit hayat bütünü ile
donar. Öte yandan uzayda yer alan maddelerin büyük çoğunluğu
öyle bir sıcaklığa sahiptir ki, bu
sıcaklık orada hayatı imkânsız hale
getirmektedir. Aynı şekilde uzay çok çeşitli
ışınlarla dolup taşmaktadır. Bu
ışınlar durmadan uzay cisimlerine, çarpmaktadırlar.
Ki, bu
ışınların
çoğu hayatın düşmanıdır veya ana son
vermeye yeterlidir.
İşte şartların bizi içine attığı
evren budur. Eğer bizim bu dünyada ortaya çıkışımızın
evrende meydana gelen ani değişimle gerçekleşmiş
olması doğru değilse, en azından gerçekten
bir tesadüf eseri olarak adlandırabilecek bir olay sonucunda
meydana geldiğimiz söylenebilir!.."
Biz daha önce evrenin hayatın ortaya çıkışına
düşman olduğunu, bununla beraber herhangi egemen bir gücün
takdiri ve iradesinin de mevcut olmadığını
ileri sürmenin üstelik hayatın bir realite olarak
varolduğunu ileri sürmenin bilgin bir aklın değil,
normal akıl sahibi bir insanın bile düşünemeyeceği
şeyler olduğunu söylemiştik! Yoksa her şeye
rağmen egemen olan takdir edici hiçbir gücün mevcut olmadığını
söylemekle beraber hayatın, kendisine düşman olan bir
evrende ortaya çıkışı nasıl mümkün
olabilir? Acaba hayat bu evrenden daha mı kuvvetlidir ki,
onun istememesine rağmen ortaya çıkmıştır?
Mesela insan denilen bu varlık varolmadan önce bir realite
olarak varolan bu evrenden daha mı güçlüydü? Bu gücü
ile mi evrenin karşı koymasına rağmen evrende
ortaya çıktı?
Bunlar aslında üzerinde durmaya bile değmeyen düşüncelerdir!
Eğer bu "bilginler" biz ancak kendi imkânlarımızla
ulaşabildiğimiz konularda görüş ileri sürebiliriz
demekle yetinip, hiçbir temele dayanmayan bu gibi "meta-fizik"
saçmalıklarla uğraşmasalardı, sadece fiziki
varlıklarla uğraşsalardı eksik de olsa
insanlara etraflarını kuşatan evreni
tanımasına ilişkin fonksiyonlarını
yerine-getirebilirlerdi! Fakat onlar, sağlıklı
bilginin alanları dışına çıkıyorlar,
küçücük insanın arzuları dışında hiçbir
delile dayanmayan teorilere ve zanlara dalıyorlar!
Biz, Allah'ın rahmeti ve hidayeti ile, bu muhteşem
evrene baktığımızda Sir James Jeans'ın
kendisinden söz ettiği korku ve dehşetin izine bile
rastlamıyoruz! Yalnızca bu evrenin
yaratıcısı olan Allah'a saygı duyuyor ve ondan
korkuyoruz. O'nun yaratmasında apaçık olarak ortaya çıkan
ululuğunu ve güzelliğini idrak ediyoruz. Yüce Allah'ın
yarattığı bu dost evrende tam bir güven ve yakınlık
hissediyoruz kendimize, Cenab-ı Allah bizi bu evrende tam bir
uygunluk ve ahenk içinde yaratmıştır... Evet
Evren'in dehşet verici büyüklüğü ve çok dakik ve
ince hesapları bizi ürpertiyor. Fakat biz buna rağmen
korkuya ve dehşete kapılmıyoruz. Kaybolmuşluk
duygusuna ve her an yok olma beklentisine kapılmıyoruz.
Çünkü bizim de O'nun da Rabbi Allah'tır... Evrenle
ilişkilerimizi sevgi, kolaylık, dostluk ve güven
ilkesine göre düzenliyoruz. Rızıklarımızı,
gıda maddelerimizi, geçim kaynaklarımızı ve
mallarımızı evrende bulmaya çalışıyoruz...
Ve Allah'ın şükreden kullar arasına girmeyi
umuyoruz:
"Size yeryüzünde yurt sağladık, orada size çeşitlï
geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az
şükrediyorsunuz."
2- "İnsanlığın
yaradılış kıssasından öğrendiğimiz
ikinci gerçek şudur: Eşsiz bir varlık olan insan
canlılar aleminde onurlandırılmış bir
varlıktır. Kendisine verilen görev gerçekten çok
büyüktür. İçinde hareket ettiği alanlar ve ufuklar
çok geniştir. Tek Allah'a kulluğunun
sınırları içinde kendileriyle ilişki
kurduğu alemler çeşitlidir... İnsanın bu
şekilde değerlendirilmesi, evrende köklü, etkili bir
fonksiyona sàhip olan insanın değerini yok eden, onun
duyularına dayalı positivist ve materyalist ekollerin
yaklaşımına tamamen aykırı düşmektedir.
Bu ekollerde meselenin odak noktasını, madde ve maddenin
zorunlu etkileri oluşturur. Kıssadan anlaşılan
insanın prototipi, aynı zamanda Freud tarafından
ileri sürülen deneysel psikoloji (Psikanaliz) ekolünün yaklaşımına
da tamamen aykırı düşmektedir! Çünkü bu anlayış
insanı, cinsel bataklıkta kabul eder ve onun "yücelmesine"
bu cinsel bataklık yoluyla gerçekleşebileceğini
iddia eder! Kıssa da anahatları belirlenen bu insan
tipi, insanı hayvanlar dünyasının seviyesine
indirgeyen ve neredeyse insanın bütün özelliklerini yok
kabul eden olgunlaşma ve tekamül (evrim) ekolünün anlayışına
da tamamen aykırı düşer! .. Ne var ki, islâmın
insan denen eşsiz varlığı bu şekilde
onurlandırılmış kabul etmesi, aydınlanma
ve düşünce özgürlüğü döneminde ortaya çıkan
felsefi akımların ileri sürdükleri gibi, insandan bir
"ilâh" yapmaya çalışması anlamına
gelmez. Çünkü sağlıklı islâmi düşüncede
ancak gerçek ve denge vardır.
Her şeyde Kur'an'ın bütün ayetlerinden yola çıkarak
diğer varlıklardan bağımsız olarak
yaratıldığını kesin demesek de en
azından bu şekilde
yaratıldığını tercih ettiğimiz bu
eşsiz varlıklı insanın doğuşu ilân
edildi. Evet bu doğuşu evrensel bir toplantıda açıklandı...
Bu doğuşun tanıkları melekler olmuştu.
Onun doğuşunu melekler içinde ve bütün varlıkların
huzurunda yüce ve ulu olan Allah ilân etmiştir. Bakara
suresinde yer alan bir ayette belirtildiğine göre yüce
Allah onu yarattığı andan itibaren O'nun yeryüzünde
halife olacağını da açıklamıştır.
O'nun cennetteki ilk sınavı bu halifelik görevine hazırlık
niteliğindeydi. Hatta değişik surelerde yer alan
Kur'an ayetleri yüce Allah'ın yalnız yeryüzüne değil,
bu evrenin tümünü bu halifelik görevini yerine getirmesi için
onun hizmetine, göklerdeki ve yerdeki her şeyi onun emrine
verdiğini ilân etmektedirler.
Burada yaratıcısı tarafından insana verilen
görevin büyüklüğü de ortaya çıkmaktadır.
Çünkü ne kadar küçük olursa olsun bir gezegenin bayındır
bir hale getirilmesi ve Allah'ın halifeliğinin orada
egemen kılınması gerçekten çok büyük bir iştir'.
Yine kıssadan ve Kur'an-ı Kerim'in diğer
ayetlerinden anlaşılıyor ki, insan yalnız yeryüzünde
değil, bütün bir evrenin içinde eşsiz bir
yaratıktır. Meleklerden, cinlerden ve Allah
dışında hiç kimsenin kendisinden haberdar olmadığı
varlıklardan oluşan diğer yaratıkların
kendilerine has görevleri vardır. Sonra bunlar aynı
zamanda yapacakları bu fonksiyonlara uygun düşecek
karakterlere sahip olarak yaratılmışlardır.
Bunların içinde yalnız insan kendisine has özellikleri
ve bu fonksiyonuyla eşsiz bir yaratık olmuştur. Yüce
Allah'ın şu sözü insanın bu özelliğini
ifade etmektedir.
Demek ki, insan evrenin tümünde bu özellikleri açısından
eşsizdir. Onun özellikleri arasında zulüm ve cahillik
de vardır! Bunların yanında tam özgür olmasa da
bir seçme özgürlüğü vardır. İleri seviyede
bilgi edinme yeteneğine sahiptir. Kişisel bir iradesi
vardır. Zulüm ve cahilliğe ne kadar gücü yetiyorsa,
adalet ve ilme de gücü o kadar yeter. İnsanın bu iki yönlü
karakteri de aslında onu diğer varlıklar
arasında eşsiz bir konuma getirmektedir.
Bunların hepsi, evrenin korkunç büyüklükteki varlıkların
hacimleriyle
karşılaştırıldığında küçücük
bir hacme sahip bulunan bu dünya üzerinde insana o tür bakış
açılarını reddetmektedirler. Çünkü hacim her
şey demek değildir. Bilme yeteneğine sahip olan
akıl, Allah'a kulluğun sınırları
dahilinde gerçekleşen bağımsız hareket etme
yeteneğine sahip olan irade, kişisel tercih ve seçme
yeteneği gibi özellikler, Sir James Jeans'ın ve
benzerlerinin insanın değeri ve fonksiyonuna
ilişkin görüşlerini kendisine
dayandırdığı hacimden çok daha üstündürler
ve değer yönünden hacmi çok geride bırakırlar.
Gerek bu kıssada ve gerekse Kur'an'ın diğer bütün
ayetlerinde bu insan denen varlığa verilen önem, sadece
bu yeryüzündeki halifelik görevini eşsiz özellikleri
sayesinde yerine getirmesiyle sınırlı
değildir. Biz insana verilen bu önemin tablosunu insanın
içinde hareket ettiği alanları, ufukları ve
kendisiyle ilişki halinde bulunan bu alemleri düşünerek
tamamlayabiliriz.
"İnsan yüce ve ulu olan Rabbiyle doğrudan bir
ilişki içindedir! O'nu kendi eliyle yaratan, kendi
sözleriyle meleklerin ve bütün varlıkların içinde doğuşunu
ilân eden Allah'tır. Sakıncalı görülen ağaç
dışında her şeyi yemesini serbest kılarak
cennete gönderen de O'dur. Sonra kendi isteğiyle O'na yeryüzünün
halifeliğini veren ve Bakara suresindeki . ayette de
belirtildiği gibi bilginin temelini öğreten O'dur. "Allah
Adem'e bütün isimleri öğretti." Bu isim öğretme,
bizim tercihimize göre, kendilerine isim verilen eşyayı
ve manayı sözcükler ve isimlerle sembolleştirme
yeteneğidir. Daha önce Bakara suresinin ilgili ayetini açıklarken
belirttiğimiz gibi, bu yetenek bilginin
yaygınlaştırılmasına ve insan cinsinin tümüne
genelleştirilmesine imkân sağlayan temel kuraldır.
Yine yüce Allah hem cennette hem de cennetten sonra insana öğütlerde
bulundu. İnsanlığı diğer varlıklar
arasında eşsiz hale getirecek özel yeteneklerle donattı.
Onların arasından kendilerine peygamberler gönderdi.
Onun tevbesini kabul edeceğine ve hatalarını
bağışlayacağına söz vermek suretiyle
merhametle muamele etti. Bütün evrende eşsiz bir
varlık olan insana Allah'ın verdiği nimetler
saymakla bitmez.
"İnsan, melekler alemi ile de ilişki
halindedir." Yüce Allah, meleklerin, ona secde
etmelerini istemiştir. Meleklerden bazılarını
insana muhafız tayin etmiştir. Yine meleklerin
bazılarını peygambere vahyini
ulaştırması için vasıta
kılmıştır. Ayrıca "Rabbimiz
Allah'tır" deyip doğru yola girenlere melekleri gönderir.
Onlar müminlerin direnmelerini sağlamaya çalışırlar
ve onlara müjde verirler. Allah yolunda savaşanlara da
melekleri gönderir, kendilerine yardım edip müjdeler versin
diye. Öte yandan bu melekleri kâfirlerin üzerine salar.
Kâfirleri öldürürler, azab ve horlamayla onların
canlarını alırlar... Hem dünyada hem de ahirette
insanlar ile melekler arasında birçok ilişkiler
vardır.
"İnsanların cinlerle de ilişkisi
vardır:" Cinlerin iyileri ile de
şeytanları ile de. Az önce insan ile şeytan
arasındaki ilk savaşın tasvirine tanık
olmuştuk. Bu savaş belirlenmiş günün vakti
gelinceye kadar sürecektir. İnsanın, cinlerin
iyileriyle ilişkisi de Kur'an'ın başka ayetlerinde
belirtilmiştir. Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun-
kıssasında açıkça görüldüğü gibi,
cinlerin, insanların emrine girişi de değişmez
bir realitedir.
"İnsan aynı zamanda bu maddi evrenle de
ilişki içindedir." Özellikle yeryüzü, gezegenler
ve yakın olan yıldızlarla ilgisi vardır.
İnsan bunlarla, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak
ilişkiye geçer. Bu yeryüzünün güçleri, enerjileri, rızıkları
ve yeraltı kaynakları onun hizmetine verilmiştir.
Yeryüzünün bazı sırlarını açacak Allah
vergisi yetenekleri vardır. Yeryüzünün bazı
yasalarını öğrenebilir. Bu yasaları öğrenmesi,
bu büyük görevini yerine getirmesine yardım eder.
İşte insan kendisine sağlanan bütün bu imkânlar
içerisinde bütün canlılarla ilişkisini sürdürür...
Son olarak insan yapısının ve yeteneklerinin çift
yönlü olmaları nedeniyle bizzat kendisinden de çok uzakta
bulunan geniş boyutlu bir sahada hareket eder! En yüksek
göklere çıkar, meleklerin derecelerini geride
bırakır. Yeter ki, samimi bir biçimde Allah'a kulluk
yapsın ve sonuna kadar bu yolda ilerlesin. Hayvanî duygularını
ilâh edindiğinde "İnsanî özelliklerinden"
soyutlandığında ve hayvanlara yaraşan bir
çamurun içinde debelendiğinde ise hayvanların düzeyinden
de daha aşağı bir konuma düşer. Bu iki kutup
arasındaki mesafe somut dünyadaki gökler ile yer arasındaki
mesafeden daha büyüktür ve daha uzun bir mesafedir!
Bu kıssanın ve diğer Kur'an ayetlerinin de
işaret ettiği gibi bu özelliklerin hepsi insandan başka
varlığa verilmemiştir.
3- Bu kıssadan öğrendiğimiz üçüncü gerçek
de şudur: İnsan denen bu varlık bütün bu eşsizliğine
rağmen veya bu eşsizliği nedeniyle
yapısının bazı yönlerinden zayıftır.
Öyle zayıftır ki, onu kötülüğe sürüklemek ve
ihtiras duygularının yuları ile en alçak yerlere
sürüklemek mümkün olmaktadır. Onun şu ihtiras
duygularının başında sonsuzluk sevgisine
karşı zaafı, mülk sevgisine karşı
zaafı gelmektedir... İnsan Allah'ın yolundan
uzaklaştığında, arzularına teslim
olduğunda veya inatçı düşmanına teslim
olduğunda zaafının en şiddetli ve alçak
hallerine düşer. İnsanın bu düşmanı onu
saptırmayı boynunun borcu olarak kabul etmekte, var gücünü
kullanmakta ve eline geçirdiği hiçbir fırsatı bu
yolda ihmal etmemektedir!
İşte bu nedenle Cenab-ı Allah'ın da ona
merhametinin gereği olarak insan yalnız
fıtratı ile başbaşa
bırakılmamış ve tek başına
aklına havale edilmemiştir. Bunlara ilave olarak
kıssanın sonunda bir değerlendirme niteliği
taşıyan ayette de geleceği gibi, onu
uyarmaları ve hatırlatmada bulunmaları için
kendisine peygamberler gönderilmiştir. İşte
insanı kurtaracak olan en büyük dayanak da budur. Nefsani
duygularından sıyrılıp Allah'a koşmak
suretiyle gerçekleşen ihtiraslarından kurtuluş...
Rabbini andığında, O'nun rahmetini ve öfkesini,
mükâfatını ve cezasını
hatırladığında geri kaçıp gizlenen düşmanı
ndan kurtuluş...
Bunların hepsi insanın iradesini güçlendirir ki,
kendi zaaflarına ve ihtiraslarına hakim olsun.
İnsan bunun ilk eğitimini cennette görmüştür.
"Mahzurlu" sayılan şeye uymasının
farz kılınmasıyla O'nun bu iradesi takviye edilmek
istenmiştir. Saptırma ve zaaflarına karşı
onu etkin hale getirmiştir. İnsan birinci deneyiminde
başarısızlığa uğramışsa da
bu başarısızlığı diğer gelecek
deneyimleri için bir ibret olmuştur!
Yine Allah'ın insana merhametinin bir eseri olarak ona
tevbenin kapısını her an açık tutmuştur.
İnsan, unutup tekrar hatırladığında,
ayağı kayıp tekrar ayağa
kalktığında, sapıp tekrar tevbe
ettiğinde... Kapının kendisi için açık
olduğunu görecektir. Allah onun tevbesini kabul eder.
Sürçmesini ona bağışlar. Bundan sonra
Allah'ın yoluna girdiğinde Allah kötülüklerini
iyiliklere dönüştürür. Sevaplarını
dilediği kadar artırır. İlk suçunu kendisi ve
nesli için değişmez bir lanet yazgısı olarak
kabul etmez. Yani insanın sonsuza dek süren bir günahı
yoktur. Babadan oğula geçen herhangi bir günah da
sözkonusu değildir. Hiç kimse bir başkasının
günahını yüklenmez.
İslâm düşüncesindeki bu gerçek, hristiyanlıktaki
kilise düşüncelerinin temelini oluşturan nesilden
nesile geçen günah efsanesinin insanlığın
omuzlarına yüklediği ağırlığı
kaldırmaktadır. Bu öyle bir anlayıştır
ki, pek çok efsaneye ve hurafeye kaynaklık ettiği gibi,
üzerinde kurulan ayıpların ve yapılanların
korkunç ağırlıktaki sis bulutlarına da
kaynaklık etmiştir... Bu ağır yük insanların
boyunlarına vurulan bir lanet tasması gibi
insanlığın yakasını bırakmayan Hz.
Adem'in günahıdır... Bu öyle ağır bir yüktür
ki, güya ilâh, insanoğlu kılığına
girerek (Mesih, İsa) asılarak, işkence çekerek bu
nesilden nesile geçen günahın faturasını ödemiştir.
(!) İşte bu nedenle güya kendi kanı ile Hz.
Adem'in bütün insanlar tarafından miras olanın günahının
faturasını ödeyen Mesih ile birleşen herkesi
"bağışlayacağını" söz
vermiştir!
İslâm düşüncesinde mesele bundan çok daha rahat
biçimde halledilmiştir... Hz. Adem unutmuş ve hata
etmiştir... Sonra da tövbe etmiş ve
bağışlanma dilemiştir. Yüce Allah'da
tövbesini kabul etmiş ve onu
bağışlamıştır... Bu günahdan geriye
kalan, sadece, uzun boylu mücadele hayatında
insanlığa yardım edecek deneyimin
sağladığı ibret verici örnektir.
Bu ne kolaylık! Bu ne berraklık ve netlik! Bir inanç
problemine bu ne rahat çözümdür!
4- Bu kıssadan anlaşılan dördüncü gerçek
ise, şeytana karşı verilen savaşın
ciddiyeti ve köklü olduğu kadar, sürekli ve çetin oluşudur.
Kıssanın akışı içinde ortaya çıkmıştır
ki, bu inatçı düşman herhalde bu insanı izlemekte
her taraftan ve her yönden ona geleceğinde, her an ve zaman
onu izleyeceğinde ısrarlıdır.
"İblis dedi ki; "Beni
kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün
için andolsun ki, doğru yolun üzerinde pusu kurup insanların
yolunu keseceğim." Sonra önlerinden arkalarından,
sağlarından sollarından onlara
sokulacağım da çoğunluğunu şükreder
bulamayacaksın."
Lanetlik şeytan, bu tuzağı kendisi kurmayı
seçmiş ve planını gerçekleştirmesi için
kendisine uzun süre verilmesini istemiştir. Allah'ın
emrini apaçık olarak işittiği halde, O'na göz
göre göre isyan ederek işlediği günahının
bağışlanmasını dileyip Allah'a
yalvaracağına, böyle bir yolu tercih etmiştir.
Sonra Allah ın yolu üzerinde pusu kuracağını,
kimsenin oradan geçmesine izin vermeyeceğini, onları
Allah'ın yolundan saptırmak için her taraftan onlara
sokulacağını açıklamıştır!
Şeytan insanlara ancak onların zaaflarından ve
ihtiraslarının giriş noktalarından
sokulabilir. insanlar ancak iman ve zikir ile, onun
saptırmalarına ve telkinlerine karşı direnme gücünü
arttırmak ile, ihtiraslarına baskın çıkmak,
kendi arzularını Allah'ın yoluna boyun
eğdirmekle kendilerini şeytandan koruyabilirler.
Şeytana karşı verilen savaş köklü ve
önemli bir savaştır. Bu savaş doğru yola
uymak için şeytani arzularla, iradeyi egemen kılmak için
ihtiraslarla, yeryüzünün en güzel yönetim şekli olan
Allah'ın şeriatına uymakla şeytanın kendi
dostlarını içine sürüklediği yeryüzündeki
bozgunculuk ve kötülükle yapılan bir savaştır.
Vicdanlardaki savaş ile pratik hayattaki savaş birbirine
bağlıdır, ayrı değildir. İkisinin de
arkasında şeytan vardır!
İnsanların, kendilerinin hakimiyetine,
yasalarına, değerlerine ve ölçülerine boyun eğmesini
isteyen, Allah'ın hakimiyetini, yasalarını
değerlerini ve O'nun dininden kaynaklanan ölçülerini
uzaklaştırmak arzusunda olan yeryüzünde kurulmuş
bulunan tağutlar, cin şeytanlarından direktif alan
insan kılıklı şeytanlardır.
Tağutlara karşı mücadele etmek bizzat
şeytanın kendisiyle savaşmak demektir. Ondan uzak
değildir.
Böylece en köklü, en uzun boylu ve en büyük savaşın,
bizzat şeytana ve şeytanın dostlarına
karşı verilen savaş olduğu ortaya çıkıyor.
Buna bağlı olarak müslüman kendi arzularına,
ihtiraslarına karşı savaşırken, bir
taraftan da şeytanın dostları olan yeryüzündeki
tağutlarla, tağutların taraftarları ve
kuklalarıyla savaşacaktır. İçinde yaşadıkları
ortamda onların körükledikleri kötülük, bozgunculuk ve
çözülme ile de savaşacaktır. Müslüman bu savaşların
hepsine girerken karşısında ciddi, kesin ve çetin
bir tek savaş olduğunun bilincinde olmalıdır.
Zira bu savaşta müslüman düşmanın tek
olduğunu ve kendi yolunda gitmeye ısrarlı
olduğunu bilmektedir... Ve işte cihad bu nedenle
kıyamet gününe kadar sürecektir. Hem de bütün
şekilleriyle ve bütün sahalarıyla...
5- Son olarak bu kıssa ve onu izleyen
değerlendirmeler insanın yapısında ve
fıtratında yer eden bir gerçeğe parmak
basmaktadır. Bu gerçek de, insanın çıplaklıktan
ve açık-saçıklıktan utanmasıdır.
"Böylece onları aldatarak alta düşürdü. Ağacın
meyvesinden tadar-tatmaz ayıp ierleri meydana çıktı.
Bunun üzerine cennet yaprakları ile örtünmeye
koyuldular."
"Ey insanoğulları, size ayıp yerlerini
örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik.
Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu
Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders
alırlar."
"Ey insanoğulları, şeytan
ana-babanızı elbiselerinden soyundurup ayıp
yerlerini meydana çıkararak cennetten çıkardığı
gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin."
Bu ayetlerin hepsi de sözü edilen meselenin önemine, insan fıtratında
köklü bir yeri olduğuna işaret etmektedirler.
Örtünme ve ayıp yerlerini örtme insanı güzelleştiren
bir şeydir ve onun bedensel ayıplarını da
kapatır. Nitekim takva da insanın psikolojik
ayıplarının örtüsü ve elbisesidir.
Sağlıklı bir yaradılışa
(fıtrata) sahip olan insan bedensel ve psikolojik
ayıplarının ortaya çıkışından
rahatsız olur. Onları örtmeye ve gözlerden uzak
tutmaya çalışır. Bedeni örtüden, ruhu da
takvadan, Allah'tan ve insanlardan haya etme duygusundan
soyutlanmaya çalışanlar, dillerini kalemlerini, yönlendirme
ve basın yayın organlarını insanın bu
doğal eğilimini kökten kazımak için her çeşit
şeytani yönteme ve metoda başvuranlar. Bunlar
"insanı" kendi fıtri özelliklerinden ve insanı
insan yapan özelliklerden soyutlamak isteyenlerdir. Onlar insanı
kendi düşmanı olan, şeytana, şeytanın
elbiselerini indirmek ve ayıp yerlerini açmak gibi arzularına
teslim olmasını istemektedirler. Bunlar aynı
zamanda siyonizmin insanlığı yok etmek ve
insanlık içinde çözülmüşlüğü yaymak
suretiyle siyonizmin egemenliğine boyun eğdirmek için
hazırladığı korkunç plânları uygulayan
kimselerdir. Zaten insanlık kendi değerlerini
yitirmiş durumdadır!
Çıplaklık hayvanların fıtratına
mahsus bir durumdur. İnsan, insan olmanın altında
bir seviyeye düşmediği sürece çıplaklığa
taraftar olmaz. Çıplaklığı, güzellik olarak
görmek insanın zevklerinde kesinlikle bir çarpıklığın
ifadesidir. Afrika ormanlarında yaşayan geri
kalmış insanlar da çıplak idiler. İslâm
kendi medeniyetiyle birlikte bu bölgelere girdiğinde bu
medeniyetin ilk görünümü çıplakları giydirmek
olmuştu. "İlerici" modern cahiliye ise,
insanları islâmın geri kalmış milletleri
kendisinden kurtarmaya çalıştığı bir
bataklığa sürüklemektedir. İslâm, insanları
islâmı anlamı ile "medeniyet" düzeyine çıkarmak
ister. Çünkü islâm, insanın özelliklerini kurtarmayı,
onları belirginleştirmeyi ve takviye etmeyi arzu eder.
İnsanın psikolojik olarak hayadan ve takvadan
soyutlanması ilkelliğin hortlaması ve cahiliyeye dönüş
demektir. Halbuki uğursuz sesler ve kalemler yönlendirme ve
basın-yayın organları bunun çığırtkanlığını
yapmaktadırlar. Yoksa bu şeytanın
eğitilmiş yönlendirilmiş organlarının
istediği ve telkin ettiği gibi ilerleme ve
medenileşme değildir. (Medeniyetin anlamı için
A'raf Suresi'nin 2. ayetine bakınız)
İnsanlığın Kur'an'da yer alan
yaradılış kıssası bu köklü değerlere
ve ölçülere işaret etmekte ve onları en güçlü
şekilde açıklamaktadır.
Bizi, şeytanın telkinlerinden ve cahiliyenin
bataklığından kurtarıp doğru yola ileten
Allah'a şükürler olsun!
Bu da surenin akışında yer alan
değerlendirme amaçlı duraklamalardan biridir.
İnsanlığın büyük hikâyesini içindeki ilk
sahnenin ardından yer alan uzunca bir duraklamadır bu.
Nitekim surenin akışı içinde her aşamada buna
benzer duraklamalara rastlanmaktadır. Sanki şöyle
denmek isteniyor: Büyük yolculuğa çıkmadan önce
şu konaktaki ders alınacak şeyleri iyice düşünmek
için burada bir nebze duralım."
Bu şeytanla insanlık arasında belirtileri
başgösteren savaşın karşısında bir
duraklamadır. Şeytanın yöntemlerinden ve nüfuz
alanlarından sakındırmak, geçmişte beliren,
çeşitli görünüm ve şekilde belirecek olan hareket
tarzını ortaya çıkarmak içindir bu duraklama.
Ancak Kur'an'ın ifade metodu, bir durumu
karşılama sözkonusu olmadığı sürece
direktif vermez. İslâmi hareketin pratiğinde bir olgu
olarak belirmedikçe herhangi bir hikâyeyi aktarmaz. Kur'an'ın
ifade metodu, söylediğimiz gibi sırf sanatsal zevk için
hikâyeleri aktarmaz. Yalnızca teorik olarak sunmak için
herhangi bir gerçeği açıklamaz... Çünkü islâmın
realistliği ve ciddiliği direktif açıklamalarının
islâmi hareketin fiilen karşısına çıkan
durumlara karşılık olmalarını zorunlu
kılmaktadır.
Büyük insanlık hikâyesinin ilk aşamasının
ardından burada yer alan şu değerlendirme de Arap
cahiliyesinde varolan bir olguyu karşılıyordu...
Kureyşliler, putların ve put
bakıcılarının barınağı haline
getirdikleri Allah'ın evini ziyaret eden diğer Arap müşriklerine
karşı kendileri için bazı haklar
uydurmuşlardı. Bu hakları, Allah'ın dinine
uygun olduğunu iddia ettikleri inançlara dayandırıyorlardı.
Bu düşünceleri de Allah'ın şeriatı
olduğunu iddia ettikleri birtakım yasal kalıplara dökmüşlerdi.
Bu şekilde aşağı-yukarı her cahiliye
toplumundaki tapınak bekçilerinin kâhinlerin ve liderlerin
yaptığı gibi müşriklerin kendilerine boyun
eğmelerini sağlamak amacındaydılar.
Kureyş, kendisine özel bir isim de bulmuştu; `Husm'...
Kendileri için, diğer Araplar'a tanınmayan bazı
haklar belirlemişlerdi. Bu haklardan, Kâbe'yi tavaf etmeye
ilişkin olanına göre, sadece onlar giyinik olarak
Kâbe'yi tavaf edebilirlerdi. Diğer Araplarsa, daha önce
giydikleri giysiler içinde tavaf edemezlerdi. Bu yüzden tavaf
için kendilerine `Hums' adını veren
Kureyşliler'den giysi ödünç almak ya da daha önce
giymedikleri yeni giysiler bulmak zorundaydılar. Yoksa
aralarında kadınlar da bulunmak üzere Kâbe'yi çıplak
tavaf ederlerdi.
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle der: (Kureyşliler'in
dışındaki Araplar daha önce giydikleri giysiler
içinde Kâbe'yi tavaf etmeyiz" şeklinde yorumlamaya
çalışıyorlardı. Kureyşlilerse -ki onlar
kendilerine `Hums' diyorlardı giysileriyle tavaf ederlerdi.
Bir Kureyşli'den giysi ödünç alamayan kimse çıplak
tavaf ederdi. Kimi zaman bir kadın da çıplak tavaf
edebilirdi. Böyle bir durumda avret yerinin üzerine bir
ölçüde kapatacak bir örtü koyardı. Genellikle
kadınlar çıplak tavaf etmeyi geceleri yaparlardı.
Bunu kendi kendilerine uydurmuşlardı ve
atalarını takip ediyorlardı. Atalarının
bu davranışlarının Allah'ın emrine ve
şeriatına uygun olduğuna inanıyorlardı. Yüce
Allah ise, bu iddialarım şu şekilde reddediyor:
"Onlar bir kötülük işlediklerinde `Biz
atalarımızdan böyle gördük, böyle yapmamızı
emreden Allah'dır derler... Yüce Allah buna cevap olarak
şöyle buyuruyor: