İbn-i Abbas diyor ki, "Yüce Allah Adem'in belini sıvazladı.
Bunun sonunda kıyamete kadar yaratacağı ruhlar
ortaya çıktı. Onlardan söz aldı. Ve onları
kendilerine şahit tuttu: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
diye sordu. Onlar da "Evet" dediler. (Bu rivayeti
İbn-i Cerir ve başkaları Ravi zinciri ile beraber
olarak verirler. Bu hadis Peygamber sözü olarak da İbn-i
Abbas'ın sözü olarak da rivayet edilmiştir. İbn-i
Kesir der ki: İbn-i Abbas'ın sözü olduğunu söyleyen
rivayetler daha çok ve daha sağlamdır.)
Bu sahne nasıl gerçekleşti? Yüce Allah Ademoğulları'nın
bellerinden zürriyetlerini nasıl aldı ve onları
nasıl kendilerine şahit tuttu? Onlar nasıl: "Evet,
biz buna şahidiz" dediler gibi sorulara gelince,
verilecek cevap şudur: Yüce Allah'ın işlerinin
şekli kendi zatı gibi gayb konularına girer,
bilinmez. İnsanın kavrayış gücü, yüce
Allah'ın zatını idrak edemediği müddetçe
Allah'ın işlerinin de nasıl meydana geldiğine
akil erdiremez. Zira bir şeyin nasıl olduğunu düşünmek
ne olduğunu düşünmenin ayrıntılı bir
uzantısıdır. Yüce Allah'a izafe edilen bütün işlerin
nasıl olduğunu düşünmeye çalışmadan
onların birer realite olduğunu kabul etmekten başka
çıkar yol yoktur. Yüce Allah'ın işlerine ve
fiillerine değinen aşağıdaki metinleri ancak
bu yöntemle anlayabiliriz. "Sonra duman halinde bulunan göğe
yöneldi..." (Fussilet, II) "Sonra Arş'a
......." (A'raf, 54, Yunus 3, Ra'd, 2, Furkan, 59, Secde, 4,
Hadid, 4); "Allah dilediğini siler, dilediğini
bırakır" (Ra'd, 39), "Göklerde sağ
elinde dürülmüştür." (Zümer 60), "Melekler sıra
sıra dizildiği halde Rabbin gelince.." (Fecr, 22) `Üç
kişinin fısıldaştığı yerde
mutlaka dördüncüleri O'dur." (Mücadele, 7) Çünkü daha
önce belirttiğimiz gibi bir şeyin nasıl
olduğunu düşünmek, ne olduğunu düşünmenin
bir ayrıntısıdır. Halbuki Allah'ın
eşi ve benzeri yoktur. Bu nedenle Allah'ın
zatını idrak etmenin yolu olmadığı gibi,
işlerinin nasıl meydana geldiğini kavramanın
yolu da yoktur. Yüce Allah hiçbir şeye benzemediği müddetçe
O'nun işitti de herhangi bir kimsenin işine benzetmenin
yolu olmayacaktır. Yüce Allah'ın işlerinin
nasıl meydana geldiğini öğrenmek için, yarattıklarının
işlerini buna baz olarak alıp düşünmek tamamen
yanıltıcı girişimlerdir. Çünkü, yüce
Allah'ın mahiyeti diğer varlıkların
mahiyetinden tamamen farklıdır. Buna bağlı
olarak Allah'ın işlerinin nasıl meydana
geldiği, diğer varlıkların işlerinin
nasıl meydana geldiğinden farklı olacaktır.
Aynı şekilde yüce Allah'ın işlerinin
nasıl meydana geldiklerini açıklamaya çalışan
bütün filozoflar ve kelâmcılar cahillik yapmış,
sapıklığa düşmüş ve büyük yanlışlıklara
yolaçmışlardır!
Bununla beraber bu ayetlerin şöyle bir yorumu da vardır:
Buna göre yüce Allah'ın Ademoğulları'nın zürriyetinden
almış olduğu bu söz, fıtrat sözüdür. Yani
yüce Allah, insanları Allah'ın ilâhlığını
ve birliğini kabul etmeye müsait ve eğilimli
yaratmıştır. Onların fıtratlarına bu
duyguyu yerleştirmiş ve insanın bu fıtrata
bağlı olarak gelişmesine yolaçmıştır.
İnsan fıtratının temizliğini bozan ve onu
fıtratının doğrultusundan saptıran bozucu
etkenle karşılaşmadığı surece, bu
istikametten sapmaz.
İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki, gerek eski
kuşağın bilginleri (Selef) gerekse daha sonraki
nesillerin bilginlerinden (Halef) bazıları derler ki,
buradaki "şahit tutma"dan amaç, onların
Tevhid üzere yaratılmış olmalarından
ibarettir. Nitekim Ebu Hureyre ve Eyad b. Surey'den
aldığı rivayette böyle deniyordu. Hasan-ı
Basri de ayeti bu şekilde yorumlamıştır.
Yukarıda sözü edilen bilginler diyorlar ki; işte bu
nedenle ayette yüce Allah: "Rabbin Ademoğulları'ndan....
aldı" diyor. "Adem'den.... aldı" demiyor.
"Onların bellerinden" diyor. "O'nun
belinden" demiyor. "Zürriyetlerini" kavramı,
"onların soylarını nesilden nesile,
asırdan asıra sürüp giden bir zincirleme şeklinde
devam ettirdik" demektir. Nitekim başka ayetlerde
deniyor ki, "Sizi yeryüzünde halifeler (yönetici-egemen)
yapan O'dur. (Fatır Suresi, 39) "Sizi yeryüzünün
halifeleri yapıyor" (Neml Suresi, 62) "Tıpkı
sizi başka bir kavmin soyundan türettiği gibi" (En'am
Suresi, 133) Sonra buyuruyor ki: "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?" dedi. Ve buna kendilerini şahit tuttu.
Yani yüce Allah onları yarattığında, onlar
buna şahitlik ettiler ve bunu hal dili ile ifade ettiler...
Bu bilginler diyorlar ki; şahitlik bazan söz ile olur.
Nitekim şu ayetteki şahitlik bu anlamdadır: "Kendi
aleyhinize şahitlik ederiz derler. Dünya hayatı
onları aldattı da kâfir olduklarına kendi
aleyhlerine şahitlik ettiler." (En'am Suresi, 130)
Bazan da hal dili ile olur: "Müşrikler, kendilerinin kâfir
olduklarına şahitlik ettikleri halde, Allah'ın
camilerini onaramazlar (Tevbe Suresi, 17) ayetindeki şahitlik
bu türden bir şahitliktir. Yani onlar dilleriyle kâfir
olduklarını söylemiyorlar, fakat halleri onların kâfir
olduklarına şahitlik etmektedir. "Ve kendisi de
buna şahittir" (Adiyat Suresi, 7) ayeti de bunun gibidir.
Aynı şekilde istemek de bazan söz ile bazan da hal dili
ile dile getirilir. Hal ile istemeye, "ve size istediğiniz
her şeyi verdi" (İbrahim Suresi, 37) ayeti delil
olmaktadır. Bu alimler diyorlar ki; bu ayetten amacın
hal ile şahitlik etmek olduğuna delil, bu
şahitliklerinin onların şirk koşmalarına
karşı bir hüccet olarak ileri sürülmesidir. Eğer
bu bazılarının dediği gibi bir realite olarak
gerçekleşmiş olsaydı, herkes bunu hatırlar ve
bu onun aleyhine kesin bir delil olurdu. Eğer Peygamberimizin
-salât ve selâm üzerine olsun- bunu haber vermiş
olması varlığı için yeterli bir delildir
denilecek olursa buna verilecek cevap şudur: "Müşriklerin
yalanlayıcıları peygamberlerin kendilerine
ilettiği bu ve benzeri haberlerin hepsini yalan sayarlar. Bu
tutumları da onların aleyhine kesin delil olur. Bu da gösteriyor
ki; sözkonusu edilen sözleşme insanların üzerinde
yaratıldığı fıtrattır. Yani onlar,
Tevhid'i rahat kabul edebilecek bir yeteneğe sahip olarak
yaratılmıştırlar. Bu nedenle yüce Allah,
"dememeniz için" yani; "Kıyamet gününde biz
bundan" yani "Tevhit'ten habersizdik" veya "Bizim
atalarımız şirk koştuklarından biz de
onlara uyduk" dememeniz için buyuruyor...
İbn-i Kesir'in bu bölümün başında
aktardığı hadisler ise şunlardır:
Ebu Hureyre (Allah ondan razı olsun) Peygamberimizin -salât
ve selâm üzerine olsun- öyle buyurduğunu anlatıyor:
"Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar."
Başka rivayete göre ise, "Bu din üzere doğar.
Sonra annesi ve babası onu ya yahudileştirir ya da
hristiyanlaştırır ya da mecusileştirir.
Tıpkı her yönü ile mükemmel doğan hayvan yavrusu
gibi... Siz onda bir sakatlık görür müsünüz" (Buhari,
Müslim)
İyad b. Hımar Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- şöyle buyurduğunu aktarıyor:
"Allah buyuruyor ki: Ben kullarımı tek ilâh inancına
yatkın yarattım. Sonra şeytanlar kendilerine
geldiler ve onları dinlerinden saptırdılar.
Kendilerine helâl kıldıklarımı haram
kıldılar." (Müslim)
Beni Sa'd kabilesinden Esved b. Surey diyor ki: Ben
Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte dört
savaşa katıldım. Bir ara müslümanlar düşman
askerlerinin hepsini öldürdükten sonra, çocuklara da uzandılar.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu olayın
haberini alınca çok üzüldü ve hemen şöyle buyurdu:
"bazılarına ne oluyor ki çocuklara da uzanıyorlar?"
Bir adam: "Ey Allah'ın Peygamberi! Onlar müşriklerin
çocukları değiller mi? diye sorunca, Peygamberimiz:
"Hiç kuşkusuz sizin en seçkinleriniz de müşriklerin
çocuklarıdır. Şunu iyi biliniz ki; can
taşıyan her çocuk, fıtrat üzere doğar. Dili
açılıncaya kadar bu fıtrat üzere kalır.
Sonra annesi ve babası onu ya Yahudileştirir ya da
hristiyanlaştırır." Hasan diyor ki; yüce
Allah Kur'an-ı Kerim'de bu bağlamda "Hani Rabbin,
Ademoğulları'ndan, onların bellerinden
soylarını dışarı aldı"
buyuruyor." (İmam Ebu Ca'fer İbn-i Cerir (Allah ona
rahmet eylesin), Yunus b. Abdil-A'la İbn-i Vehb-Seriy b.
Yahya-Hasan b. Ebi Hasan isnadı ile rivayet eder.)
Biz yüce Allah'ın: "Hani Rabbin
Ademoğulları'ndan, onların bellerinden
soylarını dışarı aldı ve kendilerini
birbirinin üzerine şahit tutmuştu" ayetindeki sözünün
hal dili ile gerçekleşen bir şey olarak değil de,
olduğu gibi gerçekleşmiş olmasını uzak
bir ihtimal olarak görmüyoruz. Bizim düşüncemize göre bu
olay, Allah'ın haber verdiği biçimde gerçekleşebilir.
Allah diledikten sonra bunun meydana gelişini engelleyecek hiçbir
şey de olamaz... Fakat biz aynı şekilde İbn-i
Kesir'in tercih ettiği ve Hasan-ı Basri'nin aktarıp
ayeti kendisine delil gösterdiği bu
yaklaşımın da uzak bir ihtimal olduğunu söylemiyoruz.
Bunlardan hangisinin daha doğru olduğunu en iyi bilen
Allah'tır.
Her iki durumda da öz olarak bize anlatılmak istenen, yüce
Allah fıtrattan kendisini birlemesi için kesin bir söz almıştır.
Tevhid gerçeği bu fıtratın önüne yerleştirilmiştir.
Varlık dünyasına gelen her çocuk onunla birlikte
ortaya çıkar. Dışardan herhangi bir etken onun
fıtratını bozmadığı müddetçe insanın
ondan sapması sözkonusu olmaz! İnsanın hem
doğru yola, hem de sapıklığa yönelme yeteneğini
kötüye kullanan bir etken. Burada sözkonusu olan zeminin ve
şartların durumlarına göre su yüzüne çıkan
potansiyel bir yetenektir.
Tevhid gerçeği yalnız "insan"ın
fıtratına yerleştirilmiş değildir.
İnsanın etrafını kuşatan
varlığın fıtratına da yerleştirilen
bir gerçekliktir. Beşerin fıtratı bütün varlığın
fıtratının bir parçasından başka bir
şey değildir. Ona bağlıdır. Ondan kopuk
bir halde değildir. Varlığın tümüne
hükmeden yasalar sistemine beşerin fıtratı da
bağlıdır. Bununla beraber insanın
fıtratı, yankılarını ve
dokunuşlarını büyük evrenin sözü edilen gerçeğinden
etkilenerek, onun gerçekliğini kabul ederek algılamaya
çalışır.
Bu varlık dünyasına hükmeden Tevhid yasasının
içi evrenin şeklinde, ahenginde, bölümlerinin birbirine
uygunluğunda, hareketinin düzeninde, kanunlarının
sürekliliğinde, bu kanunlara bağlı olarak gerçekleşen
sürekli uygulamasında rahatlıkla gözlenebilmektedir.
Sonra insanların şu anda ulaşabildiği bütünü
ile az bir yekûn tutan bilime göre, bütün maddelerin atomlarının
kendisinden meydana geldiği özün (cevherin) birliği de
bu Tevhid ilkesinin geçerliliğini göstermektedir.
Maddelerin atomları parçalanıp, protonlarının
ve nötronlarının dağılmasıyla evrende
bulunan bütün maddelerin sonuçta radyasyon haline dönüştüğü,
tesbit edilen bilimsel keşifler arasında yer
almaktadır.
Gün geçtikçe insanlar bu evrenin tabiatına
yerleştirilen birlik ilkesine ve tabiat olaylarına hükmeden
yasaların yapısına ışık tutan
birtakım keşifler yapıyorlar. Evrenin bu
yasaları kesin ve otomatik bir şekilde işlemez. Sürekli
olarak Allah'ın özgür iradesine göre yenilenen Allah'ın
kaderine uygun biçimde işlerler. Yalnız biz bu ilkeyi
belirlerken, beşeri vasıtalarla elde edildiğinden
dolayı hiçbir zaman kesin bir hüküm ifade etmesi mümkün
olmayan zanna dayalı beşer bilgisine dayanmıyoruz.
Biz beşer bilgisinin bu keşiflerini sırf
sevindirici bir gelişme olarak gördüğümüz için
onlara da burada işaret ediyoruz. Evrenin herhangi kesin bir
gerçeğini tesbit ederken başlıca
dayanağımız, yarattığı her şeyi
en iyi bilen yüce yaratıcı olan Allah'ın bize
verdiği mesajdır. Kur'an-ı Kerim bu evrene hükmeden
yasal sistemin tek bir irade ve tek bir yüce yaratıcı
tarafından belirlenen birlik anayasası olduğu
konusunda hiçbir şüpheye yer vermeyecek kesin bilgiler
veriyor. Yine Kur'ana Kerim bu evrenin yüce Allah'a boyun eğdiğini,
birliğini kabul ettiğini, Allah'ın kendisine
bildirdiği şekilde O'na ibadet ettiği konusunda da
herhangi bir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Biz
evrenin Allah'a boyun eğmesi, O'na kulluk etmesi konusunda
Allah'ın bize haber verdiklerinden başka bir şey
bilemiyoruz. Biz evrenin düzeninde, hareketinde ve süresinde bu
kulluğun ancak etkilerini görebiliyoruz.
Allah'ın özgür iradesine uygun biçimde sürekli olarak
yenilenen Allah'ın kaderi ile evrenin tümüne hükmeden bu
yasal sistem, bu evrenin içinde yer alan varlıklardan biri
olan insanın yapısında da geçerlidir. Onun fıtratına
yerleştirilmiş bulunmaktadır. Onu
algılayabilmek için ayrıca rasyonal bir
kavrayışa ve duygusal algılamaya ihtiyaç yoktur.
Normal bir fıtrat ile algılanabilir ve
fıtratın temeline yerleştirilmiştir.
İnsanın fıtratı onu dolaysız olarak
algılayabilir, ona uygun biçimde hareket eder.
İnsanın fıtratı herhangi bir bozukluk ve
sapıklığa düşmemişse, bu yasaya
rahatlıkla uyum sağlayacaktır. Böyle bir sapıklık
ve bozukluğa düştüğünde ise, kendi öz algılamasından
sapar, öze yönelik sağlam yasasına göre hareket edeceğine,
kendisini gelip-geçici arzu ve isteklerin akışına
bırakır.
Bizzat bu yasalar sisteminin kendisi de, fıtrat ile
yaratıcısı olan Allah arasında gerçekleşen
bir anlaşmadır. Bu anlaşma insanın
yapısına yerleştirilmiştir.
Yaradılışından itibaren insanın her
canlı hücresine yerleştirilmiştir. Bu anlaşma
peygamberlerden ve peygamberlerin misyonlarından çok
eskilere dayanmaktadır. Bu anlaşmada, insanın her hücresi
tek bir iradeye sahip olan, kendisine hükmeden ve onu tasarrufu
altında bulunduran tek yasal sistemi belirleyen Allah'ın
ilâhlığına şahitlik etmiştir.
Fıtratın bu anlaşması ve
şahitliğinden sonra delil getirmeye gerek yoktur. -O
ister bu anlaşma ve şahitlik hal dili ile gerçekleşmiş
olsun, isterse bazı rivayetlerde belirtildiği gibi sözlü
olarak gerçekleşmiş olsun farketmez- Hiç kimse kalkıp
Allah'ın insanı Tevhid'e ileten kitabından habersiz
olduğunu, bu Tevhid'e çağıran Allah'ın
peygamberlik misyonlarından haber
alamadığını söyleyemez. Yahutta, ben varlık
alemine geldiğimde atalarımın Allah'a ortak
koştuklarını gördüm. Tevhid'i tanıyabilmem için
önümde hiçbir yol yoktu. Ben atalarımın
sapıklığa düşmeleri nedeniyle
sapıklığa düştüm. Bu işten yalnız
onlar sorumludur. Ben sorumlu değilim demesi asla
tutarlı olmaz. İşte bu nedenle sözü edilen
şahitlikten sonra şu açıklama geliyor:
"Allah, kıyamet gününde şöyle diyemeyesiniz
diye bunu böyle yaptı. Bundan haberimiz yoktu, ya da şöyle
diyemeyesiniz diye, vaktiyle atalarımız müşrik
olmuşlardı, biz onlardan sonra gelen
kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların
yaptıklarından dolayı mı
mahvedeceksiniz?"
Fakat yüce Allah kullarına merhametinden dolayı...
Kullarının saptırıldıkları zaman
sapıtabileceklerini ve onların bu sağlam
fıtratlarının saptırıcı faktörlere
maruz kalabileceklerini çok iyi bildiğinden... Nitekim
Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- cinlerden ve
insanlardan olan şeytanların insanın bünyesinde
yer alan zaaf noktalarına dayanarak onu saptırmak
istediğini belirtmiştir!
Evet yüce Allah kullarına merhametinden dolayı
onları bu fıtrat anlaşmasına göre hesaba
çekmemeyi takdir etmiştir. Aynı şekilde
onları kendilerine vermiş olduğu iyilik ve kötülüğü
birbirinden ayırıcı akıllarına göre de
hesaba çekmek istememiştir. İnsanların
fıtratlarını dıştan gelen sis
tabakasının etkisinden,
yozlaşmışlıktan ve sapıklıktan
kurtarmak, aklını arzu ve isteklerin, zaafların ve
şehevi ihtirasların baskısından kurtarmak
amacıyla onlara peygamberler göndermeden, ayetlerini
kendilerine açıklamadan onları sorumlu tutmayı
dilememiştir. (Nisa Suresi, 165. ayetin tefsirine
bakınız) Eğer yüce Allah insanların
fıtratlarının ve akıllarının
peygamberler ve peygamberlikler olmadan, ayetlerin
hatırlatmaları ve ayrıntılı bilgilerine
ihtiyaç duymayacak biçimde yalnız başına
doğru yolu bulmaları için yeterli olacağını
bilseydi onları bu iki yetenekle hesaba çekerdi. Fakat yüce
Allah ilmiyle onlara merhamet etmiş, kendilerine
karşı delil olarak peygamberlik misyonunu esas
almıştır:
"İşte ayetlerimizi böyle ayrıntılı
biçimde anlatıyoruz ki, ola ki, doğru yola dönerler."
Belki böylece fıtratlarına, bu fıtratın
Allah ile yaptığı anlaşmaya yüce Allah'ın
kendi bünyelerine yerleştirdiği basiret ve idrak güçlerini
kullanmaya yönelip dönüş yaparlar. İnsanın bünyesine
yerleştirilen bu gizli yeteneklere dönüş yapmak,
kalplerde Tevhid gerçeğini harekete geçirmeye ve onu Tevhid
akidesi üzerinde yaratan, sonra ona merhamet ederek hatırlatmak
ve uyarmak için mucizelerle desteklenen peygamberler gönderen
biricik yaradıcısına dönmelerinin teminatıdır.
FITRATTAN UZAKLAŞMA
Fıtratın doğru yolundan sapmanın ve Allah
tarafından fıtrattan alınan söze aykırı
düşmenin, Allah'ın ayetlerini gördükten ve öğrendikten
sonra onlardan yüz çevirmenin tasviri budur. Burada Allah'ın,
ayetlerini kendisine verdiği gözleriyle ve düşüncesiyle
onları algılayabilecek hale getirdiği halde bu
ayetlerden sıyrılan, onlardan soyutlanan, yeryüzüne bağlanan
arzu ve isteklerinin peşine düşen, ilk taahhüde-anlaşmaya
ve doğru yolu gösteren ayetlere sarılmayan,
dolayısıyla şeytanın emrine giren,
Allah'ın himayesinden dışarı atılan,
bundan böyle rahat yüzü görmeyen, huzur nedir bilmeyen ve
belli bir çizgi tutturamayan bir insan tipinin durumuna dikkat
çekiliyor.
Yalnız Kur'an-ı Kerim'in icazlı ifade metodu
olayı basit bir şekilde sunmuyor. Onu canlı,
hareketli bir manzara halinde tasvir ediyor. Bu manzarada
kıskıvrak bir hareket, belirgin işaretleri, apaçık
izleri, gözler önüne serilen tepkileri rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz.
Bu manzara yaşanan gerçek hayatın bütün duygularını
kapsadığı gibi, ilham dolu ifadeleri yansıtan
duygulara da yer vermektedir.