O |
A´raf
|
O |
|
189- "O ki, sizi bir tek kişiden türetti, o tek kişinin
beraberliğinde huzura ereceği eşini de kendi
özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca,
hafif bir yük yüklendi, Onu bir süre taşıdı,
sonra yükü ağırlaşınca, eşler birlikte
"Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen,
kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua
ettiler. "
190- "Fakat Allah onlara sağlıklı bir
çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu
çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah
onların koştuğu ortaklardan münezzehtir. "
191- "Hiçbir şey yaratmayan, kendileri birer
yaratık olan varlıklarını Allah'a ortak
koşuyorlar?"
192- "Oysa bu düzmece ortaklar, ne onlara yardım
edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler. "
Bu cahiliyenin düşünceleri açısından bir
değerlendirilmesidir. Yani cahiliye tek olan Allah'a
tapmayı bırakıp başka taraflara
saptığında hiçbir basitliğin ve
sapıklığın önünde durmaz, düşünmeye
ve değerlendirmeye bir daha dönüş yapamaz! Burada
sapmanın ilk zamanlarda nasıl bir aşama takip
ettiği ve sonunda nasıl bu kadar derin boyutlara
ulaştığı tasvir ediliyor.
"O ki, sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin
beraberliğinde huzura ereceği eşini de kendi
özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca,
hafif bir yük yüklendi, onu bir süre taşıdı,
sonra yükü ağırlaşınca eşler birlikte
"Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen,
kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua
ettiler."
Aslında bu, yüce Allah'ın insanları kendisine göre
yarattığı fıtratın ifadesidir.
Fıtrat itibarıyla insanların korku ve ümit anında
Rabbleri olan Allah'a yönelmeleri, O'nun ilâhlığını
net olarak kabul etmeleridir. Burada fıtrat için verilen
örnek yaratılışın temelinden, evliliğin
oluşturulmasından ve tabiatın
oluşmasından söze başlamaktadır:
"O ki, sizi tek bir kişiden yarattı. O tek
kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de
yarattı."
Oluşumunun tabiatında insan tek bir nefistir.
Kadın ile erkek arasında görevler açısından
bir farklılık görülse de onlar nefistir. Bu farklılık
eşlerin birbiriyle huzura kavuşması ve rahat
etmeleri içindir. İşte islâmın insan gerçeğine
bakış açısı budur. Oluşumundaki evlilik
görevine ilişkin görüşü de budur. Bu görüş,
islâm dininin ondört asırdan beri ortaya koyduğu gerçekçi
ve eksiksiz bir bakış açısıdır. İslâm
o gün bu görüşleri ileri sürerken tahrife uğramış
dinler, kadını insanın baş belası olarak
gösteriyor, onu lanetlik, pis ve özellikle sakınılması
gereken saptırıcı bir tuzak olarak gösteriyorlardı.
O gün -gerçi bugün de öyle ya- putperest inanç sistemleri,
kadını aşağılık bir meta olarak veya
erkeğin yanında sözü bile edilemeyecek, tek başına
hiçbir değeri olmayan bir hizmetçi olarak kabul ediyorlardı.
Eşlerin buluşmasında ana hedefi, sükûnet,
güven, yakınlık ve istikrar oluşturur. Bu yuva, güven
ve huzur ortamı olmalıdır ki, orada insanın
minik yavruları gelişsin, orada
insanlığın değerli ürünleri üreyebilsin,
yeni yetişen genç nesil insanlık medeniyetinin
mirasını taşıyabilecek ehliyete kavuşsun,
ona yeni hizmetlerde bulunsun. İslâm dini eşlerin,
buluşmasını sırf geçici bir zevk ve temelsiz
gönül eğlencesi olarak kabul etmez. Aynı şekilde
evliliği ihtisaslar ve görevler arasında bir çelişki,
bir çatışma ve ayrılık konusu yapmaz. Klasik
ve modern cahiliye sistemlerinin düştükleri bataklıklar
gibi bunu ihtirasların ve görevlerin müdahalesi
şeklinde de ele almaz.
İşte kıssa bundan sonra başlıyor... Ve
meseleyi ilk aşamada ele alıyor:
"Eşini kucaklayıp sarınca hafif bir yük
yüklendi. Onu bir süre taşıdı."
Kur'an'ın ifade tarzı iki eş arasındaki ilk
ilişkiyi tasvir ederken, tatlı, ince ve temiz bir dil
kullanıyor: "Eşini kucaklayıp sarınca"
deyimi bu huzur ortamı ile yaklaşma şekli
arasında bir ahenk olduğunu, yapılan işin bir
hassasiyeti olduğunu, böylece ortaya koyuyor. Öyle ki,
insan burada iki bedenin buluştuğunu değil de iki
parçanın kaynaştığını zannediyor.
Aynı zamanda insana insanca ilişkiye geçmenin
şeklini de aşılamaya çalışıyor.
Kaba hayvani şeklinden ayrılması gerektiği
teklin ediliyor... Hamileliğin ilk aşaması tasvir
edilirken de aynı yöntem kullanılıyor. "Hafif
bir yük"... Anne onu hiçbir ağırlık duymadan,
sanki onu hissetmiyormuş gibi taşıyor.
Sonra ikinci aşama geliyor:
"Yükü ağırlaşınca eşler
birlikte: "Eğer bize sağlıklı bir çocuk
verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye
Allah'a dua ettiler."
Artık hamilelik belli olmuştu. Her iki eşin de
kalbi onun üstünde atıyordu. Şimdi doğacak çocuğun
kusursuz, sağlıklı ve güzel olmasını
temenni etme dönemi başlamıştı. Anne ve
babaların çocukları daha cenin halinde rahimlerin
karanlıklarında ve gayblerinin kuytularında iken,
nesiller için arzu ettikleri başka sıfatları da
istiyorlardı. İşte bu arzular sırasında
fıtrat uyanarak ve Allah'a yöneliyor ve yalnız O'nun
ilahlığı kabul ediyor. Sadece O'nun faziletine umut
bağlıyor. Çünkü bu varlık aleminde biricik
kuvvet, nimet ve fazilet kaynağının O olduğunu
kendiliğinden kavrar. Bu nedenle buyuruluyor ki;
"Eğer bize sağlıklı bir çocuk
verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye
Allah'a söz verdiler."
"Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk
verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk
üzerinde Allah'a ortaklar koştular. Oysa Allah onların
koştukları ortaklardan münezzehtir."
Tefsirlerde yer alan birtakım rivayetlerde deniyor ki; bu
kıssa gerçek bir olaydır ve Hz. Adem ile Havva'nın
başından geçmiştir... Çünkü onların
çocukları hep sakat olarak doğuyordu. Bunun üzerine
şeytan onlara gelmiş, Havva'yı aldatmış
ve karnındaki çocuğuna "Abdulhâris" adını
vermesini söylemişti... Haris ise şeytanın bu
dediklerini yaptığı gibi Hz. Adem'i de birlikte
kandırmıştı! Bu rivayetin yahudi
mitolojisinden kaynaklandığı açıktır.
Çünkü yahudi mitolojisine dayalı dinlerini, tahrif
etmiş bulunan hristiyan düşüncesine göre sapıklığın
bütün günahı Havva'nın boynundadır. Bu
anlayış pek tabii olarak sağlıklı islâm
düşüncesine tamamen aykırıdır.
Kur'an'ın bu ayetini açıklamak için yahudilerin bu
efsanesine ihtiyacımız yoktur. Peygamberimiz -salât ve
selâm üzerine olsun- dönemindeki ve ondan önceki müşrikler,
çocuklarından bazılarını ilâhlarına
veya tapınakların hizmetine adıyorlardı!
Bununla yüce Allah'a yakın olmak ve O'nun katında yüksek
derece elde etmek istiyorlardı! Bunlar işin
başında Allah'a yönelmelerine rağmen daha sonra
Tevhid'in zirvesinden putperestlik seviyesine yuvarlandıktan
sonra, çocuklarının yaşamaları,
sağlıklı olmaları ve tehlikelerden
korunmaları için onları bu ilâhlara adıyorlardı!
Nitekim günümüzde de bazı kimseler çocuklarının
saçlarını uzatıp kesmemeleri, saçlarını
ilk olarak bir velinin veya azizin kabri başında
kesmeleri, çocuklarını sünnetsiz bırakıp,
onları bir türbenin başında sünnet ettirmeleri bu
türden yaklaşımların devamıdır. Halbuki
bugünkü insanlar tek olan Allah'ı kabul etmektedirler.
Ardından kalkıyorlar Allah'ı kabul
edişlerinden sonra şirke dayalı bu yönelişlere
bulaşıyorlar. Demek ki insanlar yine o insanlardır!
"Oysa Allah onların koştukları ortaklardan
münezzehtir. "
Yüce Allah onların inandıkları ve
yaşadıkları şirkten tamamen uzaktır. Günümüzde
de bu ayetlerin tasvir ettiği şirk çeşitlerine,
şekillerine rastlıyoruz ki, bunlar, Allah'ın
birliğine inandıklarını ve O'na teslim
olduklarını sanmaktadırlar.
Bugün insanlar "halk", "vatan" ve "millet"
adını verdikleri birtakım ilâhlar edinmektedirler.
Bu ve benzeri ilâhlar putperest milletlerin diktikleri basit
somut putlardan hiç de farklı olmayan soyut putlardır.
Bunların hepsi Allah'ın yarattığı evrende,
O'na ortak koşulan ilâhlardan başka bir şey
değildir. Aynen eski ilâhlara adaklar adandığı
gibi, bu ilâhlara da çocuklar adanmaktadır! Daha önceki
devirlerde tapınaklara kurbanlar adandığı gibi
bugün bunlara da geniş ölçüde kurbanlar sunulmaktadır.
Bugün insanlar Rabb olarak Allah'ı kabul ediyorlar, ne
var ki, onlar Allah'ın emirlerine ve hükümlerine kulak asmıyor,
onları unutmuş, hatırdan silmiş gibi
bırakıyorlar. Bununla beraber bu ilâhların
emirlerini ve isteklerini "mukaddes/kutsal" kabul
ediyorlar. Halbuki bu ilâhların emirleri ve istekleri yüce
Allah'ın emirlerine ve hükümlerine terstir. Hatta onları,
büsbütün kaldırıp atmaktadır. Eğer modern
cahiliyenin bu uygulaması ilâhlık taslama ve şirk
değilse, ilâhlık nasıl olur? Allah'a ortak
koşmak nedir? Allah'a ortak koşulan varlıklara
çocuklardan bir pay ayırma ne anlama gelebilir?
Klasik cahiliye Allah'a karşı bugünkü cahiliyeden
daha edepliydi. Klasik cahiliye sisteminde insanlar Allah'ın
dışında bïrtakım ilâhlar kabul ediyorlar ve
onlara çocuklarından, hayvanlarından ve mahsullerinden
bir pay ayırıyorlar ve bunları onlara
sunuyorlardı. Yalnız tüm bunları, ilâhlarının
kendilerini Allah'a yaklaştırmaları için yapıyorlardı.
Bu nedenle onların duygularında Allah'ın gerçekten
yüce bir yeri vardı. Modern cahiliyede ise, diğer ilâhlar
Allah'tan daha yüce bir konuma çıkartılmıştır.
Bu nedenledir ki, modern cahiliye bu ilâhların
emrettiklerini kutsamakta, Allah'ın emirlerini ise tamamen
bir kenara itmektedir!
Eğer biz puta tapıcılığı, basit
putçulukla, eski ilâhlarla ve insanların Allah katında
şefaatçı (kurtarıcı) olarak kabul ettikleri
varlıklara ibadet niteliği taşıyan
davranışlara yönelmeleri şeklinde
sınırlandırır ve putperestliği bu
şekilde dondurursak, sadece kendimizi aldatmış
oluruz. Çünkü burada değişen sadece putların ve
putperestliğin şeklidir. Bunun yanında ibadet
niteliği taşıyan hareketler biraz daha
giriftleşmiş ve yeni yeni isimler
almışlardır. Fakat şirkin tabiatı ve gerçekliği
değişen şekillere ve hareket biçimlerine rağmen
halâ dimdik ayakta durmaktadır.
Biz şekillere ve hareketlere aldanıp gerçeği
unutmamalıyız!
Yüce Allah namuslu, görkemli ve erdemli olmayı ister.
Fakat "vatan" veya "üretim" kadının
evinden dışarı çıkmasını, açılıp-satılmasını,
erkekleri tahrik etmesini, putperest Japonya'daki
"Geyşa" kızları gibi otellerde müşteri
ayarlayıcı olarak çalışmasını
gerektirir! Şimdi bu durumda emrine uyulan ilâh kimdir? Bu
ilâh yüce Allah mıdır, yoksa sahte ilâhlar mıdır?
Yüce Allah kendi yasalarının egemen
olmasını emreder. Fakat insanlardan biri veya "milletin"
bir kesimi
kalkıp; "Hayır", yasalarını
belirleyecek olanlar insanlardır. Egemen olması gereken
yasalar da insanların belirledikleri yasalardır"
diyebiliyor. Şimdi burada emirlerine uyulan ilâh kimdir? Bu
ilâh yüce Allah mıdır, yoksa sahte ilâhlar mıdır?
Bunlar bugün yeryüzünün her tarafında yürürlükte
olan fakat halâ sapık olan insanlığın gelenek
haline getirdiği uygulamadan örneklerdir. Yürürlükte olan
putperestliğin gerçekliğini, tapılan putların
gerçekliğini ortaya koyan örnekler... Dünkü apaçık
putperestliği, gözle görünen somut putların yerine geçen
bugünkü putperestliğin ve putların gerçekliğinin
örnekleri, şirkin ve putperestliğin şekil
değiştirmesi, bizi aldatmamalıdır. Çünkü
şekil değişse de gerçekler değişmemektedir!
Kur'an-ı Kerim o basit ve ilkel putperestlerle ve apaçık
cahiliye taraftarları ile diyaloğa giriyor.
Onların, çocukluk döneminde bile olsa, insan aklına
yakışmayan bu gafletten uyarmak için, beşeri olan
akıllarına hitab ediyor. Zihinlerindeki şirkin
aşamalarını tasvir eden bu örnekten sonra onlara
şöyle sesleniyor:
"Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri birer
yaratık olan varlıkları mı Allah'a ortak
koşuyorlar? Oysa bu düzmece ortaklar, ne onlara bir yardım
edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler?"
Yaratan kim ise, şüphesiz tapılmaya en layık
olan da odur! Onların sözde ilahlarının hepsi hiçbir
şey yaratamazlar. Çünkü kendileri de yanılmışlardır!
Şu halde onları nasıl Allah'a ortak
koşuyorlar? Kendi canları ve çocukları hususunda
onları nasıl Allah ile beraber ortak görebiliyorlar?
Kudreti ile kullarına yardım edebilen ve onları
koruyabilen zat, ancak tapılmaya layık olur. Kuvvet,
üstünlük ve egemenlik ilâhlığın
özelliklerinden, ibadet ve kulluğun gerçeklerindendir.
Onların sahte ilâhlarının hepsi, hiçbir kuvvete
ve hiçbir egemenliğe sahip değildir. Bu sözde ilâhlar
onlara yardım edemedikleri gibi, kendilerine de yardım
edemezler! Öyleyse nasıl oluyor da onlar bu ilâhları
kendi çocukları hususunda Allah'a ortak kabul edebiliyorlar?
Yaratma ve kudret, her ne kadar o zamanki basit ve ilkel
cahiliye taraftarlarına yöneltilen bir delil ise de, aynı
delil, çağdaş cahiliye taraftarlarına hitab
etmekte ve onları da muhatab almaktadır! Bugünkü
modern cahiliye taraftarları tapındıkları,
emirlerine bağlandıkları, kendileri,malları ve
çocukları üzerine onları Allah'a ortak
koştukları başka putlar dikmişlerdir
kendilerine. Peki bu putlardan hangisi yerde ve göklerde var olan
yaratıklardan birini yaratabilir? Bu putların hangisi
onlara veya kendilerine yardım etme gücüne sahiptir?
İnsanın aklı eğer engelleri aşabilir
ve bu gerçek ile arasındaki engeli kaldırabilirse, böyle
saçma bir düşünceyi kabul etmez ve onu benimsemez. Ne var
ki, ihtirasları, arzu ve saptırmalar, aldatmalar
Kur'an'ın gönderilişinden ondört asır sonra bile
beşeriyeti, modern şekliyle aynı cahiliyeye döndürebiliyor.
Bütün bunlar, hiçbir şeyi yaratamadığı gibi
kendileri birer yaratık olan ve insanlara yardım
edemeyen düzmece yaratıkları Allah'a ortak
koşmalarına neden oluyor!
Dün olduğu gibi, bugünkü insanlık da Kur'an-ı
Kerim'le tekrar muhatab olmaya şiddetle muhtaçtır. Bugün
beşeriyet kendisini cahiliyeden kurtarıp islâma
iletecek, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak,
aklını ve kalbini modern putperestlikten, içinde
bocalayıp durduğu modern ilkellikten ve bataklıktan
çıkarıp kurtuluşa götürecek bir kurtarıcı
beklemektedir. Daha önceleri islâmın kendisini
kurtardığı gibi bir kurtuluş beklemektedir!
Kur'an'ın ifade tarzında kullandığı
kalıptan da anlaşılıyor ki, burada insanlar,
özellikle insanlar içinden birtakım ilâhlar edinmekten sakındırılmaktadır:
"Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri birer
yaratık olan varlıkları mı Allah'a ortak
koşuyorlar? Oysa bu düzmece 'ortaklar ne onlara yardım
edebilir, ne de kendilerine yardım edebilirler."
İşte ayeti kerimelerin metinlerinde yer alan bu
"vav" ve "nun" harfleri sözkonusu ilâhlar
arasında en azından "akıllı
varlıklar"dan bir insan da olduğunu göstermektedir!
Çünkü burada kullanılan zamirler "akıllı
varlıklar" îçin kullanılan zamirlerdir. Biz
Araplar'ın putperestlik dönemlerinde insanları ilâ' ,
olarak Allah'a ortak koştuklarını, onların ilâhlıklarına
inandıklarını ve ibadet niteliği
taşıyan birtakım hareketleri onlara karşı
yaptıklarını bilmiyoruz. Ne var ki, onlar buna
benzer şekillerde putperestlik yapıyorlardı.
Onların sosyal alanlarla ilgili yasalarını kabul
ediyorlar ve sürtüşmeler sırasında onların hükümlerini
esas alıyorlardı. Yani onlara yeryüzünün egemenliğini
veriyorlardı. Kur'an onların bu
yaptıklarını şirk olarak gösteriyor ve onların
bu şirkleri ile putlar ve heykellerle ilgili şirkleri
arasında bir fark görmüyor. İşte islâmın bu
şirk çeşidini değerlendirme tarzı da budur.
Bu da, akidedeki ve ibadet niteliği taşıyan
hareketlerdeki şirk gibi bir şirktir. İkisi
arasında hiçbir fark yoktur. Nitekim Kur'an, din
bilginlerinin ve rahiplerin yasalarını ve hükümlerini
kabul edenleri de şirkin içinde görmüştür. Halbuki
bunlar din bilginlerinin ve rahiplerin ilâh olduklarına
inanmıyorlar ve onlara ibadet niteliği taşıyan
davranışlar takdim etmiyorlardı... Bunların
hepsi şirktir ve Allah'tan başka ilâh olmadığına
şahitlik etmekle ifade edilen Tevhid esasına dayalı
Allah'ın dini olan islâmın dışına çıkmaktadır...
İşte bunların hepsi, ifade etmeye çalıştığımız
modern cahiliye 'şirkine tamamen uygun düşmektedir.
Bu iki eşin kıssasıyla somutlaşan içteki
sapma olayı aslında her çeşit şirki
kapsamına almaktadır. Amacı da ilk olarak Kur'an
ile muhatab olan müşrikleri uyarmak, içinde bulundukları
şirk bataklığına dikkat çekmek, hiçbir
şeyi yaratmayan, aksine kendileri yaratılan,
tapıcılarına yardım etmeyen hatta kendilerine
bile yardım etmekten aciz olan, insanlardan olsun, başka
yaratıklardan olsun bu tür ilâhların hiçbir şeyi
yaratamayacağını ve hiçbir yardımı
olmayacağını kendilerine kavratmaktır. Kur'an
iki eşin kıssasını bu bağlamda ele
alıp ortaya koyduktan sonra, geçmişi ilgilendiren hikâye
üslûbundan ve kıssanın dile getirilişinden müşrik
Araplar'a yöneliyor. Doğrudan doğruya hitab üslûbuna
geçiyor: Sanki sözü edilen ilâhların önceki geçmiş
olayların bir devamı olarak yeni bir konuya giriyor:
|
|
O |
|
O |
|