İşte böyle... "Ben size izin vermeden O'na
inandınız öyle mi?" Sanki hakkı kabul
etmek için, kalplerinin harekete geçmesi için ondan izin almak
zorundalarmış gibi. Halbuki kendilerinin bile kalpleri
üzerinde bir otoritesi yoktu... Veya kendilerinin daha üzerinde
hiçbir etkinlikleri bulunmayan vicdanlarının harekete
geçmesi için O'ndan izin almak mecburiyetindelermiş gibi...
Yahut da kendilerinin bile giriş ve çıkış
kapılarına sahip olmadıkları
ruhlarının aydınlanması için o'ndan emir
almakla yükümlüymüşler gibi... Veyahut da benliklerinin
derinliklerinde yeşeren kesin inancı geri tepmek, öz fıtratından
kopup gelen imanı bastırmak, kesin inancın
boyutlarından fışkırıp gelen
aydınlığın üstünü kapatmak zorundalarmış
gibi!
Fakat o azgın bir zorbaydı. Barbar, bilgisiz,
duygusuzdu. Aynı zamanda katı ve kaba sözlü, kendini
beğenmiş ve üstünlük taslayan biriydi!
Sonra bu sarsılmakta olan tahtın, sallanmakta olan
otoritenin elden kaçırılması endişesiyle.
atılmış bir çığlıktır:
"Bu, bu kentin halkını buradan çıkarabilmek
için daha önceden burada tasarladığınız bir
komplodur."
Başka bir ayeti kerimede deniyor ki:
Burada mesele bütün boyutları ile ortadadır. Hz.
Musa'nın "Alemlerin Rabbine" yaptığı
çağrıdır... Ve rahatsız eden de korkutan da
yine bu çağrıdır. Alemlerin Rabbine çağrı
ile birlikte azgınların, zorbaların hakimiyeti ve hükümranlığı
devam edemez ve yerinde kalamaz. Onların idareleri
Allah'ın şeriatını yürürlükten kaldırmak
suretiyle Allah'ın insanlara ilâhlık yapmasına son
verme, kendilerini dilediklerini insanlar için hüküm haline
getiren ve hüküm olarak çıkardıkları kanunlara
insanları kul yapan Allah dışında ilâhlar
konumunda görme ilkesine dayanır!.. Bunlar asla biraraya
gelmeyecek olan iki yoldur... Veya hiçbir zaman birleşmeyecek
olan iki dindir. Veyahut, bunlar birleşmeleri mümkün
olmayan iki ilâhtır... Firavun bu gerçeği biliyordu,
Firavun'un kurmayları da bunu biliyorlardı... Onlar daha
önce Hz. Musa'nın ve Hz. Harun'un alemlerin Rabbine, çağrıda
bulunmalarından dehşete
kapılmışlardı... Şimdi elbette ki daha
fazla endişeleneceklerdi. Çünkü şimdi büyücüler
secdeye kapanmışlardı. "Biz alemlerin
Rabbine inandık. Musa ve Harun'un Rabbine" demişlerdi.
Halbuki bu büyücüler Firavun'u ilâh olarak kabul eden ve din
adına O'nun insanlara hakim olmasına zemin
hazırlayan putperest dinin (inancın) kâhinlerinden
seçilmişlerdi!
İşte bu nedenle Firavun onlara korkunç ve barbar
tehdidi şu şekilde savurmuştu:
"Andolsun ki, sağlı-sollu birer el ve
ayağınızı kesecek ve arkasından tümünüzü
astıracağım."
Kuşkusuz hakkı delillerle, belgelerle engellemeye güçleri
yetmeyen zorbaların azgınların elindeki en etkili
silah işkencedir, sindirmedir, gözden düşürmektir.
Apaçık gerçeğe karşı batılın en
önemli teçhizatı bunlardır.
Şu kadar var ki, insanın benliğine iman gerçeği
yerleştiğinde, insan bütün yeryüzü güçlerini aşar,
zorbaların zulümlerini basit görür, böyle bir insan benliğinde
inanç sistemi hayata, üstün bir değer kazandırır,
zaten geçici olan hayatı önemsemez, sürekli ve değişmez
ebedi hayatı tercih eder. Böyle bir benlik sahibi olan insan
ne alacağını, ne vereceğini, neyin eline geçeceğini,
neyin cebinden çıkacağını, ne kadar zarar ne
kadar kâr edeceğini, yol boyunca hangi zorluklarla,
dikenlerle ve fedakârlıklarla karşı
karşıya geleceğini hesaplamaz. Çünkü yol boyunca
önünü aydınlatan parlak ve açık ufuk, işte
oradadır! Dolayısıyla yolda hiçbir şeye dönüp
bakmaz!