O |
A´raf
|
O |
|
143- Musa belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi O'nunla
konuşunca "Ey Rabbim, kendini göster de seni
gözlerimle göreyim " dedi. Allah O'na "Sen beni
göremezsin, ama şu dağa bak, eğer o yerinde
kalırsa beni görebileceksin " dedi.
Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti, Musa da
bayılarak yere düştü. Ayılınca "Sen her
türlü noksanlıktan uzaksın, tevbe edip sana yönelelim,
ben müminlerin ilkiyim " dedi.
144- Allah dedi ki; "Ey Musa, mesajlarımla ve
aracısız konuşmamla sana diğer insanlar
üzerinde seçkin bir konum bağışladım. Sana
verdiklerimi al ve şükredenlerden ol. "
145- Bu levhalarda, Musa'ya her konuya ilişkin öğüt,
her konuda ayrıntılı açıklama yazdık.
"Bunlara sımsıkı sarıl ve
soydaşlarına da onlara en güzel biçimde uymalarını
emret. Yoldan çıkmışların
yurtlarının ne hale geldiğini yakında size göstereceğim.
146- Dünyadaki haksız yere büyüklük taslayanları
ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar görecekleri
hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o
yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona
koyulurlar. Bunun sebebi onların ayetlerimizi
yalanlamaları, umursamamalarıdır.
147- Ayetlerimizi ve ahiret
karşılaşmasını,
hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri
boşa gitmiştir. Görecekleri ceza işlediklerinin
karşılığından başka bir şey mi
olacak ki.
Biz bu eşsiz olayı hayalimizde,
ruhlarımızda ve bünyemizde bütünüyle canlandırmaya
muhtacız. Olayı bütünüyle canlandırabilmeliyiz
ki, onu düşünmeye çalışabilelim ve Hz.
Musa'nın bu sıradaki duygularına bir ölçüde biz
de vakıf olabilelim:
"Musa belirlediğimiz vakitte gelip de Rabbi O'nunla
konuşunca, `Ey Rabbim, kendini göster de seni gözlerimle
göreyim' dedi."
Bu, Hz. Musa'nın yüce Allah'ın sözlerini algıladığı,
ruhen arzu ettiği manzaraya duyduğu aşk ve
heyecanın doruk noktaya çıktığı
sırada düştüğü gafletin bir ifadesidir. O, bu
atmosferde kendisinin kim olduğunu unuttuğu gibi, ne
olduğunu da unutmuş bulunmaktadır. Bu, yeryüzünde
insanın elde edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir
şeyi istemektedir. O, arzunun zorluklarına, umudun
etkilerine, sevginin heyecanına, görmenin isteğine
katlanmadan, "Büyük Görüşmeyi" arzu etmektedir.
Nitekim şu kesin apaçık söz, onu anında
uyarır:
"Allah O'na "Sen beni göremezsin..."
Sonra onun yüce ve ulu olan ilahı, ona merhamet ediyor,
kendisini neden göremeyeceğini bildiriyor: Çünkü onun,
buna gücü yetmez.
"Ama şu dağa bak, eğer o yerinde
kalırsa beni görebileceksin" dedi.
Elbette ki dağ daha dayanıklı ve
sağlamdır. Dayanıklılığı ve
sağlamlığıyla dağ, elbette ki
insanın bünyesinden daha az bir etkilenme ve karşılık
verme yeteneğine sahiptir. Öyleyse bu ne demekti?
"Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti."
Peki bu tecelli nasıl olmuştu? Biz onu
anlatamayız ve onu kavrayamayız da. Biz bu tecelliyi,
bizi Allah'a ulaştıran, ruhlarımızı
şeffaflaştırıp aydınlatan ve onu bütünüyle
ana kaynağa yönelten, bize verilen ince duyguyla ancak
izleyebiliriz. Soyut sözcüklere geline, bu konuda onlar bir
şeyi aktarma gücüne sahip değildir. İşte bu
nedenle biz de bu tecelliyi sözlerle tasvir etmeye, anlatmaya
çalışmıyoruz. Ve ben şahsen bu konuda, tefsir
niteliğini taşıyan bütün rivayetlerin bir tarafa
itilmesi gerektiği kanısındayım. Çünkü bu
konuda Hz. Peygamberden herhangi bir rivayet yoktur. Kur'an-ı
Kerim de bu konuda herhangi bir açıklama yapmış
değildir.
"Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti."
Dağın katılıkları eridi yerle bir oldu,
düzlük haline geldi. İşte o anda Musa, durumun
dehşetini kavradı ve bu dehşet, onun zayıf
olan beşeri yapısına sirayet etti.
"Musa da bayılarak yere düştü."
Bayılıverdi birden, şuurunu kaybetti.
"Ayılınca."
Kendisine gelince, gücünün sınırlılığını
kavrayınca, bu sorusu ile haddini
aştığını anladı.
"Sen her türlü noksanlıktan uzaksın."
Ya Rabbi, sen gözle görülebilecek, duygularla kavranabilecek
bir varlık olmaktan münezzehsin, yücesin, dedi.
"Tevbe edip sana yöneldim..."
Görmeye ilişkin sorum ile haddimi
aştığımdan dolayı sana
sığındım, dedi.
"Ben müminlerin ilkiyim" dedi.
Peygamberler sürekli olarak ilâhlarının
ululuğuna, yüceliğine ve kendilerine gönderdiği
vahye ilk iman eden kimselerdir. Onların ilâhlarını
bunu açıklamalarında onlara emreder. Nitekim
Kur'an-ı Kerim değişik yerlerde peygamberlerin bu açıklamalarını
vermektedir.
Hz. Musa, müjdeyi, peygamber seçilmesi müjdesini aldığında,
Allah'ın rahmetini bir kere daha idrak ediyor. Bu müjde ile
beraber o, kurtuluştan sonra kavmine peygamber olmakla görevlendiriliyor.
Aslında Musa'nın Firavun ve tayfasına bir peygamber
olarak görevlendirilmesinin amacı da, bu kurtuluştan
başka bir şey değildi.
-Allah dedi ki; "Ey Musa, mesajlarımla ve
aracısız konuşmamla sana diğer insanlar
üzerinde seçkin bir konum bağışladım. Sana
verdiklerimi al ve şükredenlerden ol."
Yüce Allah'ın Hz. Musa'ya söylediği:
"Seni diğer insanlar üzerinde seçkin bir konum bağışladım"
sözünden anlıyoruz ki, Allah'ın Musa'yı
üstün kıldığı insanlar, onun
zamanındaki insanlardı. İşte bu işaretin
hükmü ile, bu üstün kılmanın insanların bir
nesline üstün kılma olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü
Hz. Musa'dan önce de peygamberler vardı, sonra da. Yüce
Allah ile konuşan başka bir peygamber yoktur. Yüce
Allah'ın, Musa'ya kendisine verdiğini almasını,
nimetlerine ve peygamber olarak seçilmesine karşılık
olarak şükretmesini emretmesi ise, Allah'ın
nimetlerinin nasıl karşılanacağını
belirten direktifler ve yönlendirmeler niteliğindedir.
Peygamberler -salât ve selâm üzerlerine olsun- insanların
önderleridir, insanlar onları örnek alırlar.
Allah'ın kendilerine verdiklerini; insanlar, nimetin
arttırılması, kalbin düzelmesi,
şımarmadan uzaklaşılması ve Allah ile bir
bağın kurulması amacı ile kabul etmeli ve
şükretmelidirler.
Daha sonra ayeti kerimeler bu risaletin içeriğini ve
Musa'ya nasıl verildiğini açıklıyor:
"Bu levhalarda, Musa'ya her konuya ilişkin öğüt,
her konu ayrıntılı açıklama yazdık.
Hz. Musa'ya verilen bu levhalar konusunda değişik
rivayetler ve müfessirler tarafından ileri sürülen farklı
görüşler vardır. Bazıları bu levhaları
detaylı biçimde anlatmaktadır. Biz bu tür açıklamaların,
yahudi kaynaklarından tefsirlere aktarılan israiliyat
kaynaklı olduğunu sanıyoruz. Biz bu konuların
hiçbirinde, Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun-
gelen bir gerçekle karşılaşmıyoruz. Onun için
bu konuda, Kur'an'ın metninde verilen bilgiyle yetiniyor ve
sınırları aşmıyoruz.
Rivayetlerde sözkonusu edilen bu vasıflar,
levhaların değerini ne azaltıyor, ne de
arttırıyor. Bunlar nasıl bir şeydi ve
nasıl yazıldı, soruları ise bizi ilgilendirmez.
Çünkü bu konuda sağlıklı bir bilgi bize
verilmemiştir. Aslında önemli olan, bu levhalarda
risalet ve risaletin amacı konularıyla ilgili her
şeyin var olmasıdır. Uzun bir müddet Allah'ın
dininden uzaklaşmış ve zillet tarafından
karakteri değiştirilmiş bu ümmetin düzeltilmesi
için gereken her çeşit açıklama, yasa ve direktif bu
levhalarda bulunuyordu.
"Bunlara sımsıkı sarıl ve
soydaşlarına da onlara en güzel biçimde uymalarını
emret."
Hz. Musa'nın bu levhaları sıkıca,
kuvvetlice tutmasını ve kendi kavmine, bu levhalardaki
zor yükümlülüklere kendileri için en iyi ve durumlarını
düzeltecek tek çare olmaları nedeniyle
yapışmaları gerektiğini bildiren yüce ilâhi
emir risalet ve hilafetle ilgili yükümlülüklerin sıkıca,
ciddiyetle yerine getirilmesi gerektiğini ortaya
koymaktadır. Yüce ilâhi emirlerin bu konudaki üslubu,
zorunlu olarak zillet ve uzun bir süreyi kapsayan kopukluğun
bozduğu İsrailoğulları'nın karakterine
karşı nasıl tavır
alınacağını gösterdiği gibi, her
milletin kendisine gönderilen inanç sistemini nasıl
karşılaması gerektiğini de ortaya
koymaktadır.
Akide konusu yüce Allah'ın katında çok önemli bir
meseledir. Bu evrenin ölçülerine göre de gayet önemlidir.
Allah'ın ona hükmeden kaderidir. Akide konusu, "insan"
tarihinde ve onun bu yeryüzünde ve ahiret yurdundaki hayatında
son derece önemlidir. Yüce Allah'ın birliği ve
insanların yalnız Allah'ın ilâhlığına
kulluk yapması konusunda akidenin belirlediği metod,
insanın yaşam tarzını bütünüyle değiştiren
bir metoddur. Bu metod, insanın hayatını
cahiliyedeki yaşam tarzından apayrı bir
şekilde düzenler. Zira cahiliye sistemi, yüce Allah'ın
ilâhlığından başka ilâhlıkları
esas almaktadır. Burada akideden kaynaklanan Allah'ın
metodundan başka bir metod, hayatın tamamına hükmetmektedir.
Hem Allah katında, hem evrenin değerlerinde, hem de
hayatın yapısında ve "insan" tarihinde bu
kadar önemli olan bir meseleye elbette sımsıkı
sarılmak gerekecek, insanın içinde onun bir ciddiyeti,
açıklığı ve kesinliği bulunacaktır.
Böyle bir meselenin, gayet yumuşak, kaypak ve müsamaha ile
ele alınması doğru olmaz. Sonra bu konu ortaya
koyduğu ağır yükümlülükler bir tarafa, bizzat
kendisi önemli bir meseledir. Karakteri itibarıyla
yumuşaklığı, kaypaklığı ve müsamahayı
kaldıramaz. Meseleyi bu tür ciddi olmayan duygularla algılamaya
çalışanlara izin vermez.
Doğal olarak biz bu yaklaşımla meselenin zor
kullanarak, baskı yaparak, komplekse kapılarak ve içine
kapanarak çözülmesi gerektiğini söylemek istemiyoruz.
Böyle bir uygulama, Allah'ın dininin karakteri ile
bağdaşmaz. Biz burada konunun ciddiyetini, önemini,
kesinliğini ve açıklığını ortaya
koymaya çalışıyoruz. Bunlar ise ayrı
vasıflar, başka duygulardır. Bunun zor kullanmakla,
baskıyla, komplekse kapılmakla ve içine kapanmakla
hiçbir ilgisi yoktur.
Özellikle İsrailoğulları'nın karakteri,
Mısır'daki uzun süreli kölelik ve zillet hayatı
ile bozulduktan sonra, bu tür direktiflere daha çok muhtaçtı.
Onun içindir ki, İsrailoğulları'nın
doğru yoldan sapmış, koflaşmış,
yılgınlığa kapılmış ve
kaypaklaşmış karakterini dürüstlük, ciddiyet,
açıklık ve özgürlük üzerine eğitmek
amacını güden bütün emirler; kesin bir ifade ile pekiştirilmiş
bir tonla gönderilmiştir.
İsrailoğulları gibi uzun süreli olarak zillet
ve kölelik hayatını yaşayan, dikta rejimlerine
boyun eğen, zalim idarelere kölelik yapan ve bunun sonucunda
kaypaklık ve düzenbazlığı huy haline getiren,
zorluklarla karşılaşmamak için işin
kolayına kaçan her toplumun karakteri de
İsrailoğulları'nın karakteri gibidir.
Aynı şey günümüzde yaşayan birçok insan topluluğu
için de geçerlidir. Bu topluluklar akidenin
yükümlülüklerinden kurtulmak için akidenin kendisinden
kaçmakta, kalabalığa uymaktadırlar. Zira
kalabalığa uymak, onlara fazla bir yükümlülük
yüklememektedir!
Yüce Allah, bu ilâhi emre sımsıkı
sarılmalarının karşılığı
olarak Hz. Musa'ya ve kavmine, Allah'ın dininden
sapanların yurdunu kendilerine miras olarak devretmeyi ve
yeryüzünde onları hakım kılmayı vaadediyor:
"Yoldan çıkmışların
yurtlarının ne hale geldiğini yakında size göstereceğim."
Doğruya en yakın görüş bu ifade ile, o
sırada puta tapıcıların ellerine düşmüş
olan kutsal topraklara işaret edildiğidir. Ve bu,
aynı zamanda onların oraya gireceklerine dair bir müjde
niteliğindeydi. Ne var ki, İsrailoğulları, Hz.
Musa -selâm ve selâm üzerine olsun- döneminde eğitim
aşamaları tamamlanmadığından ve
karakterleri henüz düzelmediğinden, oraya girmemişler
ve bu kutsal yurdun önünde durarak peygamberlerine şöyle
demişlerdi:
"Dediler ki, "Ya Musa, orada zorba bir kavim var.
Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz.
Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz." (Maide:
22)
Ayrıca içlerinde bulunan ve Allah'tan korkan iki mümin
şahsiyetin, onların kutsal yurda girmeleri ve bu göreve
atılmaları konusundaki ısrarları
karşısında, tıpkı sahibine çifte atan
hayvan gibi korkakların utanmazlığını
sergileyen bir tavırla, Hz. Musa'ya cevap vermişlerdi:
"Dediler ki; "Ey Musa, onlar orada olduğu sürece,
biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen Rabbin ile savaş, biz
burada kalıyoruz. (Maide: 24)
Bu ifade İsrailoğulları'nın
zayıflamış, parçalanmış,
kaypaklaşmış karakterini gerçekten güzel tasvir
etmektedir. Hz. Musa'ya gönderilen inanç sistemi ve hukuk
düzeni işte bu karakterleri tedavi ediyordu. Bu yüce ilâhi
emir, Musa'nın getirdiği akide ve şeriata
sımsıkı sarılmasını öngördüğü
gibi, kavmine bu yasaların ağır yükümlülükleri
altına girmelerini söylemeyi de emrediyordu.
Bu sahne ve konuşmanın sonunda yeryüzünde haksız
yere büyüklük taslayanların, yüce Allah'ın
ayetlerinden ve direktiflerinden yüz çevirenlerin sonlarına
ilişkin bir açıklama yer alıyor. Sözkonusu açıklama,
bu tip insanların karakterini en ince boyutlarına
varıncaya kadar ortaya koyuyor, insan karakterlerini
tiplerini ve ruhsal portrelerini Kur'an'ın eşsiz tasvir
gücünün güzelliği ve üstünlüğü ile gözler
önüne seriyor:
-Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları
ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar görecekleri
hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o
yola girmezler, fakat sapık yolu görünce hemen ona
koyulurlar. Bunun sebebi, onların ayetlerimizi
yalanlamaları, umursamamalarıdır.
-Ayetlerimizi ve ahiret
karşılaşmasını,
hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri
boşa gitmiştir. Görecekleri ceza, işlediklerinin
karşılığından başka bir şey mi
olacak ki?
Yüce Allah, yeryüzünde haksız yere büyüklük
taslayanlar, ne kadar delil gösterilse de inanmayacak olanlar, doğru
yolu gördükleri halde, onu yol edinmeyenler, sapık yolu görür
görmez hemen o yola koyulanlar hakkındaki dileğini açıklıyor...
Allah onları kendi ayetlerinden yüz çevirtecektir. Dolayısı
ile onlardan ne yararlanabilecekler, ne de onları kabul
edebileceklerdir. Gözler önüne serili bulunan kâinat kitabındaki
ayetlerini ve peygamberlerine gönderdiği kitaplarındaki
ayetlerini, onlara açmayacaktır. Zira onlar, yüce Allah'ın
ayetlerini yalanlamışlar ve onları bilerek dikkate
almamışlardır.
Kur'an'ın sözleri ile tasvir edilen bu insan tipi, yavaş
yavaş zihnimizde canlanmakta ve biz onları
çehreleriyle, hareketleriyle görür gibi olmaktayız!
"Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları
ayetlerimden uzak düşüreceğim.
Allah'ın kullarından hiçbiri asla haklı olarak
yeryüzünde büyülük taslayamaz. Çünkü büyüklük yalnız
Allah'ın sıfatıdır. Allah, büyüklükte
hiçbir ortak kabul etmez. Ne zaman olursâ olsun, yeryüzünde
bir insanın büyüklük taslaması, haksız yere büyüklük
taslamaktan başka bir şey olamaz! Büyüklük taslamanın
en çirkin şekli de yeryüzünde Allah'ın kullarına
karşı ilâhlık hakkını iddia etmektir. Bu
hakkı Allah'ın direktiflerini gözönünde bulundurmaksızın
insanlara hukuk belirlemekle kendinde görmektedir. İşte
büyüklük taslamanın her çeşidi, büyüklük
taslamadan kaynaklanmaktadır. Bu, bütün kötülüklerin
anasıdır, başlıca kaynağıdır.
Geri kalan boyutları da buradan gelmektedir:
"Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer
doğru yolu görseler de o yola girmezler, fakat sapık
yolu görünce hemen ona koyulurlar."
Bu, doğru yolu gördüğü yerde ondan uzaklaşan,
sapıklık yolunu gördüğünde ise ona entegre
olmaya meyleden ve ondan geri duramayan bir karakter tipidir.
İşte ifadenin canlandırmaya çalıştığı
ve onu büyüklük taslayan bir tip olarak damgaladığı
çehre de budur. Bu tip, ilâhi iradenin, Allah'ın ayetlerini
yalanlamaları ve onları bilerek ciddiye almamaları
yüzünden, sonsuza dek bu ayetlerden yararlanma yeteneğini
ellerinden almakla cezalandırdığı bir tiptir!
Bugün de bu nitelikleri, bu çevreleri ve bu işaretleri
taşıyan insanlara rahatlıkla rastlanmaktadır.
Bu tip insanlar doğru yoldan kaçmakla, hiçbir çaba
harcamadan, hiç düşünmeden ve hiç hesabını
kitabını yapmadan sapıklık yoluna
uymaktadırlar! Bu tip insanlar doğru yolu görmemek
için gözlerini kapamakta ve ondan uzaklaşmaktadırlar.
Sapıklık yoluna içleri açılmakta ve ona
uymaktadırlar! Ve bunlar aynı zamanda Allah'ın
ayetlerinden sıyrılmakta, onları görmemekte ve düşünmemektedirler!
Onların duyu organları ayetlerin
uyarılarını ve mesajlarını
algılayamaz hale gelmektedir!
Allah'ın yüceliğine bak! Kur'an'ın eşsiz
ifade gücünde, bu tip insanlar çarçabuk canlanmaya başlar.
Öyle ki, okuyucunun bu tasvir karşısında hemen:
Evet, evet, ben bu insan tipini tanıyorum... Bu ayetler
falandan söz ediyor! Bu sözlerle tasvir edilip kastedilen odur
mutlaka, diyesi geliyor!
Yüce Allah, bu tip insanları hem dünyada, hem de
ahirette yıkıma sürükleyen böyle alçaltıcı
bir ceza vermekle, elbette ki zulmetmiş olmaz. Tam tersine,
Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve onları
kasıtlı olarak ciddiye almayan, yeryüzünde haksız
yere büyüklük taslayan, her gördüğü yerde doğru
yoldan uzaklaşan, işaret alır almaz
sapıklık yoluna koşan bu tipe en uygun ceza budur.
Çünkü o, sırf kendi karakteri yüzünden cezalandırılmıştır.
Kendisinin işlediği yolla felâkete sürüklenmiştir.
"Bunun sebebi onların ayetlerimizi
yalanlamaları, umursamamalarıdır."
-Ayetlerimizi ve ahiret
karşılaşmasını,
hesaplaşmasını yalanlayanların tüm amelleri
boşa gitmiştir. Görecekleri ceza işlediklerinin
karşılığından başka bir şey mi
olacak ki?
Amellerin boşa gidişine ilişkin ayeti kerimenin
metninde geçen "hubut" kavramı,
"Habatatin-Nakatu" deyiminden
alınmıştır. Hayvan zehirli bir ot
yediğinde, önce karnı şişer, sonra da
ölürse, böyle deniyordu. Bu nitelik àynı zamanda,
Allah'ın ayetlerini ve ahiretteki buluşmayı
yalanlayanların işlediği boş hareketin
karakteri ile de bağdaşmaktadır. Böyle saçma bir
iş yapan kişi, insanların onu güçlü ve büyük
zannetmesine yolaçacak tarzda şişmekte, kabarmakta,
daha sonra zehirli otu yemiş hayvanın öldüğü
gibi ölmektedir!
Ayrıca bu ceza, Allah'ın ayetlerini ve ahiretteki
buluşmayı yalanlayanların amellerini boşa çıkarması
ve yok etmesi açısından da gerçekten doğru olan
bir cezadır. Yalnız sözkonusu olan, bu amelleri nasıl
yok etmektedir?
İnanç sistemi açısından bu kesin sonuca
aykırı düşen olaylar, ne olursa olsun, biz
Allah'ın azabının varlığına ve buna
ilişkin haberlerin doğru olduğuna inanıyoruz.
Nerede olursa olsun bir kişi, Allah'ın ayetlerini ve
ahiret buluşmasını inkâr ettiğinde, bütün
yaptıkları boşa gider, yok olur. Sonuçta helâk
olur ve kaybolup gider.
Teorik açından biz, insanın hayatındaki
sebepleri apaçık olarak görüyoruz. İnsanın gözleri
önüne serilmiş olan kâinatın sayfalarına
serpiştirilen Allah'ın ayetlerini veya peygamberlik
misyonu ile birlikte gönderilen ayetlerini (mucizelerini) veyahut
peygamberlerin insanlara ulaştırdığı
ayetlerini yalan sayanlar ve buna bağlı olarak, ahiret gününde
Allah'la buluşmayı inkâr edenler, evet bu tür fıtratı
bozulmuş yaratıklar, iman ve teslimiyet sahibi olan bu
evrenin ve evrende geçerli olan ilâhi yasaların
çizgisinden sapan anormal bir ruhi yapıya sahip tiplerdir.
Onları bu kâinata bağlayan hiçbir bağ yoktur.
Bunlar varoluşun amacı ve hedefine ilişkin
sağlıklı bir hareketle tüm bağlarını
koparan kimselerdir. Böyle fıtratı bozulmuş ve
evrenle ilişkileri kesilmiş yaratıkların bütün
çabaları boşa giden, zayi olan çabalardır.
İsterse görünüşte bu çabaların
başarıya ulaştığı, sonuç. verdiği
kabul edilsin, farketmez. Çünkü bu tür çabalar, bu varlığın
bünyesinde köklü ve engin biçimde yer eden nedenlerden
kaynaklanmamaktadır. Bütün bu evrenin kendisine yöneldiği
büyük hedefe yönelmemektedir. Onların durumu ana
kaynağı kuruyan bir pınar gibidir. Er veya geç bir
gün, o da kuruyacak ve yok olacaktır.
Bu imanî değerler ile insanlık tarihinin seyri
arasında sağlam bağı görmeyenler, bu değerleri
kabul etmeyenlerin sonlarına ilişkin Allah'ın
kaderinden habersiz olanlar, evet işte bunlar, yüce Allah'ın
kendilerine ilişkin dilemesinde açıkladığı
kimselerdir. Îşte Allah'ın ayetlerini göremeyecek ve
yasalarını düşünüp değerlendiremeyecekler
onlardır. Allah'ın kaderi onları çepeçevre kuşatmışken,
onlar bundan habersizdirler.
Bu imanî değerlerden habersiz olan birtakım
kimseler, başarıya ulaştığını
ve sonuca vardığını görüp aldananlar, kısa
süreli geçici şeylere aldananlardır. Bunlar zehirli
bir bitki yiyen hayvanın şişmesine
aldananlardır. Bunlar o şişmanlığın
semizlik, gürbüzlük, sağlık ve yağ olduğunu
sanmaktadırlar. Halbuki bu hayvan, az sonra alabildiğine
şişecek ve yok olup gidecektir!
Tarihte daha önce yaşamış olan milletler bu
konuda canlı örneklerdir. Fakat onlardan ibret almıyorlar.
Yüce Allah'ın bir saniye geri kalmayan sürekli işleyen
yasalarını, asla duraklamayan sürekli biçimde akıp
giden Allah'ın kaderini göremiyorlar. Halbuki Allah, onları
ta ötelerinden kuşatmıştır.
Hz. Musa (salât ve selâm üzerine olsun) yüce Allah'ın
huzurunda iken; gözlerinin onu görmekten aciz düştüğünü,ruhu
tarafından algılandığı halde, düşüncelerinin
hayrete düştüğü o eşsiz makamda iken...
Musa'nın kavmi kendisinden sonra davadan vazgeçiyor, geriye
dönüş yapıyor. Hayat izi taşımayan,
yalnız böğürmesi bulunan bir buzağıya yöneliyorlar.
Allah'ı bırakıp ona tapmaya başlıyorlar!
DÖNEKLER
Kur'an-ı Kerim'in akışı, bizi
ansızın dokuzuncu sahneden onuncu sahneye
atıveriyor. Bu, geniş duaları, arzuları,
niyazları ve sözleri ile gayet üstün, apaydınlık
yüce bir atmosferden, saplantıları, hurafeleri, döneklikleri
ve kaypaklıkları ile alabildiğine düşük ve
alçak bir atmosfere yapılan korkunç bir geçiştir:
|
|
O |
|
O |
|