Sonra ayetler ehl-i kitabın durumunu açıklamaya
devam ediyor, eksiklerini açıklıyor. Müslümanların
dini olan İslam'ın üzerinde kurulacağı,
sağlam değerleri belirtiyor. Ehl-i kitabın
uygulamaları ve sözleşmeleriyle ilişkin
örneklerden ikisini vererek başlıyor:
Bu, Kur'an-ı Kerim'in o zamanki müslüman cemaate
karşı koyan ehl-i kitabın durumunu tasvir ederken
izlemiş olduğu hakk, ve adaleti gözeten çizgisidir.
Burada hile ve aldatmaya yer yoktur. Kur'an'ın
belirttiği bu çizgi kuşkusuz ehli kitabın nesiller
boyunca ortak özelliğidir. Bununla beraber ehl-i
kitabın İslâm'a ve müslümanlara düşmanlığı,
çirkin hile oyun ve tuzakları tezgahlamaları müslüman
cemaate ve bu dine kötülük etme istekleri bunların hepsi
Kur'an'ın onlardan iyilik sahiplerini, tartışma ve
karşı koyma sadedinde bile, görmezlikten gelmesine
neden olmuyor. Bu ortamda bile Kur'an, ehl-i kitaptan güvenilir.
İnsanların da bulunduğunu, onların ne kadar
cazip ve aldatıcı olursa olsun kimsenin
hakkını yemediklerini belirtir:
"Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir
emanet bıraksan onu sana geri verir."
Onlardan hain, mal ve borcunu ödemede oyalayıcı
olanlarda vardır. Az da olsa istemeden, üzerine düşmeden,
tepesine dikilmeden bir hakkı geri ödemezler. Birde bu
çirkin huylarını bile bile, kasıtlı olarak
Allah adına yalan uydurmak sûretiyle temellendirmeye çalışırlar:
"Kitap ehlinden öylesi var ki yanına yüklü emanet
bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık
öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli
tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. "Ümmilere (kendi
dininizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğunuz
yoktur" dedikleri için böyle davranırlar, bö
Bu, özellikle yahudilerin bir karakteridir. Bu görüşü
ileri sürenler onlardır. Onlar değişik ahlâk
ilkeleri belirlemişlerdir: Emanet anlayışı
yahudi ile yahudi arasında geçerlidir. Ümmi diye adlandırdıkları
ve bununlada Arapları kastettikleri (Aslında onlar
bununla yahudi olmayan herkesi kastederler) Yahudi olmayanlara
gelince, Yahudilerin; onların mallarını alması,
onları aldatmaları, oyuna getirmeleri, gözlerini
boyamaları gayri meşru vasıtalarla çirkin
yöntemlerle onları sömürmeleri hiç de sakıncalı
değildir!
Ne enteresandır ki onlar kendi ilahları ve dinlerinin
bunu emrettiğine inanmaktadırlar. Halbuki onlar bunun
yalan olduğunu biliyorlar. Allah'ın kötülükleri
emretmeyeceğini insanlardan bir topluluğun başka
bir topluluğun mallarını haram yollarla uydurma
bahanelerle yemesini helal kılmayacağını gayet
iyi biliyorlardı. Ayrıca birbirlerine karşı hiçbir
sözleşme ve antlaşmaya bağlı
kalmamalarını çirkin görmeyip sıkılmadan
onlara dilediklerini yapmalarına müsaade etmeyeceğini
biliyorlardı. Fakat bunlar yahudiydi.
İnsanlığa düşmanlığı ve onlara
kin beslemeyi bir karekter ve din haline getiren yahudi...
"Onlar Allah adına yalan söylüyorlar."
Burada Kur'an-ı Kerim, kendisinin ahlâk ilkesini ve
biricik ahlakî kriterini anlayışını, Allah'a
ve O'nun takvasına bağlıyor.
"Hayır, öyle değil. Kim sözünü yerine
getirir ve günahtan sakınırsa bilsin ki Allah
kesinlikle takva sahiplerini sever."
"Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini birkaç para karşılığında
satanlar varya, onların Ahirette hiçbir payları olmaz;
Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına
bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz;
onları acıklı bir azap beklemektedir."
Bu değişmez bir ilkedir. Kim Allah'a verilen söze
bağlı kalır ve takvasının bilincine varma
niyetiyle bu ilkeye uyarsa, Allah onu sever ve ikramda bulunur.
Kim de Allah'a verilen sözü ve yeminlerini bu dünya hayatının
mallarından ya da bütünü ile az bir pahadan ibaret olan
dünya değerlerinden ucuza satarsa ahirette onun hiçbir payı
kalmaz. Allah katında ne korunması, ne kabul edilmesi,
ne arınması ne de temizlenmesi söz konusudur. Acıklı
bir azaptan başka hiçbir payı yoktur onun. Burada,
verilen söze bağlılığın, takva ile
ilgili olduğuna işaret etmeliyiz. Bu nedenle bu husus
dost ya da düşman ile ilişkilerde değişmez.
Burada söz konusu olan kişinin şahsi çıkarı
değildir. Sürekli olarak Allah ile ilişkidir burada söz
konusu olan. Kiminle ilişki kurulduğu önemli değildir.
Bu ilke aynı zamanda İslâm ahlâkının
genel karakteridir. Verilen söze bağlılıkta olsun
diğer konularda olsun fark etmez; ilişki her şeyden
önce Allah ile ilişkidir. Bu ilişkide Allah'ın
rızası düşünülür, O'nun öfkesinden sakınılır,
rızası elde edilmeye çalışılır. Ahlâkın
temeli menfaat değildir. Toplumun anlayışı da
değildir. Yürürlükteki şartların gereği hiç
değildir. Çünkü toplum da sapıtabilir, doğru
yoldan ayrılabilir. Yanlış değerler toplumda
revaç bulabilir. Buna göre bireyin kendisine dayandığı
gibi toplumunda kendisine dayanması ve cemiyette
değişmez değerlerin olması gerekir. Sonra bu
değerlerin, değişmezliğinin yanında daha
yüce bir kaynaktan gelmeleri lâzımdır.
İnsanların seviyelerinden ve değişmekte olan
hayat şartlarından daha yüce bir kaynaktan alınmalıdır.
Onun içindir ki, değerlerin ve ilkelerin Allah'tan
alınması gerekir. Allah'ın razı olduğu
ahlâkın benimsenmesi, onun rızasını elde etme
çabası ve takva bilincine varma temeline
oturmalıdır. İşte İslâm bununla insanlığın
sürekli olarak yeryüzü değerlerinden daha yüce değerlere
yükselmesini, bu üstün, yüce, değişmez ufuktan
değer yargılarını ve ilkelerini
almasını garanti etmektedir.
Onun içindir ki, verilen sözde durmayanlar ve emanete hıyanet
edenler "Allah'a verilen sözü ve kendi yeminlerini az bir
pahaya satanlar" diye nitelendirilmiştir. Burada, onlar
ile Allah arasındaki ilişki, onlarla insanlar
arasındaki ilişkiden önce gelmektedir... Onun içindir
ki, şu kadarcık dünya menfaatlerinden oluşan az
bir paha karşısında verilen söze ihanet edip, onu
bozduklarında, ahirette Allah katında hiçbir payları
kalmaz! Dünyada verdiği sözü -bu verilen söz insanlarla
yaptıkları sözleşmedir- bozmuş
olmalarının karşılığı olarak
Allah onları ahirette korumayacaktır.
Burada Kur'an'ın, ifade biçiminde tasvir yolunu kullandığını
görüyoruz. Allah'ın onları ihmal etmesi ve onları
korumaması Allah'ın onlarla konuşmaması,
onlara bakmaması ve onları arındırmaması
şeklinde ifade ediliyor. Bunlar, ihmalin, insanların görebildiği
başlıca belirtileridir. Onun için Kur'an, insanın
vicdanı üzerinde soyut ifadenin etkisinden daha derin etki
yapacağından, durumu canlı bir biçimde tasvir
etmeye başvuruyor. Kur'an bu yöntemle daha derin ve engin
boyutlara ulaşabilmektedir.
BAZI TİPLER
İleride ehl-i kitaptan birtakım örnekler ele alınıyor.
Önce, "saptıranlar" örnek olarak veriliyor.
Bunlar Allah'ın kitabında saptırma unsurları
arama çabasında olanlarla ağızlarını
eğip-bükerek metinlerin yerlerini değiştirmeye
çalışanlardır. Onlar, belli amaçlara paralel düşürmek
için Kur'an nasslarını başka şekilde
yorumlayanlar ve onların hepsini az bir pahaya
satanlardır. Dünya mallarından biri uğruna
ifadeleri değiştirenlerdir.
Ağızlarını eğip-büktükleri, saptırdıkları
ve başka şekilde yorumladıkları konular
arasında Meryem'in oğlu İsa Mesih hakkında
kilisenin isteği ve idarecilerin arzusu gereği olarak
uydurulan inançlar da yer almaktadır.