104- "Musa dedi ki; "Ey Firavun, ben tüm varlıkların
Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. "
105- "bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek
yaraşır. Size Rabbinizden açık bir belge, bir
mucize getirdim, İsrailoğulları'nı benimle gönder.
(Serbest bırak.)"
106- "Firavun: Eğer doğru söylüyorsan ve
getirdiğin bir mucize varsa onu göster bakalım, dedi.
"
107- "bunun üzerine Musa, elindeki değneği yere
attı, değnek o anda sahici bir yılan oluverdi.
108- "Ve elini yeninin altından çıkardı,
bakanlar onun ak bir parıltı saçtığını
gördüler. "
109- "Firavun'un ileri gelen soydaşları dediler
ki, "Bu adam bilgili bir büyücüdür. "
110- "Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Peki ne
buyurursunuz?"
111- "Onu kardeşi ile birlikte oyala ve bütün
kentlere adam toplayacak elçiler gönder. "
112- "Bütün bilgili büyücüleri sana getirsinler.
"
Hak ile batıl, iman ile küfür arasında gerçekleşen
ilk karşılaşma sahnesidir... "Alemlerin
Rabbine" çağrı ile, alemlerin Rabbi
dışında ilâhlık taslayan ve ilâhlık
hakkını bizzat kendisi kullanan azgın otorite
arasındaki ilk karşılaşma sahnesidir!
"Musa dedi ki; "Ey Firavun, ben tüm varlıkların
Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bana
Allah hakkında sadece doğruyu söylemek yaraşır.
Size Rabbinizden açık bir belge bir mucize getirdim.
İsrailoğulları'nı benimle birlikte gönder. (Serbest
bırak)
Hz. Musa "Ey Firavun" diye hitap ediyor ona. Gerçek
efendinin kim olduğunu bilmeyenler gibi, "Efendim"
diye hitab etmiyor! Edebini ve şerefini takınarak onu
meşhur olan ünvanıyla hitab ediyor. Hitab ediyor ki,
kendi görevinin gerçek yüzünü ona açıklasın.
Ayrıca varlık dünyasındaki gerçeklerin en
önemlisini ona anlatsın:
"Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş
bir peygamberim."
Hz. Musa da -selâm üzerine olsun- kendisinden önceki diğer
peygamberlerin hepsi gibi bu gerçeğe, tüm alemlerin Rabbi
olan bir tek Allah'ın ilâhlığı gerçeğine,
tek bir ilâhlık ve kapsamlı bir kulluk gerçeğine
çağırmak için gelmişti. Yoksa mesele "Dinler
Tarihi Uzmanlarının" ve onların
iddialarını kabul edenlerin bilinçsiz bir şekilde
karanlıklara dalarak vardıkları hükümlerle,
"Bütün dinlerin" (inanç sistemlerinin) tekamül ettiğini"
söylemeleri, tüm peygamberlerin Allah'tan aldıkları
dinleri bu meselenin dışında tutmamaları gibi
değildir!.. Bu iddianın tam tersine, bütün
peygamberlerin kendisine çağırdıkları inanç
sistemi (akide) tek ve değişmez bir akidedir... Bütün
varlıklar için tek bir ilâhlığı öngörür.
Peygamberlerin dinlerinde ilâhlık gerçeğinin, önce
çok ilâhlı, sonra bu ilâhların ikiye indirilmesi,
sonuçta bu ilâhların bire indirgenmesi diye bir tekamülü
sözkonusu değildir. İnsanların ilâhi akideden
saptıktan sonraki durumlarında ortaya çıkan,
insanlar tarafından ortaya konan cahiliyenin inanç
sistemlerine gelince, burada sayısız bilinçsizliklerden
söz edilebilir. İnsanlık bu cahiliye sistemlerinde
değişik totemler, ruhlar ve ilâhlar arasında
bocalayıp durmuş, gün olmuş güneşe
tapmış, gün olmuş düalist bir ilâh inancına
kapılmış, yine günü geldiğinde
putperestliğin tortuları ile karışık bir
tevhid (birleme) inancına yönelmiştir. Daha bir dizi
cahiliye inanç sistemlerinin etkisinde kalmıştır.
Pek tabii olarak bütün varlıklar için tek bir ilâh inancını
öngören ve hepsi de gerçek tevhid inancına çağıran
ilâhi inanç sistemleri ile, Allah'ın gerçek dininden sapan
bu bilinçsiz ve şuursuz yaklaşımları
birbirine karıştırmak doğru olmaz.
İşte Hz. Musa'da Firavun'a ve kurmaylarına,
kendisinden önceki ve sonraki tüm peygamberlerin cahiliyenin
bozuk inanç sistemlerine karşı koyduğu bu bir tek
gerçekle karşı koymuştur. Hz. Musa Firavun'a
karşı bu gerçekle karşı koyarken, bunun
Firavun'a, Firavun'un kurmaylarına, devletine ve idare
mekanizmasına karşı bir inkılâb (devrim)
anlamına geldiğini biliyordu. Çünkü Allah'ın tüm
varlıkların Rabbi, ilâhı olması; her
şeyden önce Allah'ın emri ve şeriatına
dayanmadan insanlar üzerinde otorite kuran bütün idare
mekanizmalarının meşruluğunu iptal etme
anlamına geliyordu. Allah'a dayanmadan, kendisinin emirlerine
ve yasalarına insanların boyun eğmelerini istemek
suretiyle insanları kendisine kul yapan bütün gayri meşru
yönetimlerin (tağut) bertaraf edilmesi demektir bu.
İşte Hz. Musa, tüm varlıkların Rabbinin bir
elçisi olması sıfatıyla, onları bu
dehşet verici gerçek ile yüzyüze getirmişti. Çünkü
o, kendisini peygamber olarak gönderen Allah hakkındaki
şu söze bağlı ve sadık olarak hareket
ediyordu:
"Bana Allah hakkında sadece doğruyu söylemek
yaraşır."
Allah gerçeğini bilen, O'nun yüceliğini takdir eden
ve O'nun yüce gerçekliğini vicdanının
derinliklerinde duyan peygamber, elbette ki Allah hakkında
doğrudan başka bir şey söylemezdi.
"Size Rabbinizden açık bir belge, bir mucize
getirdim."
Bu belge, bu mucize benim:
"Ben
bütün varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş
bir peygamberim" sözümün
doğru olduğunu göstermektedir.
İşte Hz. Musa, bu büyük gerçeğin, tüm varlıkları
kapsayan ilâhlık gerçeğinin adına Firavun'un
kendisiyle birlikte İsrailoğulları'nı
salıvermesini istemiştir...
İsrailoğulları yalnız Allah'ın
kullarıydı. Dolayısıyla Firavun'un onları
kendisine kul yapmaya hakkı yoktu! Çünkü insan iki
efendiye birden hizmet veremez. İki ilâha birden kulluk
yapamaz. Allah'a kul olan bir insanın aynı zamanda
başkasına da kul olması mümkün değildir.
Firavun İsrailoğulları'nı kendi keyfi
istediği için kul yapmıştı. Bu nedenle Hz.
Musa, tüm varlıkların Rabbinin Allah olduğunu ilân
etmişti. Bu gerçeğin ilân edilmesi, Firavun'un
İsrailoğulları'nı kendisine kul olarak
kullanmasının meşruyetini çürütür!
Allah'ın tüm varlıkların Rabbi olduğunu ilân
etmek, aynı zamanda insanın özgürlüğünü ilân
etmek anlamına gelmektedir. İnsanın Allah'tan
başkasına boyun eğmekten, itaat etmekten,
bağlanmaktan ve kulluk yapmaktan kurtulması demektir.
İnsanların yaslarından, insanların arzu ve
isteklerinden, insanların geleneklerinden ve insanların
egemenliğinden özgür hale gelmeleri anlamına gelir.
Allah'ın tüm varlıkların Rabbi olduğunu ilân
etmek, tüm varlıklardan birinin dahi Allah'tan
başkasına boyun eğmesiyle bağdaşmaz. Bir
kişinin kendisi tarafından belirlenen bir yasa (hukuk)
ile insanlara hakimiyet kurmasıyla biraraya gelmez.
Kendilerinin müslüman olduklarını sandıkları
halde, insan yapısı yasalar sistemine yani Allah'ın
ilâhlığı dışında başka bir ilâhlığa
boyun eğenler bir an dahi olsa eğer müslüman olduklarını
zannediyorlarsa, yanılıyorlar! Egemenlik yetkisi
Allah'tan başkasının elinde bulunduğu ve
kanunları Allah'ın şeriatından
başkası olduğu halde onlar, bir an dahi
Allah'ın dininde olamazlar. Bu durumda onlar, ancak egemenlik
yetkisini kullanan hakimiyet sahibinin dininde, kralın
dininde olabilirler, Allah'ın dininde değil!
İşte bu nedenle Hz. Musa'nın -selâm üzerine
olsun- Firavun'dan İsrailoğulları'nın
kendisiyle birlikte serbest bırakılmasını
isterken bu gerçeğe dayanması emredilmişti:
"Ey Firavun! Ben tüm varlıkların Rabbi
tarafından gönderilmiş bir peygamberim... "Öyleyse
İsrailoğulları'nı benimle birlikte gönder. (Serbest
bırak)...
Bunların biri giriş diğeri sonuçtur... Bunlar
birbirine bağlıdır. Asla ayrılmazlar...
Firavun ve kurmayları da bu ilânın (manifestonun)
Allah'ın tüm alemlerin Rabbi olduğunun ilân
edilmesinin anlamından habersiz değillerdi. Bu ilânın
içerik bakımından Firavun'un hakimiyetini
yıkmayı, idare mekanizmasını
değiştirmeyi, bu mekanizmanın meşruiyetini
reddetmeyi, düşmanlığını ve
azgınlığını ortaya koymayı
kapsamına aldığı onların da gözlerinden
kaçmıyordu. Yalnız Firavun ve kurmaylarının
önünde bir fırsat daha vardı. Onlar Hz. Musa'yı
elinde alemlerin Rabbi tarafın
dan
gönderildiğine dair hiçbir delil, hiçbir belge bulunmayan
bir yalancı konumunda gösterebilirlerdi!
"Firavun "Eğer doğru söylüyorsan ve
getirdiğin bir mucize varsa onu göster bakalım"
dedi.
Firavun'un bu isteği şu amaca yönelikti: Eğer
alemlerin Rabbinin ilâhlığına çağıran
bu davetçinin iddiasında yalancı olduğu ortaya çıkarsa,
iddiası da temelden yıkılır, mesele basit bir
şekilde çözüme kavuşurdu. İddia sahibinin elinde
hiçbir belge, hiçbir delil olmadığı kesinlik
kazanırsa, bu büyük çağrının hiçbir
tehlikesi ve önemi kalmazdı.
Fakat Hz. Musa cevap veriyor:
"Bunun üzerine Musa, elindeki değneğini yere
attı, değnek o anda sahici bir yılan oluverdi. Ve
elini yeninin altından çıkardı, bakanlar onun ak
bir parıltı saçtığını gördüler."
Bu sürpriz bir olaydı! Evet adamın elindeki sopa bir
ejderha oluvermişti. Hem de kesin bir ejderha!.. "Apaçık"
bir ejderha! Bu olay başka bir surede şöyle dile
getirilmişti: "Bir de baktılar ki, sopa
sağa sola koşuşan bir yılan oluvermiş! (Taha
20) Sonra Hz. Musa, "Adem"e yani esmere çalan bir
tene sahipti, işte bu esmer tenli olan elini yeninden çıkarınca,
onun hiçbir leke taşımayacak biçimde bembeyaz olduğunu
gördüler. Elinin bu beyazlığı bir
hastalıktan kaynaklanmıyordu. Bu bir mucizeydi. Onu
tekrar yeninin içine soktuğunda eski esmer halini
alıyordu!
İşte Hz. Musa'nın ileri sürdüğü iddiasının,
"Ben tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilmiş
bir peygamberim" belgeleri ve mucizeleri bunlardı...
Fakat Firavun ve kurmayları bu önemli ciddi çağrıya
teslim olmak isterler mi? Alemlerin Rabbinin ilâhlığına
teslim olmayı arzu ederler mi? Teslim oldukları zaman
Firavun'un tahtı, tacı, hakimiyeti ve idare
mekanizması hangi temele dayanarak ayakta duracaktı?
Firavun'un kavminden seçilen kurmaylar ve onlara onun tarafından
verilen makam ve mevkiler neye dayanacaktı? Onun tayini ve
idaresi ile işleyen sistemin temeli neye
dayandırılacaktı?
Allah, `Alemlerin Rabbi' olduğunda bunların hepsi
hangi esasa dayandırılarak ayakta durdurabilecekti?
Allah'ın kendisi "Alemlerin Rabbi" ise, bu
durumda hakimiyet ve egemenlik ancak Allah'ın
şeriatını olabilirdi. Allah'ın emirleri
dışında başka emirlere itaat edilemezdi. O
zaman Firavun'un şeriatı, yasası (hukuku) ve
hakimiyeti nereye gidecekti? Çünkü Firavun Allah'ın
şeriatına dayanmıyordu ve O'nun emrine
sırtını dayamamıştı... Eğer
insanların ilâhı Allah olursa, hükmüne,
şeriatına ve emirlerine bağlı kalacakları
bir başka "Rabbleri, ilâhları" olamazdı.
İnsanların ilâhı ancak Firavun olduğu zaman,
Firavun'un yasalarına ve emirlerine boyun eğebilirlerdi.
Buna göre emirleri ve yasaları ile insanların
hayatına hükmedenler aynı zamanda onların ilâhlarıdır.
Bu adam kim olursa olsun, insanlar onun dininden olurlar!
Hayır! Zorba idareciler böyle kısa yoldan teslim
olmazlar. Bu kadar kolay bir şekilde kendi hükümlerinin,
hakimiyetlerin temelsiz, otoritelerinin gayri meşru
olduğunu kabul etmezler!
Gerek Firavun, gerekse kurmayları, Hz. Musa'nın açıkladığı
bu korkunç gerçeğin anlamını açıkça ilân
ediyorlardı. Yalnız burada da bir kurnazlığa
başvurarak olayın geniş kapsamlı
anlamını dikkatlerden kaçırmaya çalışıyorlardı.
Burada başvurdukları kurnazlık, Hz. Musa'yı
bilgili bir büyücü olmakla suçlamalarıdır.
Firavun'un ileri gelen soydaşları dediler ki; Bu adam
bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.
Pek
i ne
buyurursunuz?..
Onlar bu gerçeğin açıklanmasıyla ortaya çıkacak
korkunç sonucu açıkça ifade ediyorlar. Onlar bununla
yurtlarından sürülecekler, hakimiyetleri ellerinden alınacak,
idare mekanizmalarının meşrutiyeti iptal edilecek...
Veya bugünkü çağdaş ifadeyle söylersek: "Bu,
devlet düzenini devirmeye çalışmaktan başka bir
şey değildir!"
Yeryüzü Allah'ındır. İnsanlar Allah'ın
kullarıdır. Herhangi bir ülkede hakimiyet Allah'a
verildiğinde Allah'ın yasalarından başka
kanunlarla hükmeden zalimler ve zorbalar oradan
sürüleceklerdir! Veya insanları kendi
şeriatlarına (hükümlerine, yasalarına,
kanunlarına, hukuklarına) ve emirlerine boyun
eğdirmek suretiyle ilâhlık özelliklerini kendilerine
yakıştıranlar, Rabblık ve ilâhlık
taslayanlar, o ülkeden sürgün edileceklerdir!
İnsanları bu sahte ilâhlara boyun eğdiren, kulluk
yapmalarını sağlayan yüksek makam ve mevkilerde,
büyük ve önemli görevlerde bu sahte ilâhlar adına çalışan
bürokratlar (teknokratlar ve kurmaylar) orayı terketmek
zorunda kalacaklardır!
İşte Firavun ve kurmayları, Hz. Musa
tarafından yapılan bu çağrının önemini
ve tehlikesini aynı şekilde
kavramışlardı. Yeryüzünde egemen olan bütün
zalim ve zorbalar da bu çağrıyı aynı
şekilde kavrarlar... Nitekim Araplar'dan biri,
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- insanları
"Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve Muhammed, Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamberdir" şeklindeki
tanıklığa, şehadete çağırdığını
duyduğunda, kendi fıtratı ve güzel ifa yeteneğine
dayanarak, "Bu kralların hoşuna gitmeyecek bir
ey
lemdir!"
demişti.
Yine Araplar'dan biri kendi fıtratı ve güzel ifade
yeteneğinden hareketle Peygamberimize: "Öyleyse hem
Araplar ve hem diğer milletler seninle
savaşacaklardır" demişti. İşte
bu iki Arap da kendi dillerindeki ifadelerin ne anlama
geldiğini biliyorlardı. Bunlar, "Allah'tan
başka ilâh olmadığına şehadet
etmenin" Arap olsun başka milletlerden olsun
Allah'ın emirleri ile hükmetmeyen idari mekanizmalara karşı
bir inkılâb (bir devrim) olduğunu
anlıyorlardı! Bu Araplar "Allah'tan başka ilâh
yoktur" şehadetinin ciddiyetini bütün duyguları
ile kavrıyorlardı. Çünkü kendi dillerindeki kavramları
çok güzel anlıyorlardı. Hiçbir Arabın,
"Allah'tan başka ilâh yoktur" şeklindeki
şehadet kavramı ile Allah'ın şeriatından
başka hukuk sistemleriyle hükmetmeyi bir tek gönülde birleştirecek,
bir tek ülkede bağdaştıracak şekilde
anladığından söz etmek mümkün değildir.
Allah ile beraber başka ilâhların
varlığına izin verilecek şekilde bu ilkeyi
kavradığı düşünülemez! Araplar'ın hiçbiri,
"Allah'tan başka ilâh yoktur" ilkesini bugün
kendilerinin "müslüman" olduklarını iddia
edenlerin anladığı gibi anlamıyordu! Çünkü
sözkonusu ilkeyi bu şekilde anlamak gerçekten tutarsız,
gülünç ve yanlış bir anlayıştır!
İşte aynı şekilde Firavun'un kavminden
ileri gelen bir topluluk Firavun'la olayı
değerlendirirken şöyle demişti:
"Bu adam bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak
istiyor. Peki ne buyurursunuz?"
Ve onlar sonunda şu karara varmışlardı:
"Onu kardeşi ile birlikte oyala ve bütün kentlere
adam toplayacak elçiler sal; b
ütün
büyücü bilginleri sana getirsinler."
Bu sırada Mısır ülkesi, değişik
tapınaklarda bulunan kâhinlerle dolup taşıyordu. Kâhinler
aynı zamanda büyü işlerini de yapan kimselerdi. Zaten
yaklaşık olarak putperest sistemlerin hepsinde din ile büyü
birbirine yakındır. Büyü işlerini de bu tür
dinlerin kâhinleri ve ilâhların hizmetçileri yaparlardı!
İşte bu olayı, bu gerçeği gören "Dinler
Tarihi uzmanları" büyüyü, akidenin (inanç
sisteminin) gelişme ve tekamül etme aşamalarından
biri olarak değerlendirirler. Bu uzmanların ateist
olanları ise; büyü nasıl zamanını
doldurduysa, dinin de aynı şekilde miadını
dolduracağını, bilimin büyüye son verdiği
gibi bir gün dine de son vereceğini iddia ederler! Bu
uzmanlar bu tür şaşkınlıklarına
"Bilim" adını vermektedirler.
Gerek Firavun, gerekse kavminin ileri gelenleri Musa'yı
belli bir süreye kadar ertelemek, ülkenin dört bir yanına
büyücülerin büyüklerini toplayacak elçiler göndermek
konusunda fikir birliğine varmışlardı. Böylece
kendi anlayışlarına göre, "Musa'nın büyüsüne"
aynen onunki gibi bir büyü ile karşılık
vermiş olacaklardı.
Firavun onca zalimliğine ve bilinen
zorbalığına rağmen, bu uygulamasında
alemlerin Rabbinin ilâhlığına çağıran
davetçilerin çağrısını karşılamada
hiçbir haklı temele dayanmayan otoritesiyle, bu yüce mesajın
sahiplerini tehdit etmede yirminci asrın azılı
zorbalarından daha az zalimlik yapmıştır! (Bu
konuda yirminci asrın zalimleri ve zorba yöneticileri
Firavun'u çok geride bırakmışlardır!)
Kur'an'ın anlatım tarzı Firavun'un ve ileri
gelen yardımcılarının şehir şehir büyücüleri
nasıl topladıklarına değinmeden es geçiyor.
Burada birinci sahnenin perdesini kapatıyor. Hemen
ardından ikinci perdeyi açıyor. Bu da Kur'an'ın,
kıssaların sunuşunda kullandığı yöntemin
üstün özelliklerinden biridir. Böylece anlatılan olaylar,
gözle görülen bir realite şeklinde sunuluyor, hikâye
şeklinde anlatılan bir olay gibi değil!