187-Sana kıyamet anı hakkında sorarlar, ne zaman
gelip çatacak diye. De ki, onun bilgisi rabbimin tekelindedir.
Vakti gelince, onu gerçekleştirip açığa çıkaracak
olan O'dur. Göklerin ve yerin ağırlığını
kaldıramayacağı bu olay başınıza
ansızın gelecektir. Sanki sen bu konuyu sürekli kurcalıyormuşsun
gibi, sana onu soruyorlar. De ki; onun bilgisi Allah'ın
tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği
bilmezler. "
188- "De ki; ben kendime, Allah'ın dilediğinden
başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim.
Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim, daha çok iyilik
elde ederdim. Ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi. Ben
sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeciyim."
Ahiret inancı ve ahiret gününde hesaba çekilme,
cezalandırılma Arap Yarımadası'nda
yaşayan Araplar için sürprizdi. Halbuki bu inanç, hem müşriklerin
atası Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- dininde hem
de onurlu babaları İsmail'in dininde köklü bir inançtı.
Ne var ki, bu inancın üzerinden uzun bir zaman geçmişti.
Onlar uzun bir süre bu inançtan uzak yaşamışlardı.
Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in dini olan islâmın
ilkeleri ile araları açılmıştı. Bu
nedenle ahiret inancı tamamen düşüncelerinden silinmişti.
Dolayısıyla onu gerçekten hayret edilecek bir inanç
olarak algılıyorlar ve düşüncelerinden çok
uzakta görüyorlardı. Müşrikler, bu inanca ve
ölümden sonraki hayattan, dirilişten, toplanmaktan, hesaba
çekilmekten ve cezalandırılmaktan söz ettiği için
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun-
şaşıyorlardı. Nitekim başka bir surede
Kur-an-ı Kerim bu noktaya açıklık getirmiştir:
"Kâfirler (birbirlerine) dediler ki: Siz tamamen dağılıp
parçalandıktan sonra, mutlaka yeni bir
yaradılış içinde olacağınızı
size haber veren bir adam size gösterelim mi? Allah'a yalan mı
uydurdu, yoksa kendisine delilik mi var? Hayır, ahirete
inanmayanlar hem azap, hem de derin sapıklık içindedirler."
(Sebe Suresi: 7-8)
Yüce Allah biliyordu ki, herhangi bir ümmetin insanlığa
önderlik yapması ve onun üzerine şahit olması -ki
islâm ümmetinin de görevi budur- apaçık bir ahiret
inancı olmadan ve bu inanç, bu ümmetin vicdanında köklü
bir biçimde yer etmeden gerçekleşemez. Hayatın, bu
kısa zaman diliminden kısacık dünya hayatından
ve küçücük yeryüzünün sınırlarından öteye
geçmediğini düşünen bir ümmetin, bu sıfatları
taşıyan ve bu görevi üstlenecek olan bir ümmeti
meydana getirmesi mümkün değildir!
Ahiret inancı, düşüncenin derinlik kazanması,
insanın iç dünyasının genişlemesi ve
hayatın geniş bir boyut kazanmasıdır. Bu inanç,
insanın kendisini bekleyen görevi üstlenmeye elverişli
bir nitelik kazanması için, bizzat iç aleminin oluşması
için de zorunludur. Aynı şekilde nefsin basit
arzularını kısa görüşlü ihtiraslarını
kontrol altına almak için de ahiret inancı zaruridir.
Basit sonuçların umutsuzluğa neden olmamaları, büyük
fedakârlıkların insanı yolundan
alıkoymamaları, hayır yolunu müjdeleme, hayır
yolunda çalışma ve hayra rehberlik etme açılarından
yoluna devam etmesi,'kısa vadeli sonuçlara ve acı fedakârlıklara
rağmen, hareketin alanını genişletmesi için
de ahiret inancı şarttır. Ayrıca bu büyük
görevi üstlenmek için de bu sıfatlar ve duygular zaruridir.
Ahiret inancı, `insanın içinde yer alan düşünce
ve görüş enginliği ile dar görüşlülük ve `hayvan'ın
idrakinde yer alan duyguların alanında hapsolma
arasında bir yol ayrımıdır! Hayvanların
kavrayışları gibi değerlendirme,
insanlığın liderliği için dosdoğru
halifelik çizgisinde Allah'ın emanetini yerine getirmeye
yetmez.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı Allah
tarafından gönderilen bütün dinlerde ahiret inancı
üzerinde önemle durulmuştur. İlâhi dinlerin sonuncusu
olan islâm dininde ise ahiret inancı, genişliği,
derinliği ve aydınlığı ile en ideal
şekline kavuşmuştur... Öyle ki, müslüman
ümmetin duygularında ahiret hayatı bizzat içinde yaşadıkları
dünya hayatından daha köklü, daha açık ve daha engin
bir şekilde yer almıştır. İşte bu
özelliğiyle islâm ümmeti, beşeriyeti kumanda etme
konumuna gelmiş ve insanlık tarihi tarafından en güzel
biçimde bellenen ve tarihde eşine rastlanmayan kumanda
mevkiine ulaşmıştır.
Biz burada A'raf suresinin bu bölümünde müşriklerin
ahiret inancını nasıl bir
şaşkınlık ve tepkiyle
karşıladıklarını gösteren bir manzara
önündeyiz. Onların bu halleri alaycı, inkârcı ve
vurdumduymaz bir ifade tarzı ile kıyamet hakkında
soru sormalarından anlaşılmaktadır:
"Sana kıyamet anı hakkında sora
rlar,
ne zaman gelip çatacak diye?"
Hiç kuşkusuz kıyamet yalnız Allah'ın
bildiği ve kendi yaratıklarından hiçbirine
bilgisini vermediği gayb konularından biridir. Fakat
buna rağmen onlar, Peygamberimize kıyameti soruyorlar.
Bu, ya deneme ve sınama sorusudur, ya da garipsenen, tuhaf
karşılanan bir meseleye ilişkin bir sorudur! Yahut
da hafife alan, küçümseyen bir sorudur!
``Ne
zaman gelip çatacak diye?", yani
kesinleşecek ve gelip çatacak vakit ne zamandır?
Halbuki Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de bir
insandı. Gaybı bildiğini iddia etmiyordu.
Gaybı sahibine havale etmek, gaybı bilme işinin ilâhlığın
özelliklerinden biri olduğunu, kendisinin bir insan
olduğunu, insan olması dışında,
başka bir iddiası olmadığını, bu
sınırları aşmadığını,
kendisine öğretenin Allah olduğunu ve istediği
şeyi kendisine vahiy ile bildirdiğini onlara öğretmekle
emredilmişti:
"De ki; onun bilgisi Rabbimin tekelindedir. Ondan
başka kimse onun vaktini bilemez."
Kıyametin zamanını bilen yalnızca yüce
Allah'tır. Kıyamet gelmeden önce onu kimseye bildirmez.
Ve Allah'tan başkası bu zamanı açıklayamaz.
Ayeti Kerime onların, bu şekilde kıyametin ne
zaman kopacağına ilişkin sorularından vazgeçip,
onun tabiatına ve gerçekliğine yönelmelerini, dehşetini
ve büyüklüğünü hissetmeye çalışmalarını
istemektedir. Dikkat edin, kıyamet günü gerçekten büyük
bir olaydır! Dikkat edin, o günün yükü çok ağırdır!
Dikkat edin, kıyametin
ağırlığını, gökler ve yerler taşıyamaz!
Bütün bunların yanında kıyamet ansızın
gelip çatar. Kendisinden habersiz olanları birden
yakalayıverir:
"Göklerin ve yerin ağırlığını
kaldıramayacağı bu olay, başınıza
ansızın gelecektir."
Şu halde, insan tüm gücünü kıyamet gelmeden önce
ona hazırlanmak ve önlem almak için harcamalıdır.
Çünkü gelip çattıktan sonra sakınmanın bir
yararı olmaz. Daha vakit varken, ömür vefa ederken, eğer
gereken önlem alınmamışsa, ona göre bir hazırlık
yapılmamışsa, gelip çattıktan sonra dikkatli
olmanın, ihtiyatlı hareket etmenin hiçbir faydasından
sözedilemez. Sonra hiç kimse O'nun ne zaman geleceğini
bilemez. Öyleyse bu andan tezi yok harekete geçmeli, çok çalışmalı,
bundan böyle bir ânı bile boşa
harcamamalıdır. Çünkü ölüm bundan sonraki saniyede
ansızın gelip çatabilir!
Sonra Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- kıyamet
hakkında soru soran bu insanların hallerini hayretle
dile getiriyor. Onlar peygamberliğin tabiatını,
peygamberin gerçek mahiyetini, ilâhlık gerçeğini ve
peygamberin yüce Rabbine karşı
takındığı edebini gerektiği biçimde
kavrayamıyorlar:
"Sanki sen bunu sürekli kurcalıyormuşsun gibi,
sana onu soruyorlar!"
Yani sanki sen sürekli bu konuları araştıran ve
soran bir meraklısın gibi! Onun zamanını açıklamakla
yükümlüymüşsün gibi sana kıyametin ne zaman
kopacağını soruyorlar! Halbuki Allah'ın
Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bilgisinin yalnız
Allah'a mahsus olduğunu bildiği konularda Rabbine soru
sormaz:
"De ki; onun bilgisi Allah'ın tekelindedir."
Kıyametin bilgisi yalnız Allah'a aittir. Ve onu
yaratıklarından hiç kimseye bildirmemiştir.
"Fakat insanların çoğu, bu gerçeği
bilmezler."
Böyle olan, yalnız kıyamet meselesi değildir.
Gayb konularının tamamı böyledir. İşte
bu gaybın bilgisi yalnız Allah'a mahsustur.
Dilediği kimseyi dilediği kadarıyla, dilediği
zamanda bu gaybdan haberdar ettiğinde, başkası onu
bilemez. İşte bu nedenle insanlar kendileri için, ne
bir fayda ne de bir zarar verebilirler. Onlar bazan kendileri
için fayda getirir umudu ile bir iş yaparlar, fakat
işin sonunda büsbütün zararlı da çıkabilirler.
Aynı şekilde zararı önlemek için bir iş
yaparlar, fakat işin kendilerine görünmeyen sonu onları
zarara doğru çeker! Zaman olur hoşlanmadıkları
bir iş yaparlar, fakat bir de bakarlar ki, sonunda
yararlı çıkmışlardı: "Bazan
hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda
hayırlı olabilir, buna karşılık
hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü
olabilir... (Bakara Suresi: 216)
Nitekim şair diyor ki;
Dikkat edin, kim bana gideceğim yeri gitmeden gösterebilir?
Kim gösterebilecek ki, gidilecek yere ancak gidişten sonra
varılabilir? (İbn-i Rumi'nin kasidesinden
alınmıştır.)
Şair burada gizli olan gayb karşısında
insanlığın konumunu tesbit etmektedir. İnsan
ne kadar bilirse bilsin, ne kadar öğrenirse öğrensin,
onun gayb kapısı karşısındaki konumunu
değiştiremez. Gözlerinin önüne geçirilmiş olan
gayb perdesini kaldıramaz. Gizli olan gayb alemi
karşısında gözü kapalı olan insanın
beşeriliği ona sürekli olarak konumunu hatırlatacaktır.
Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kim olduğu,
herkes tarafından bilinmesine ve yüce Allah'ın
yanında gayb konusunda diğer insanlar gibi bir
beşer olduğunu, kendisi için ne faydalı ne de
zararlı olmaya gücü yetmediğini tüm insanlara açıklamakla
yükümlüdür. Çünkü o, gaybı bilmemektedir. Yolları
aşmadan hangi hedeflere varılacağını
kestirememektedir. Hareketlerinin sonuçlarını nereye
varacağını görememektedir. İşte bu
nedenle, hareketlerini sonuçlarına göre tercih etme
gücüne sahip değildir. Yani gizli olan akıbetin iyi
olduğunu görüp, vazgeçme imkânına sahip
değildir. O ancak amel etmekle yükümlüdür. Netice ise,
Allah'ın gizli gaybında, Allah'ın takdir
ettiği biçimde gelecektir. (Bkz. "En'am Suresinin 59.
ayeti"nin tefsiri.)
"De ki; Ben kendime, Allah'ın dilediğinden
başka bir yarar ya da zarar dokunduracak güçte değilim.
Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim daha çok iyilik
elde ederdim ve başı
ma
hiçbir kötülük gelmezdi."
Bu ilân ile islâmdaki Tevhid akidesi, bütün özellikleri
ile şirkin her çeşidinden ve her türlüsünden kesin
bir şekilde soyutlanıyor. Yüce Allah da hiçbir insanın
kendisine ortak olmadığı ilâhi özelliklerle
ortaya çıkıyor. İsterse bu beşer
Allah'ın elçisi, sevgilisi, seçkin kulu Muhammed -salât ve
selâm üzerine olsun- olsun farketmez. Gaybın
eşiğinde beşerin bütün enerjisi tükeniverir ve
beşerin bütün ilimleri durmak zorunda kalır.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun İnsan
oluşunun beşeriyetin sınırlarında durur.
Vazifesi de hudut ile sınırlıdır.
"Ben sadece müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı
ve müjdeciyim."
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- insanların
hepsine bir uyarıcı ve müjdecidir. Yalnız onun
uyarılarından ve müjdelemelerinden yararlanacak olanlar
sadece "müminler"dir. Peygamberin sunduğu hakikati
anlayacaklar onlardır. Onur. getirdiklerinin gerisindekileri
kavrayabilenler yine onlardır. Bunun da ötesinde, onlar
insanlığın yüz akıdırlar. Ayrıca
onlar, peygamberin kendileri aracılığıyla bütün
insanların şerrinden kurtulduğu kimselerdir.
Muhakkak ki, söz gerçek anlamını ancak kendisine açılan
kalpleri, onu kabul edip kendisiyle aydınlanan akıllara
kavratabilir. Bu Kur'an'da ancak mümin bir topluluğa
hazinelerini açar, sırlarını açıklar,
meyvelerini verir. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun-
ashabından bazıları; "Bize Kur'an verilmeden
önce iman verilirdi" demişlerdi. İşte
onların Kur'an'dan bunca zevk almaları imana
bağlı bir durumdur. Ancak bu imanla, onun
anlamlarını ve amaçlarını üstün bir
şekilde kavrıyorlardı. Bu iman sayesinde çok kısa
bir zamanda büyük harikalar meydana getirmişlerdir.
Gerçekten de bu eşsiz nesil, Kur'an'ın
tadından, nurundan ve sarsılmaz delilinden öyle bir tad
almışlardı ki, bu nesil gibi iman eden bir nesilden
başkası asla onun tadına varamaz. Onların
ruhlarını imana ileten Kur'an olmuşsa da iman
onlara, Kur'an'da imandan başkasının asla açamayacağı
ufuklar açınıştır!
Sahabe nesli Kur'an ile beraber ve bu Kur'an için yaşamışlardır.
İşte bu nedenle, bu eşsiz nesil bu düzeyde bu
çokluğu ve yetkinliğiyle bütün tarih boyunca bir daha
gün yüzüne çıkmamıştır. Tarih boyunca bu
onurlu ve takdirli neslin ayak izlerini takip ederek yürüyen tek
tek bireylerden başka kimse o noktaya
ulaşamamıştır! Onlar uzun bir zaman boyunca
kendilerini Kur'an'a adamışlardır. Onun yüce kaynağına
insan sözlerinden hiçbir saibe karışmamıştır.
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sözleri ve
uygulaması hariç. Zaten peygamberin sözleri ve yol
göstermeleri de yine Kur'an kaynaklıydı. İşte
bundan dolayı bu nesil böylece eşsiz bir konuma
gelmişti.
O neslin gerçekleştirdiklerini yapmaya çalışanların
onların izlediği yolu izlemeleri, uzun bir zaman boyunca
bu Kur'an ile beraber ve bu Kur'an için yaşamaları,
akıllarına ve kalplerine beşer sözlerini onların
olgunlaştıkları gibi olgunlaşmaları için
karıştırmamaları ne güzel olacaktır.
TEVHİD VE SAPIKLIK
Daha sonra Tevhid meselesine ilişkin yeni bir fikir
gezisine çıkıyoruz. Konunun başında hikâye
tarzı kullanılıyor. Böylece insanların
Tevhid'ten Şirk'e doğru nasıl adım adım
saptıkları tasvir ediliyor. Sanki bu sözkonusu müşrikleri
ataları olan Hz. İbrahim'in dininden nasıl
saptıklarının hikâyesidir. Konunun sonlarına
doğru üslûb değişiyor ve doğrudan onlara
hitab ediliyor. Allah'a ortak koştukları ilâhlarına
tapmakla ne kadar basitleştikleri yüzlerine vuruluyor.
Böylece ilk bakışta basit bir düşünce ve çirkin
boş bir iddia olduğu ortaya konmuş oluyor. Bölümün
sonunda Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu müşriklere
ve onların Allah dışında kendilerine
taptıkları bu ilâhlarına meydan okuması,
yalnız biricik dostu ve destekçisi Allah'a dayandığını
ilân etmesi isteniyor: