O |
A´raf
|
O |
|
205- "Rabbinin adını yalvararak korkarak ve yüksek
olmayan bir sesle sabah-akşam an ve gafillerden olma. "
206- "Rabbinin yanındakiler, burun
kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar, O'nu
noksanlıklardan tenzih ederler ve O'na secde ederler. "
İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki; "Yüce Allah
gündüzün başında ve sonunda kendisini çokca anmayı
emredïyor. Nitekim "Gün doğmadan önce ve gün
batmadan önce Rabbine hamd ve tesbit et" (Taha Suresi:
130) ayetinde de bu iki vakitte kendisine ibadet edilmesini
emretmiştir. "Bu ayet Mekke'de inmiştir ve bu
Peygamberimizin Miraç gecesinde namazın farz
kılınmasından önce meydana gelmiştir.
Buradaki ayette günün ilk saatleri anlamında "Guduv"
kavramı kullanılmıştır. "Asal"
kelimesi ise asilin (günün son saatleri) çoğuludur. Eyman
kelimesinin yemin sözcüğünün çoğulu olduğu
gibi... "Yalvararak
ve korkarak" sözüne
gelince, bu Rabbini korku ve ümit arasında bir duygu ile içinden
hafif bir sesle zikret, apaçık olarak değil demektir.
Bu nedenle "yüksek
olmayan bir sesle"
demiştir. Zikrin böyle olması bağırma ve
aşırı yüksek sesle olmasından güzel olur.
Bunun içindir ki, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- bizim Rabbimiz yakın mıdır? Yoksa uzak
mıdır? O'na gizlice mi söyleyelim yoksa kendisine çağıralım
mı? diye sorulduğunda yüce Allah bu ayeti göndermişti:
"Eğer
kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki, "Ben
kendilerine yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin
duasını kabul ederim." (Bakara Suresi: 186)
Buhari ve Müslim'de Ebu Musa EI Aş'ari'den gelen rivayette
deniyor ki, bir yolculukta insanlar yüksek sesle dua etmeye başladılar.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-: "Ey
insanlar, kendinize bakim olun, siz uzakta olan ve sağır
birisine çağırmıyorsunuz. Kendisini çağırdığınız
Allah her şeyi işiten size en yakın olandır. O
herbirinize binek hayvanının boynundan daha
yakındır." Burada İbn-i Kesir, İbn-i
Cerir'in ve ondan önceki Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'in şu
görüşünü kabul etmemiştir. "Bu ayetten maksat,
Kur'an-ı dinleyicilerinin Kur'an-ı bu ayette
belirtildiği şekilde onu dinlemeleridir. "İbn-i
Kesir devamla şöyle demektedir. "İbn-i Cerir ve
Abdurrahman'ın bu görüşleri başkaları
tarafından kabul edilmemiştir. Aksine burada ayet
kulların sabah ve akşam çok zikretmelerini teşvik
etmekte, gafillerden olmamalarını telkin dikkat
etmektedir. Bu nedenledir ki, bıkmadan gece gündüz Allah'ı
zikreden melekler övülmüştür: Rabbinin yanındakiler
burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar.
Meleklerin burada gündeme getirilmesi itaat ve ibadet konularındaki
çok gayretlerinin örnek almalarını sağlamak içindir."
İbn- Kesir'in bu vesileyle aktardığı
rivayetlere ve peygamberin hadislerine bakarak bu Kur'an'ın
ve peygamber eğitiminin Araplar'ın ruhlarında ilâhlarının
gerçeğini ve etraflarını kuşatan kâinat
gerçeğini kavratmada nedenli büyük bir iş
başardığını görebiliyoruz. Onların
sorularından ve bu soruya verilen cevapta bu dinin
Kur'an-ı Kerim ve peygamber aracılığıyla
büyük bir değişim gerçekleştirdiğini
kavrayabiliyoruz. Gerçekten onlar bu dinle büyük bir mesafe
katetmişlerdir. Eğer insanlar bilmiş olsalar,
burada Allah'ın nimetinin ve rahmetinin tecelli ettiğini
görebileceklerdir.
Hem burada ayetlerin kendisine doğru yönlendirmede
bulunduğu Allah'ın zikri sırf dudak ve dil ile
yapılan zikir değildir. Burada asıl üzerinde
durulan, kalp ve gönülden gerçekleştirilen zikirdir.
Şayet Allah'ı zikrederken vicdanda bir ürperti meydana
gelmiyor, kalp titremiyor, ruh harekete geçmiyorsa, eğer
onunla birlikte korku, endişe, alçakgönüllülük ve niyaz
gibi duygular ve tepkiler bulunmuyorsa bu zikir asla zikir olamaz.
Tam tersine yüce Allah'a karşı edepsizlik olur.
Çünkü zikir, korku ve takva ile ürperti ve niyaz ile Allah'a
yönelmektir. Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü
gözlerin önüne getirmektir. Onun gazabından ve
cezasından çekinmeyi gönlüne yerleştirmektir. Sürekli
olarak ona sığınmak ve umudunu ona
bağlamaktır. Ancak böylece insan ruhunun cevherini arındırabilir.
Ancak bununla, insanın, özü şeffaf ve
aydınlatıcı ledünni, kaynağıyla temasa
geçebilir.
Dil, kalp ile beraber hareket ettiğinde, dudak ruha
eşlik ettiğinde zikir huşu havasını
bozmayacak ve niyazla çelişmeyecek bir şekle bürünür.
Alkışlarla çığlıklarla,
bağırma ve çağırmakla musiki ve teganni ile
değil, alçak bir sesle meydana gelir.
"Rabbinin adını yalvararak, korkarak ve yüksek
olmayan bir sesle an." "Sabah, akşam.'
Gün doğarken ve batarken... Böylece kalp günün her iki
tarafında Allah'a bağlı kalacaktır. Elbette ki
Allah'ı anmak sadece bu anlarla sınırlı
değildir. Allah'ın zikrinin her an kalpte bulunması
gerekir. Allah'ın her şeyi kontrol ettiği, sürekli
olarak kalbe yerleştirilmelidir. Fakat özellikle bu iki
zaman diliminde insan evren sayfasında apaçık bir
değişiklik görür... Geceden gündüze... Gündüzden
geceye... Bu sırada insanın kalbi varlıklarla
temasa geçer. Bu esnada insan yüce Allah'ın geceyi gündüze
çeviren olayları ve durumları değiştiren
elini görür. Yüce Allah beşer kalbinin özellikle bu iki
zaman diliminde daha fazla etkilendiğini ve kabullenmeye daha
müsait olduğunu çok iyi bilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de
özellikle bazı zaman dilimlerinde Allah'ı anmaya ve onu
kutsamaya yönelik pek çok direktifler vardır. Şimdi bu
direktiflerle insanın kalbinde etkili olmak, onu inceltmek,
yumuşatmak ve Allah'la temasa geçirmeye teşvik etmek
amacıyla bütün evrenin harekete geçtiği zamanlardaki
zikre dikkat çekilmektedir: "Söylediklerine
sabret, gün doğmadan önce ve batmadan önce Rabbine hamd
ile tesbit et. Geceleyin de ona tesbih et. Secdelerin ardından
da." (Ka'f Suresi: 39-40) "Gecenin ardından ve gündüzün
başında ve sonunda onu tesbih eyle ki, senden razı
olsun." (Taha Suresi: 130) "Sabah akşam Rabbinin
adını an. Gecenin bir kısmında O'na secde et.
Uzun gece boyunca onu tesbih et." (İnsan Suresi: 25-26)
Zikrin bu zaman dilimlerinde emredilmesi beş vakit
namazın daha farz olmadığı zamanlarla
ilgilidir diye bir iddiada bulunmaya da gerek yoktur. Zira böyle
bir yaklaşım farz namazların bu anlardaki zikirden
gereksiz kıldığı imajını verebilir.
Halbuki burada sözkonusu edilen zikir namazdan daha geniş
kapsamlıdır. Bu zikrin vakitleri de farz namazların
vakitleriyle sınırlı değildir. Ayrıca bu
zikir farz ve nafile namazların şekillerinden başka
bir şekilde de yapılabilir. Kalp ile zikir, kalp ve dil
ile zikir şeklinde, namazın diğer hareketlerine
başvurulmadan da bu zikir şekli gerçekleşebilir.
Hatta zikrin kapsamı bundan da geniştir. Burada sözkonusu
edilen zikir sürekli olarak yüce Allah'ın büyüklüğünü
hatırlamak, sürekli halde uyanık bulunmak, gizli açık,
büyük küçük her işte kendisini kontrol alımda
tuttuğunu hesaplamak, hareketinde, duruşunda, eyleminde
ve niyetinde Allah'ın kendisini gözetlediği bilinciyle
hareket etmektedir. Burada özellikle sabah-akşam ve gece
zikrine dikkat çekilmesi yüce Allah'ın bu zamanların
insanın kalbi üzerindeki özel etkilerini bilmesindendir.
Çünkü Allah insanın yaratıcısı ve
fıtratını, oluşumunun tabiatını en
iyi bilendir.
"Ve gafillerden olma."
Allah'ın zikrinden gafil olmak, dil ve dudak ile
değil, kalp ve vicdan ile on:ı anmaktan habersiz
olmaktır. İnsanın kalbini ürperten ve Allah ile
karşılaştığında mahcup düşecek
bir yola sahibini girmekten alıkoyar zikirden... Büyük
küçük her hareketinde Allah'ın kendisini gözettiği
bilinci veren ve yaptığı her harekette
Allah'ın onu görmesinden sakındıracak bir zikirden...
İşte burada yapılması istenen zikir budur.
Yoksa insanı itaata, amele, yürüyüşe ve
bağlılığa götürmeyecek bir şekilde
Allah'ı anmak değildir.
Rabbini an ve onu anmaktan gafil olma. Kalbin de onun kontrolünden
habersiz olmasın. İnsan, şeytanın dürtmelerine
karşı direnebilmesi için sürekli olarak Allah ile ilişki
halinde olmaya muhtaçtır. "Eğer şeytandan
gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya,
uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü her
şeyi işiten ve herşeyi bilendir."(A'raf Suresi:
200)
Bu surede daha önceleri insan ile şeytan arasındaki
savaşa değinilmişti. Şimdi surenin bu
akışı boyunca, iman kervanı ile onların
yolunu kesmeye çalışan cinlerden ve insanlardan
oluşan şeytanlar arasındaki mücadeleye yer vermek
suretiyle devam etmektedir. Ayrıca Allah'ın ayetleri
kendisine verildiği halde onlardan sıyrılıp
şeytana uyan ve böylece azgınlardan olan adamın
hikâyesini vermekle de şeytana değinilmişti.
Surenin sonlarına doğru şeytanın dürtmelerine
ve kışkırtmalarına karşı her
şeyi işiten ve her şeyi bilen Allah'a
sığınmayı ifade eden bir ayete yer
vermiştir. Bunların hepsini gözönünde bulunduran,
olayın zincirleme bir bağlamda devam ettiğini,
işin sonunda korkarak ve yalvararak Allah'ı anmaya
dikkat çektiğini ve zikirden habersiz olmayı
yasakladığını görebilecektir. Bu emir ve bu
yasak da Peygambere yönelik bir direktif bağlamında
verilmektedir. "Affı,
kolaylaştırmayı prensip edin. İyi olanı
emret ve cahillere aldırış etme." Demek
ki bu da, yol işaretlerini tamamlayıcı nitelikte
bir direktiftir. Dava sahiplerini yolun
sıkıntılarına karşı
dayanıklı yapacak azıkla donatmaktır.
Daha sonra yüce Allah, hiçbir şeytanın kendilerini
kışkırtmadığı, Allah'ın
kendisine yakın melekleri örnek olarak vermektedir.
Meleklerin yapısı şeytanın etkilerine
kapalıdır. Onların üzerinde şeytanın bir
nüfuzu yoktur. Şehevi arzuları da onlara galebe çalmaz.
Buna rağmen onlar sürekli olarak Allah'ı zikrederler ve
onu noksan sıfatlardan tenzih ederler. Burun
kıvırmadan ona ibadet ederler ve bu ibadetlerinde kusur
etmezler. İnsan ise, onlardan daha çok zikre, ibadete ve
Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmeye muhtaçtır.
İnsanın yolu zordur. Yapısı ve tabiatı,
şeytanın dürtmelerine açıktır.
Aldatıcı gaflete elverişlidir. Çabası da
sınırlıdır. Bu zorluklarla dolu yolda bu
azığı da olmazsa insan bütün bunların
üstesinden nasıl gelebilir?
"Rabbinin yanındakiler burun kıvırıp
ona kulluk etmekten geri durmazlar. O'nu noksanlıklardan
tenzih ederler ve yalnız O'na secde ederler." İbadet
ve zikir bu dinin metodunda iki temel unsurdur. Çünkü o teorik
bilgilere, teolojik (metafizik) tartışmalara müsait bir
metod değildir. Bu din beşerin hayatını
değiştirmek için, realiteye dayalı bir hareket
metodudur. Beşer realitesinin ise insanın gönlünde ve
günlük hayatında yereden çok derin ve köklü tesirleri
vardır. Bu cahili realiteyi yüce Allah'ın metoduna
uygun bir şekilde insanlardan istediği ilâhi bir
realiteyle değiştirme gerçekten zor ve meşakkatli
bir meseledir. Uzun bir çalışmaya, geniş bir sabra
ihtiyaç duyar. Dava adamlarının enerjileri ile
sınırlıdır. Bütün bu zorluklara Rabblerinin
destekli bir azık olmadan karşı koymaları mümkün
değildir. Çünkü bu din sırf bir ilim değildir.
Yalnız başına bir kültür meselesi hiç değildir.
O sadece Allah'a ibadet ve ondan yardım dilemektir.
İşte bu meşakkatle dolu uzun yol boyunca azık,
gerçek dayanak ve gerçek yardım budur. İşte
Allah'ın Peygamberimize "Bu
Kur'an kendisiyle insanları uyarasın ve müminleri
uyarasın diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi
yaparken ruhun sıkılmasın." (A'raf Suresi: 2)
sözleriyle başlayan sure, bu direktifle sona ermektedir. Bu
surede iman kafilesi Allah'ın peygamberleri önderliğinde
yoluna devam etmiş bu kervanın yolunu kesen
kovulmuş, şeytanın tuzaklarına, insanlardan ve
cinlerden oluşan şeytanların oyunlarına yeryüzünde
azgınlık yapanların karşı çıkışlarına,
kulların başlarına çöreklenen tağutların
müminlere karşı savaşlarına yer
verilmiştir.
Gerçekten de bu bir yol azığıdır. Bu yolda
yürüyen onurlu kafilenin yol boyu kendisine muhtaç olduğu
kumanyasıdır.
|
|
O |
|
O |
|