Rivayet edildiğine göre, Necran hıristiyanları
Peygamber efendimize; "Sen Hz. İsa hakkında; `O,
Allah'ın kelimesi ve ruhudur' demiyor musun?"
demişlerdi. Bu ifade ile, O'nun insan olmayıp
Allah'ın ruhu olduğu şeklindeki kendi inançlarına
destek bulmaya çalışıyorlardı. Bu
hristiyanlar, Allah'ın mutlak birliğini ifade eden, O'na
şekil, ortaklar ve oğullar yakıştıran her
türlü düşünceyi reddeden kesin ve muhkem ayetleri bırakıp
mecazi ve te'vile müsait ayetleri kendi yanlış inançlarına
dayanak yapmak üzere kullandıkları için uyarılıyorlardı.
Yalnız, ayetin kapsamı bu belirli olayla
sınırlı değildir. Aynı zamanda
Allah'ın Hz. Peygamber'e gönderdiği inançla ilgili düşüncenin
gerçeklerini ve İslâm'ın hayat tarzını içeren,
bu Kitap karşısında insanların benimsedikleri
farklı tutumların yanında insan aklının
kendi özel vasıtalarıyla kavrama imkanı olmayan ve
nassların açıkladığının
dışında hiçbir şekilde doğru olarak
anlaşılma imkanı bulunmayan gayb ile ilgili
meseleler de bu ayetin kapsamı içinde yer alıyor.
Akide ve Şeriatın hassas ilkeleri ise içerik ve
kapsam açısından anlaşılır ve kesindir.
Bunlarla ilgili amaçlar kavranabilir türdendir ve kitabın
temelini bunlar oluşturur. Hz. İsa'nın doğumu
ve yaratılışı gibi sem'iyata ve gaybe ait
konulara gelince ayeti kerime bu tür konularda bize Allah'tan
gelen bilgiyle yetinmemizi ve ileriye gitmememizi, sadece tasdik
etmemizi hatırlatmaktadır. Çünkü bu tür ayetler de
"Hakk" olan aynı kaynaktan gelmiştir.
Onların mahiyetini ve keyfiyetini kavramak insan
tabiatının sınırlı olan düşünce
alanı ve kavrayış vasıtaları ile, mümkün
değildir.
İşte bu aşamada insanlar,
fıtratlarının sağlamlık veya
bozulmuşluk durumuna göre bu "muhkem" ve "müteşabih"
ayetleri farklı şekilde karşılıyorlar.
Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve
bozukluk meydana gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat
tarzının üzerine bina edildiği apaçık muhkem
ayetlerdeki ilkeleri gözardı ederek, farklı anlamlar yüklenebilecek
müteşabih ayetlerin ardına düşerler. Halbuki bu
ayetleri tasdik etmede temel dayanak onların geldiği
kaynağın doğruluğuna inanmak ve onların tümünün
"Hakk"tan geldiğini bilmeyi teslim etmektir.
Bununla beraber insanın algılama gücü gerçekten çok
sınırlı ve alam da hayli dardır . Bu ayetleri
anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın
tamamının doğru olduğunu, ne önce ve ne de
geldikten sonra ona batılın
karışamayacağı, Hakk ile indiğini
doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine sahip olan
fıtratın dürüstlüğüdür... O ard niyetliler,
müteşabih ayetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü
müteşabih ayetlerde, inancı sarsıcı te'viller
ve normal akılla yorumlanması mümkün olmayan sahaya
girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine
aykırı düşüncelerden kaynaklanan fitneyi
körükleme zemini bulabiliyorlar... "Halbuki bu tür
müteşabih ayetlerin gerçek anlamını Allah'tan
başka hiç kimse bilemez."
İlimde derinleşmiş olanlara gelince, bunlar;
elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın sahasını
ve beşerî düşüncenin yapısını
kavradıkları gibi, kendisine bahşedilen
vasıtalarla üzerinde çalışma yapabileceği
zeminin şartlarını idrak etmiş kimselerdir.
İşte bunlar gönül huzuru ve güven içinde derler ki:
"Biz ona inandık; hepsi Rabbimizin
katındandır."
Kitabın, Rabbleri katından indiğine
inanmaları, onları bu gönül huzuruna iletmektedir.
Öyleyse o Hakktır ve doğrudur. Allah'ın
bildirdiği şey mutlak anlamda doğrudur. Onun
nedenlerini ve illetlerini araştırma insan
aklının görevi olmadığı gibi, onun güç
yetireceği bir şey de değildir. Yine insan onun
mahiyetini ve arka-plandaki gizli illetlerin
yapısını kavrayabilecek güce de sahip değildir.
Bilgide derinleşmiş bulunanlar Allah katından
kendilerine gelen herşeyin doğru olduğunu daha
baştan gönül huzuru ile kabul etmişlerdir. Onlar bu
huzura dürüst ve üretken fıtratları sayesinde
varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu konuda,
hiçbir kuşkuya kapılmaz. Çünkü onlar ilmin sahasına
girmeyen, insanın araç-gereç ve vasıtalarla bilgisini
elde edemeyeceği konulara aklın girişmemesi
gerektiğini bilirler.
İşte bu, bilgide derinleşmiş olanların
gerçek bir tasviridir... Büyüklük kompleksine kapılıp
inkâra kalkışmak, ancak bilginin dış yüzeyine
aldanan ve meseleye yüzeysel olarak yaklaşanların
işidir. Onlar bu halleriyle varolan herşeyi
kavradıklarını, kavramadıkları
şeylerin de yok olduğunu zannederler. Ya da kendi
kavrayışlarını gerçeğin ölçüsü
olarak kabul ederler ve kendilerinin kavradıkları
sahanın dışında kalan gerçeklerin varlığına
izin vermek istemezler. Bu nedenledir ki Allah'ın mutlak kelâmını
da kendi aklî ölçüleriyle (!) değerlendirmeye kalkarlar!
Gerçek bilgi sahiplerine gelince, onlar çok daha mütevazidirler.
Beşer aklının gücünü aşan ve çerçevesi dışına
taşan pek çok gerçeği kavramada aciz
kaldığını kabul etmeye daha yatkın
oldukları gibi, fıtratları da daha dürüsttür. Ve
çok geçmeden dürüst fıtratları Hakk ile temasa geçer
ve gönül huzuru ile onu kabul ederler.
Akıl sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında
yalnızca bir hatırlama vardır sanki... O anda
Allah'a bağlı olanların bozulmamış
fıtratlarına yerleştirilmiş bulunan Hakk,
birden harekete geçip ortaya çıkar ve düşünceye
yerleşir.
İşte o anda dilleriyle ve kalpleriyle sükunet dolu
bir duaya, samimiyet dolu bir niyaza yönelerek, Allah'ın
kendilerini Hakk'tan ayırmaması, hidayete erdikten sonra
tekrar kalplerini eğriliğe bulaşmaktan
koruması, rahmet ve iyiliğini kendilerinden esirgememesi
için yalvarırlar.. Herkesi biraraya getirecek olan
kuşku götürmeyen günü ve asla değişmesi düşünülemeyecek
olan verilmiş va'di (sözü) hatırlarlar:
"Böyleleri şöyle der: `Ey Rabbimiz, bizleri doğru
yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize
katından rahmet bağışla, kuşkusuz sen
bağışı bol olansın."
"Ey Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir günde
insanları kesinlikle biraraya getireceksin. Hiç şüphesiz
Allah sözünden caymaz."
İşte bilgide derinleşmiş olanların
Rabblerine karşı tavırları budur; ve zaten
imanla uyum içinde olan da bu tavırdır. Bu tavır,
kişinin Allah'ın sözüne ve va'dine gönül huzuru ile
bağlılığından, O'nun sözüne ve va'dine
güveninden, O'nun rahmetini ve iyiliğini
tanımasından, aynı zamanda O'nun değişmez
kazasından ve gözle görülmez kaderinden korkmasından,
imanın bir sonucu olan kalpdeki takvadan,
duyarlılıktan ve uyanıklıktan
kaynaklanır. Artık böyle bir gönülde ne gece ne de
gündüz dalgınlığa, duyarsızlığa ve
unutkanlığa yer yoktur.
İmanlı bir gönül, sapıklıktan sonra
ulaştığı hidayetin, karanlıktan sonra net
olarak görmenin, yolunu şaşırdıktan sonra
doğru yolu bulmanın, geçirdiği depresyondan sonra
gönül huzuru ile Hakk'a varmanın, kullara kulluktan
kurtulup yalnız Allah'a kulluğun ve basit
uğraşlarla bir süre vaktini öldürdükten sonra yüce
ve üstün uğraşlara kavuşmanın değerini
idrak eder...
Bu olgunluğa eren kişi, tüm bu nimetlerin iman
sayesinde Allah'tan geldiğini kavrar. Aydınlık,
dosdoğru bir yolda yürümekte olan bir yolcu, nasıl
karanlık, dolambaçlı yollara düşmekten korkar, gölgenin
serinliğini tadan biri nasıl tekrar kavurucu,
kızgın çöllerde öğle sıcağında
yola çıkmaktan kaçınırsa, bu kişi de tekrar
sapıklığa dönüş yapmaktan böyle korkar.
İmanın güzelliğinde öyle bir tatlılık
vardır ki, sapıklığın çilesini ve acı
bedbahtlığını tadanlardan başkası
onu kavrayamaz. İmanın verdiği gönül huzurunda
öyle bir haz var ki, azgınlık ve sapıklık
batağında sürünmüş olandan başkası onu
algılayamaz!
İşte müminler şu sükunet dolu dua ile
Rabblerine yönelirler:
"Ey Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra
kalplerimizi kaydırma."
Sapıklıktan sonra birden hidayet ile kendilerine yönelen
ve böyle iman gibi paha biçilmez bağışta bulunan
Allah'ın rahmetine talib olurlar:
"Bize katından rahmet bağışla,
kuşkusuz sen bağışı bol
olansın."
Onlar, imanlarının ilhamı ile Allah'ın
rahmeti ve iyiliği olmadan kendilerinin hiçbir şeye güçlerinin
yetmeyeceğini bilirler. Hatta onlar kendi kalplerine bile
hakim olamazlar; o kalpler de Allah'ın elindedir. Bundan
dolayı dua ile O'na yönelerek kurtuluş ve
yardımını esirgememesini talep ederler.
Hz. Aişe bir rivayetinde diyor ki: "Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) çoğu zaman şöyle dua ederdi;
`Ey kalpleri (istediği yöne) çeviren (Allah'ım),
kalbimi kendi dinin üzere sağlamlaştır.' `Ey
Allah'ın elçisi bu duayı ne de çok yapıyorsun'
dedim. `Her kalp, Rahman'ın parmaklarından iki parmak
arasındadır. O kalbi doğrultmayı dilerse
doğrultur, saptırmak isterse saptırır' buyurdu
"
Allah'ın dilemesini bu ölçüde kavrayabilmiş bir
kalp, ısrarla Allah'ın himayesine girmek ve ona tutunmak
için çabalar, kendisine bağışlanan iman nimetinin
elinden çıkmaması için O'na yönelip dua etmekten başka
çaresi olmadığının bilincine varır!
KÂFİRLERİN DURUMU
Bu açıklamalardan sonra az sonra
okuyacağımız ayetlerde inkâr edenleri bekleyen
kötü sona temas ediliyor ve günahları
karşılığında
cezalandırılmalarının asla
değişmeyen Sünnetullah'ın gereği
olduğuna değiniliyor. Ehli kitaptan inkâr edenlerin ve
bu dine karşı çıkanların tehdit edildiği
ayetlerde Peygamber efendimize seslenilerek bizzat gözleriyle
gördükleri Bedir savaşındaki az bir topluluğun
inkârcı kalabalık bir topluluğa nasıl üstün
geldiğini müslümanlara hatırlatması telkin
ediliyor: