MEDİNE YAHUDİLERİ
168- Biz yahudileri yeryüzünde çeşitli gruplara
ayrıldık. Kimileri iyi kimselerdir, kimileri öyle değildir.
Ola ki doğru yola dönerler diye onları iyilikler ile ve
kötülükler ile sınavdan geçirdik.
169- Onların arkasından yerlerine Kitab'a (Tevrat'a)
varis olan başka bir kuşak geçti. Bunlar bu alçak
dünyanın menfaatini alıyorlar ve "Nasıl olsa
affedileceğiz" diyorlar. Kendilerine o menfaatin bir
katı daha verilse onu da kaparlar.
Peki Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekler
diye bir kitapta onlardan söz alınmamış
mıydı? Bu kitabın içerdiği mesajları
okumamışlar mıydı? Günahlardan sakınanlar
için ahiret yurdu kesinlikle daha hayırlıdır. Buna
akıl erdiremiyor musunuz?
170- Onlar ki, Kitab'a sımsıkı
sarılırlar ve namımızı kılar! Hiç
kuşkusuz biz iyi amel işleyenlerin mükâfatını
kayba uğratmaksızın tam olarak veririz.
171- Hani o dağı (Tur Dağı'nı)
başları üzerine çıkarmıştık, onlar
dağın üzerlerine düşeceğini
sanmışlardı. Bu durumda kendilerine "Size
verdiğimiz Kitab'a sımsıkı
sarılınız ve içindeki mesajları sürekli aklınızda
tutunuz.
Bunlar, İsrailoğulları'nın Musa'dan sonraki
kıssasını tamamlama bağlamında
gelmiş bulunan Medeni ayetlerin bir devamıdır.
Musa'dan sonra yahudiler yeryüzüne dağıldılar.
Mezhepleri ve düşünceleri, ekolleri ve davranış
biçimleri (meşreb ve meslek) birbirinden ayrı gruplara
ayrıldılar. Bu grupların bir kısmı iyi,
bir kısmı iyi değildi. Yalnız Allah'ın
rahmeti halâ onları muhafaza ediyor, bazan nimetlerle, bazan
da sıkıntılarla arka arkaya onları
sınavlardan geçiriyordu. Belki tekrar Rabblerine dönerler,
olgunluğa kavuşurlar ve doğru yola gelirlerdi:
"Ola ki doğru yola dönerler diye onları
iyilikler ile ve kötülükler ile sınav
dan
geçerdik."
Arka arkaya sınavlardan geçirilmek Allah'ın
kullarına bir rahmetidir. Onlar için sürekli bir uyarı
niteliğindedir. İnsanı gayrete ve
vurdumduymazlığa iten unutkanlığa
karşı koruyucu bir önlemdir...
-Onların arkasından yerlerine Kitab'a (Tevrat'a)
varis olan başka bir kuşak geçti. Bunlar bu alçak
dünyanın menfaatini alıyorlar ve "Nasıl olsa
affedileceğiz" diyorlar. Kendilerine o menfaatin bir
katı daha verilse onu da kaparlar.
Musa peygamberin peşisıra gelen nesillerden sonraki
bu nesillerin ana vasıfları şudur: Onlar,
Kitab'ı miras almışlar ve onu incelemişlerdir.
Yalnız onun direktifleri doğrultusunda
şekillenmiş, kalpleri ve davranış biçimleri
de ondan etkilenmemiştir. Nitekim etüdlere tabi tutulan bir
kültüre, ezberlenen bir bilgiye dönüşen her inanç
sisteminin durumu budur. Bunun yanında onlar, dünya hayatının
mallarından birini gördüklerinde, hemen üzerine üşüşmüşlerdir.
Sonra da dönmüşler, bu yaptıklarını te'vile
kalkışmışlar ve: "Nasıl olsa
affedileceğiz" demişlerdir. İşte bu
mantıkla onlar, her ne zaman yeni bir dünya malı ile
karşılaşmışlarsa yeniden onun üzerine atılmışlardır!
Yüce Allah onların bu tutumlarını olumsuz bir
soru ile ortaya koyuyor:
"Peki Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekler"
diye bu Kitap'ta onlardan söz alınmamış
mıydı? Bu kitabın içirdiği mesajları
okumamışlar mıydı?
Tevrat'ta onlardan söz alınmış değil miydi?
Onu te'vil etmemek ve hükümlerini hilelerle saptırmamak,
Allah adına gerçeğin dışında hiçbir
şeyi söylememek üzere söz vermemişler miydi? Öyleyse
nasıl oluyor da, "Nasıl olsa affedileceğiz"
deyip dünya hayatının malları üzerine atılıyorlar?
Allah adına yalan sözlerle kendilerini temize çıkarıyorlar.
O'nun kendilerini bağışlayacağını
kesin söylüyorlar: Halbuki onlar, yüce Allah'ın ancak gerçekten
tevbe edenleri, fiili olarak günahlardan dönüş
yapanları bağışlayacağını
biliyorlar. Kendilerinin böyle bir durumları
olmadıklarını, dünya hayatının
mallarından herhangi biri ile
karşılaştıklarında hemen ona
sarıldıklarını görüyorlar. Ve onlar bu
Kitab'ı inceleyip içindekilerini öğrendikten sonra, böyle
bir tavır takınıyorlar!
Evet! Onlar Kitab'ı incelemişler, ancak inceleme
kalplerini harekete geçirmediği sürece, hiçbir fayda sağlamaz.
Dini incelemiş-öğrenmiş nice bilginler vardır
ki, kalpleri ondan tamamen uzaktır. Onların incelemeleri
sırf onu te'vil etmek açık bir kapısını
bulmak ve hükümlerini saptırmak içindir. Niyetleri,
kendilerini dünya hayatının nimetlerine
kavuşturabilecek fetvalar çıkarmaya yöneliktir. Dinin
karşısındaki en büyük felâket; dini bir bilim
dalı olarak incelediği halde, bir inanç sistemi
şeklinde ona sahiplenmeyen ve Allah'tan korkup
sakınmayan bilginlerden başka nedir ki!
"Günahlardan sakınanlar için ahiret yurdu
kesinlikle daha hayırlıdır. Buna akıl
erdiremiyor musunuz?
Evet. Orası ahiret yurdudur! Allah'tan korkup
sakınanların kalplerinde ahiretin önemi, terazinin
kefesinde ağır basan biricik değerdir.
İnsanı, bu dünyanın geçici ve imtihan için
verilen nimetlerine kapılmaktan koruyacak en önemli değer
kaynağıdır. Ahiret hayatını hesaba
katmadan hiçbir ruh ve hiçbir canlı doğru yolda
ilerleyemez. Ahiret yurdu olmadan, insanın içindeki
şiddetli arzuları, yeryüzünün nimetlerine duyulan eğilimleri
hangi şey dengeleyebilir? Hangi güç insanın ümit ve
arzuları önüne geçebilir ve onu kötülükten alıkoyabilir?
İnsanın içindeki bu arzuların
taşkınlığını, şehvetlerin
ateşini, ümitlerin sarhoşluğunu hangi kuvvet
dindirebilir? Dünya hayatının sona ermesiyle kaybedilen
ve insanın uğrunda mücadele verdiği dünyalık
nasibine karşılık onu ne huzura kavuşturabilir?
Hak ile batıl, iyilik ve kötülük arasındaki
savaşta onun direnmesini hangi güç sağlayabilir? Dünyanın
nimetlerinin birbir ellerinden kaçıp gitmesi, kötülüğün,
şımarıklığın ve batılın
azgınlığı karşısında
insanın şiddetli arzularını frenleyecek ne
vardır?
Bu korkunç hengâmede ve bu büyük savaş meydanında
kesin bir ahiret inancı olmadan taş taş üstünde
kalmaz. Gelişen olaylara ve değişen durumlara
karşı direnemez. Ahiret yurdu; Allah'tan korkan,
bağışlayan, kendisini arındıran,
sarsıntılara, kasırgalara ve fitnelere
karşı hak ve iyilik üzerinde direnen, etrafına
bakmadan güvenle, gönül huzuru ile, kalpleri kesin inançla
dolu olarak yürüyenler için, gerçekten daha güzeldir.
Bu ahiret yurdu, "Bilimsel Sosyalizm"in propagandacılarının
kalplerimizden, inanç sistemimizden ve hayatımızdan söküp
atmaya çalıştığı gayblerden biridir.
Onlar bu gayb inancı yerine, "Bilimsellik"
adını verdikleri kâfir, cahil ve kör bir düşünceyi
yerleştirmeye çalışıyorlar.
İşte ortaya konmaya çalışılan bu
uğursuz çabalar hayatın düzenini bozduğu gibi,
insanın iç huzurunu da zedelemektedir. Kesin bir inanç dışında
hiçbir şekilde frenlenemeyecek çılgın
ihtirasları harekete geçirmektedir. Rüşvetin,
bozgunculuğun, arzu ve isteklerin,
taşkınlıkların alevlerini serbest
bırakmaktadır. İhmalkârlığı,
vurdumduymazlığı ve hainliği hayatın her
alanına yaymaktadır...
"Gaybilik" ile çelişen "Bilimsellik"
onsekizinci ve ondokuzuncu asrın yobazlıklarından
biridir. "Beşeri Bilimler" bile bu yobazlıktan
sıyrılmıştır. Artık yirminci
asırda cahillerden başka bu tür yobazlıklara
takılan kimse kalmamıştır! (En'am, 59.
ayetinin tefsirine bkz.) "İnsan"ın
fıtratı ile çelişen üstelik "hayat"ı
da beşeriyeti yok edecek, tehdid edecek biçimde felâkete
sürükleyen bir cehalettir bu! Bütün beşeriyetin elinden
hayatının ve güzelliklerinin ana maddelerini soyup
almak isteyen ve böylelikle bütün insanlığın
sonunda siyonizmin otoritesine boyun eğmesini
kolaylaştıran siyonist bir plândır bu. Belki plânsız
olarak işinin bilincinde olmayan bazı kimseler,
şurada burada papağan gibi bilimsellik naraları
atmaktadırlar. Yalnız siyonizmin dünyanın
değişik ülkelerinde kurduğu ve kendilerini
beslediği rejimler şurada burada bu korkunç planı
bilinçli olarak uygulamaya çalışmaktadırlar!
Hem ahiret meselesi hem de takva meselesi inanç sisteminde ve
insanın hayatında iki ana meseleyi
oluşturduğundan Kur'an-ı Kerim'in anlatım
tarzı, bu basit hayatın, dünya hayatının
mallarına üşüşen muhataplarının düşünmelerini
sağlamaya çalışıyor:
"Günahlardan sakınanlar için ahiret yurdu
kesinlikle daha hayırlıdır. Buna akıl
erdiremiyor musunuz?
Eğer insanın arzu ve istekleri değil de
aklı hüküm verseydi, bilim diye adlandırılan
cehalet değil de gerçek bilimin sözü geçseydi, ahiret
yurdu şu fani dünyanın bir kesin kaynağı
olurdu:
"Onlar ki, Kitab'a sımsıkı
sarılırlar ve namazı kılarlar. Hiç kuşkusuz,
biz iyi amel işleyenlerin mükafatını kayba
uğratmaksızın t
am
olarak veririz."
Burada kendilerinden söz alınan ve kitabın
muhtevasını incelediği halde incelediği kitaba
sarılmayan, onu uygulamaya koymayan, düşüncelerinde,
hareketlerinde, davranış tarzlarında ve
hayatlarında ona başvurmayan ve bağlanmayanlara
üstü kapalı olarak değinilmektedir. Yalnız ayeti
kerime bu özel dokunuşun ötesinde genel bir hüküm niteliğindedir.
Bütün şartlarda her kuşağa mesajını
eksiksiz olarak vermektedir.
"Sarılırlar" sözcüğünün ifade tarzı,
rahatlıkla algılanabilecek ve görülebilecek bir manayı
tasvir eder gibidir. Kitaba, kuvvet, ciddiyet ve kesinlikle
sarılmanın tablosudur. Yüce Allah kendi kitabına
ve hükümlerine bu şekilde sarılmalarını
ister. Gerçeği kabul etmekten kaçmadan, baskı yapmadan
ve taassuba koşmadan... Ciddiyet, kuvvet ve kesinlik
başkadır, gerçeği kabule yanaşmamak,
baskı yapmak ve taassub göstermek daha başkadır.
Ciddiyet, kuvvet ve kesinlik meseleye yumuşak bakmakla çelişmez.
Yalnızca kaypaklıklar çelişir. Geniş ufuklu
olmayı engellemez, yalnızca umursamazlıkla çelişir.
Realitelerin de Allah'ın şeriatının hükmüne
boyun eğmesi gerektiği anlamına gelir.
Kitab'a ciddiyet, kuvvet ve kesin biçimde bağlılık
ve namazın -yani ibadetin ikame edilmesi, Rabbani yolun
insanın hayatını düzeltmek için gerekli olan iki
tarafı niteliğindedir. Bu ayette Kitab'a
sarılmanın ibadetlerle beraber verilmesi özel bir anlam
ifade etmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, bu
hayatın düzelmesi için Kitab'ın insanın
hayatında uygulanması gerektiği gibi,
insanların kalplerinin düzelmesi için de ibadet amaçlı
davranışların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu
iki unsur, insanın hayatını, iç dünyasını
düzeltecek ilâhi sistemin iki kesimini oluşturmaktadır.
Bu iki ana unsur olmadan hayatı ve insanın iç dünyasını
düzeltmek mümkün değildir. Ayetin son kısmı bu düzeltmeye
işaret etmektedir:
"Hiç kuşkusuz biz iyi amel işleyenlerin mükâfatını
kayba uğramaksızın tam olarak veririz.",
İşte ayetin bu cümlesi, sözkonusu gerçeğe
işaret etmektedir. Kitab'a pratik olarak ciddi biçimde sarılmak
ve birer ibadet olarak bu şiarları yerine getirmek
adı geçen düzelmenin iki ana unsurudur.
Bu düzelme, Allah'ın bu yolda çalışanların
mükâfatını zayi etmeyeceği bir düzelmedir.
Bu ilâhi sistemin iki tarafından biri ihmal edilmedikçe,
hayat bozulmaya yüz tutmaz. Ciddi biçimde Kitab'a sarılma
ve onu insanların hayatına hakim kılmanın
terkedilmesi, kalpleri düzelten ve Kitab'ın hükümlerini
hilelere başvurmadan uygulamayı sağlayan ibadetin
terkedilmesi ile hayat fesada uğrar. Kitap ve ibadete
sarılma olmayınca ehli kitabın konumuna düşülür.
Nitekim kalpleri ibadetten usanan, dolayısıyla Allah
korkusu duygusu körelen bütün kitap sahipleri bu konumdadır.
İslâmın yolu, unsurları birbirini tamamlayan mükemmel
bir yoldur. Otoriteyi Kitab'ın ana ilişkilerine
dayandırdığı gibi, kalbi de Allah'a kulluk
temeline dayandırır. Bu nedenle kalpler Kitap'la bir
uyum içine girer. Kalpler de düzelir, hayat ta düzelir.
İşte bu Allah'ın yoludur. Allah'ın
cezasına müstehak olan ve bedbaht olmaya mahkûm olanlardan
başkası bu yoldan sapmaz ve onu başka bir yolla
değiştirmeye kalkmaz!
Bu surede yer alan kıssanın halkalarının
sonunda, yüce Allah'ın İsrailoğulları'ndan
nasıl söz aldığı açıklanıyor:
"Hani o dağı (Tur Dağı'nı)
başları üzerine çıkarmıştır, onlar
dağın üzerlerine düşeceğini
sanmışlardı. Bu durumda kendilerine "Size
verdiğimiz kitaba sımsıkı
sarılınız ve içindeki mesajları sürekli aklınızda
tutunuz ki, kötülüklerden sakınabilesiniz"
dedik."
Bu unutulmayacak bir sözleşme, unutulmayacak
şartlarda alınmıştı. Bu sözü aldığında
yüce Allah, dağı bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırmıştı.
Onlar dağın tepelerine ineceğini
sanmışlardı! Önceden bu sözü vermekten geri
durmuşlardı. Ne var ki, korkunç bir harikanın gölgesinde
bu sözü vermekten başka çare bulamamışlardı.
Ve bu korku onları bir daha döneklik yapmaktan alıkoymalıydı.
Bu güçlü harikanın altında, bu sözlerine kuvvet ve
ciddiyetle sarılmaları istenmişti. Var güçleriyle
ve kesinlikle ona bağlı kalmaları
emredilmişti. Bu sağlamlaşmış sözleşmelerinden
geri dönmemeleri, onu basite indirgememeleri ve hafife almamaları,
bu sözleşmeyi bütün muhtevasıyla hatırda
tutmaları istenmişti. Belki böylece kalpleri
kendilerine gelir ve Allah'tan korkarlardı. Sürekli Allah'a
bağlı kalır, O'nu unutmazlardı!
Ne var ki, yahudi bildiğimiz yahudidir, sözleşmeyi
bozdu. Allah'ı unuttu. Günahlara daldı. Neticede
Allah'ın gazabına ve lânetine müstehak oldu. Allah'ın
cezasını haketti. Halbuki Allah onları o zamanlar tüm
insanlar arasından seçmişti. Onları bol bol
nimetleri ile donatmıştı. Yine de yahudi nimetlere
şükretmedi, sözleşmeye bağlı kalmadı,
verdiği kesin sözü hatırlamadı... İşte
böylece Allah'ın kurallarına asla zulmetmediğini
daha net olarak kavrayabiliyoruz...
TEVHİD VE ŞİRK
Şimdi ele alacağımız ders tamamıyla
Tevhid ve Şirk konusu etrafında
yoğunlaşıyor. Nitekim daha önce surede yer alan
bütün kıssalar da bu konuyu ana eksen olarak
almışlardı. Her peygamberin sürekli olarak
insanlara Tevhid gerçeğini hatırlattığı,
şirke bulaşmanın akıbetinden onları
sakındırdığı, bu hatırlatma ve
sakındırmalardan sonra yapılan uyarıların
teker teker gerçekleştiği surede yer alan
kıssalarla işlenmiştir.
Şimdi ele alacağımız bölüm Tevhid
konusuna yeni bir açıdan, köklü bir perspektiften
bakmaktadır. Allah'ın insanlara sunduğu fıtrat
açısından Tevhid'e bakmaktadır. Allah, daha
zerrecikler aleminde iken onların ruhlarından ve
oluşumlarından Tevhid'e ilişkin söz almıştır!
Allah'ın ortaksız ilâhlığını kabul
etmek, insanın oluşumunda yer alan fıtratın
gereğidir. Bu yüce yaratıcının insanın
yapısına yerleştirdiği ve insanı öz varlığının
yargısı ile kendi üzerine tanık tuttuğu
fıtratıdır. Yaratılışının
derinliklerinde bu gerçeğin bilincinde oluşunun
yargısı da ayrıca bu hükmün pekiştiricisi
niteliğindedir. Allah tarafından insanlara iletilen
mesajlara -peygamberliklere gelince, bunlar ancak birer
hatırlatma ve ilk fıtratın doğrultusundan
sapıp hatırlatmaya ve uyarıya muhtaç konuma düşenlere
birer uyarıdırlar. Tevhid, ilk
yaradılışında insanın, fıtratı
ile yaratıcısı arasında gerçekleşen
sarsılmaz bir sözleşmedir. Kendilerine
hatırlatmada ve uyarıda bulunacak peygamberler gönderilmese
bile, onlar için bu sözleşmenin bozulmasında
haklı bir gerekçe olamaz. Yalnız yüce Allah'ın
rahmeti insanları icabında yolunu
şaşırabilecek fıtratları ile
başbaşa bırakmamayı, aynı şekilde
sapıklığa sürüklenebilecek olan akıllarına
da onları havale etmeyi uygun görmemiştir. Yüce Allah'ın
bu konuda uygun gördüğü yöntem, insanlara müjdeleyici ve
uyarıcı olarak peygamberler göndermek ve peygamberlerin
gönderilişinden sonra insanlara, sapıklığa düşmeleri
için ellerinde hiçbir bahane bırakmamaktır!
Şimdi ele alacağımız derste Tevhid konusu
bu açıdan işlenirken, Kur'an'ın anlatım
tarzı bu önemli meseleyi değişik çizgilerden ele
almaktadır:
1- Hikaye ile ifade edilen çizgi:
Bazı
rivayetlere göre İsrailoğulları'nın tarihinde
böyle bir durumun sözkonusu olduğu dile getirilirse de
tercihe şayan görüşe göre, bu hiçbir yer ve zamanla
sınırlı olmayan bir örnektir. Bu insanların iç
dünyasında ve tarihte her zaman tekrarlanan bir durumun
tasviridir. Her ne zaman insanlardan bazısına ilimden
bir pay verilmişse bu ilmin onları gerçeğe ve
doğru yola iletmesi beklenmiştir. Fakat insan kendisine
verilen bu ilimden sıyrılabilir, ondan hiçbir
şekilde yararlanmayabilir. Kendilerine ilimden hiçbir
şey verilmeyenler gibi sapıklık yolunda yürümeye
devam edebilir. Hatta yolun karanlıklarında
aydınlatıcı bir fener olan iman zevkiyle
kaynaşmamış olan bu ilim, insanı daha
uğursuz, daha sapık ve daha bedbaht bir yola çekebilir!
2- Başka bir hikâye ile ifade edilen çizgi: Bu kıssadan
fıtratın Tevhid'den adım adım şirke
doğru nasıl kaydığı tasvir edilmektedir.
Burada yüce Allah'ın kendilerine vereceği çocuktan hayır
bekleme umudu ile yaşayan bir insan çifti örnek
gösterilmektedir. Her ikisinin de fıtratı Rabbleri olan
Allah'a yönelmektedir. Eğer kendilerine iyi bir halef
verecek olursa, şükredenlerden olacaklarına dair kesin
olarak Allah'a söz vermektedirler. Allah'ın onların
dileklerini yerine getirmesinden sonra kalpleri sapmakta,
Allah'ın kendilerine verdiğini O'na ortak koşmaya
başlamaktadırlar!
3- Bu kıssada tas
vir
ile ifade edilen unsur: Burada
insanın öz yapısında var olan alıcı
cihazlarının nasıl köreldiği ve
insanları insanlık derecesinden aşağıya
yuvarlatıp hayvanların seviyesine indiren, gerçekten ve
haklı olarak onları cehennemin yakıtı haline
getiren sapıklığa nasıl vardığı
tasvir edilmektedir. Bu duruma düşen insanların
kalpleri vardır, fakat onlarla bir şey duyamazlar. Gözleri
vardır onlarla bir şeyi göremezler. Kulakları
vardır onlarla bir şeyi işitemezler. Ve
bunların hepsinin ötesinde onlar dönüşü ve kurtuluşu
olmayan bir sapıklığa düşmüşlerdir!
4- Mesaj unsurunu ifade eden çizgi:
Bu
direktifler, körden bu alıcı cihazları harekete geçirmek,
düşüncelerini ve değerlendirmelerini sağlamak,
onları göklerin ve yerin harika sistemine yöneltmek ve bu
cihazları ardında ölümün gizlendiği geliş
zamanı belli olmayan ecelle ilişkiye geçirmek, onları
doğru yola çağırdığı halde
sapıkların kendisini delilikle ihtar ettiği bu
onurla peygamberin durumunu değerlendirmeye davet etmekle
ilgilidir.
5- Onların sözde ilâhları etrafında
yoğunlaşan, tartışma ile ifade edilen çizgi:
Halbuki onların ilâhları, ilâh olmanın
özelliklerinden, hatta hayatın özelliklerinden bile
yoksundur!
Bu direktiflerin hepsi Peygamberimizin -salât ve selâm
üzerine olsun- onlara ve onların ilâhlarına meydan
okumaya yönlendirilmesi, hem onlardan, hem ilâhlarından hem
de ibadetlerinden tamamen ayrı ve uzak olduğunu ilan
etmesi, kendisinden başka hiçbir dostun bulunmadığı
yegâne dosta sığınması ile sona ermektedir:
"Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı)
indiren Allah'dır. O, iyileri dost edinir, koruması
altında tutar." (A'raf Suresi, 196)'
Geçen dersin, sonu İsrailoğulları
kıssasının son bölümünde yer alan yüce Allah'ın
onlardan havaya kaldırılmış dağın gölgesi
altında söz alması sahnesiydi. Bu yeni ders ise onu
izlemektedir. Yüce Allah'ın insanın
fıtratından aldığı söz ile büyük
sözleşme ile başlamaktadır. Bu sahne üstünlüğü
ve şaheserliği ile havaya
kaldırılmış dağ sahnesinin bile kendisine
yetişemeyeceği bir sahnedir!