45- Hani Melekler dediler ki; `Ey Meryem, Allah seni dolaysız
Kelime'si İle müjdeliyor. Onun adı Meryemoğlu
İsa Mesih'tir. O dünyada da ahirette de yüce,
şanlıdır ve Allah'ın
yakınlarındandır.
46- O daha beşikteyken ve yetişkinlik çağında
insanlarla konuşacaktır ve salih
kullarındandır.
47- Meryem `Ey Rabbim, bana hiçbir insan dokunmamışken
nasıl olur da çocuğum olabilir?' dedi. De ki: `İşte
böyledir, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin
olmasına karar verince ona sadece "ol
"
der o da hemen oluverir.'
48- Allah O'na K
itab'ı,
Hikmet'i, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.
49- O'nu, İsrailoğullarına şöyle diyecek
olan bir peygamber olarak gönderecek; `Ben size Rabbinizden
mucize ile geldim. Ben sizin önünüzde çamurdan kuş biçiminde
bir cisim yapar, sonra ona bir nefes üflerim de Allah'ın
izni ile kuş oluverir; Doğuştan körler ile alacalık
(ebras) hastalarını iyileştiririm; Allah'ın
izni ile ölüleri diriltirim; evlerinizde hangi yiyeceklerinizi
yediğinizi ve hangilerini sonraya
bıraktığınızı haber veririm.
Eğer mümin iseniz, bu sizin için ibret alacağınız
kesin bir delildir.
50- Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı
olarak size haram kılınmış olan bazı
şeyleri helâl ilan etmek üzere Rabbiniz tarafından
kesin bir kanıtla size geldim. Allah'tan korkunuz ve bana
itaat ediniz.
51- Allah benim de sizin de Rabbimizdir, O'na kulluk ediniz,
doğru yol işte budur.
Bu sırada Meryem, arınması duası ve
ibadetiyle bu üstün fazilete ve bu olayı
taşıyabilecek ehliyete sahip bulunuyordu. İşte
şimdi O, -ilk defa- Melekler aracılığıyla
bu önemli olaydan haberdar ediliyor:
"Hani melekler dediler ki; "Ey Meryem, Allah seni
dolaysız kelimesi ile müjdeliyor. Onun adı
Meryemoğlu İsa Mesih'tir. O dünyada da ahirette de
yüce şanlıdır ve Allah'ın
yakınlarındandır. O daha beşikteyken ve
yetişkinlik çağında insanlarla
konuşacaktır ve salih kullardandır."
Bu, gerçekten büyük bir müjde ve olayı bütünü
ile ortaya koyan bir açıklamadır. Adı Meryem
oğlu İsa Mesih olan Allâh'tan bir sözün müjdesidir.
Mesih metindeki bir sözü konumundadır ve gerçekten de
sözdür. Peki bu ifadenin sırrı nedir?
Bu ve benzeri olaylar, gerçek bir biçimde nitelikleri
kavranamayacak olan gayb olaylarındandır. Belki de
bunlar Cenabı Allah'ın şu sözünde kastettiği
işlerdir:
"Sana bu kitabı indiren O'dur. Bu kitabın bir
kısım ayetleri kesin anlamlı (muhkem)'dir, bunlar
O'nun özünü oluştururlar. Diğer bir kısmı
da birden çok anlamlı (müteşabih)dir. Kalplerinde
eğrilik olanlar fitne çıkarmak ve keyfî yorumlar
yapmak amacı ile bu kitabın birden çok anlamlı
ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onl
arın
yorumunu sadece Allah bilir. Köklü bilgiye sahip olanlar ise `Bu
kitaba inandık, o bütünü ile Allah katından
gelmiştir' derler. Bunu ancak aklı başında
olanlar düşünebilirler."
Yalnız biz bu gerçeğin özelliğini gönlümüzü
Allah'a, O'nun sanatına, kudretine ve özgür olan dilemesine
bağlayacak bir anlayışla kavramak
istediğimizde iş gerçekten kolaylaşır.
Allah, Adem'i topraktan yaratmakla beşerin
hayatını başlatmayı diledi: Çünkü insan bu
Allah'tan başkasının bilmeyeceği gizli olgunun
yapısında ileri-geri en ufak bir fonksiyona sahip
değildir. Bu gizli olgu ilk canlı yaratığa
giydirilen hayat sırrıdır. Ya da eğer onun
yaratılışı doğrudan ölü topraktan
meydana getirilmişse, Adem'e giydirilen hayat
sırrıdır! Allah'ın yanında bu da
diğeri gibidir. Varlıkta ve tabiatında biri
diğerinden daha ilerde değildir... (Biz burada
tartışma gereği olarak böyle diyoruz. Yaratılış
ve tekamül teorisini tartışmıyoruz. Zaten bu teori
bilimsel temellerini yitirmek üzeredir. O artık sırf
bir teoriden ibarettir.)
Peki bu hayat nereden geldi? Nasıl geldi? Hayatın
topraktan ve yeryüzündeki diğer ölü maddelerden ayrı
bir varlık olduğu kesindir. Bu bambaşka bir gerçektir.
Ne toprakta ne de ölü maddelerde asla bulunmayan etkileri ve
görünümleri doğuran bir sırdır o.
Peki. bu sır nereden geldi? Bilemediğimiz varlık
hakkında uluorta konuşmak ya da O'nun
varlığını inkar etmeye kalkışmak
yeterli olmayacaktır! Nitekim materyalistler, bu noktada,
değil bilgin bir kimsenin, aklı başında normal
bir insanın bile değer vermeyeceği basit
demagojilere dayanmaktadır!
Biz bilmiyoruz! Biz insanlar olarak hayatın
kaynağını tanımak istedik yahut ellerimizle
onu ölülerden çıkarmaya çalıştık. Bizim bu
çalışmalarımızın tamamı gerçekten
boşa gitmiş bulunmaktadır!
Biz bilmiyoruz! Yalnız insanoğluna hayatı
bağışlayan Allah biliyor. Ve O bize diyor ki: Hayat
benim ruhumdan bir nefhadır. İş ondan gelen bir tek
söz ile tamamlanmıştır. "Ol" der, o da
oluverir...
Peki bu nefha nedir? Nasıl ölü elementlere üfürülür
de insanların anlayamadığı bir gizlilik ve
incelikle onda bu sır meydana gelir?
O sır nedir? Nasıl bir varlıktır?
İşte bu insan aklının üstesinden gelemeyeceği
için anlamakla yükümlü olmadığı bir olgudur.
Akla, onu kavrayacak güç bağışlanmamıştır.
-Hayatın niteliği ve nefhanın yolunu öğrenmek
Allah'ın yerine getirmesi için yarattığı
insanın, görevi yeryüzünde hilafet görevine katkıda
bulunmayacaktır. İnsan, ölü varlıklardan bir
hayat yaratacak değildir... O zaman hayatın özelliğini,
Allah'ın yarattığı ruhtan gelen nefhanın
niteliğini, Adem ile nasıl ilişki kurduğunu
veya çamurun ilk olarak canlanmaya başladığı
hayatın birinci basamağını nasıl
oluşturduğunu öğrenmenin ne fonksiyonu olabilir?
Yüce Allah Adem'i meleklere bile üstün kılan ve onu
onurlandıran nesnenin ruhundan O'na üfürmesi olduğunu
belirtmektedir. Öyleyse bunun kurtcuklara ve mikroplara bahşedilen
soyut hayattan daha başka bir hayat olması gerekir!
İşte bu olay bizi insanı yalnız
başına ayrı bir tür olarak kabul etme görüşüne
götürmektedir. Onu evrenin düzeni içinde diğer
canlılarda bulunmayan özel bir konumda değerlendirmemize
neden olmaktadır!
Her neyse burada konumuz bu değildir. İnsanın
yaradılışı konusunda tartışma
gereği olarak kaydettiğimiz bir takım açıklamaların
okuyucunun gönlünde bazı şüphelere dönüşmemesi
için bunları kısaca kaydetmeyi uygun gördük! Burada
önemli olan Allah'ın bize hayatın sırrından
haber vermesidir. Bu sırrın özelliğini ve
ölülere nasıl üfürüldüğünü kavrayamasak da
önemli değildir...
Cenabı Allah Adem'i doğrudan yaratma şekliyle
halk ettikten sonra, insanın yaratılışı için
belli bir yol belirlemeyi dilemiştir. Bu yol kadın ile
erkeğin birleşmesidir. Yumurtanın sperm ile döllenmesidir.
Yumurta ile spermanın döllenmesi böylece tamamlanır.
Doğum da bu şekilde gerçekleşir. Yumurta ölü değil
çanlıdır. Sperm dé aynı şekilde diridir ve
hareketlidir.
Artık insanlar yaradılışın bu kurala göre
meydana gelmesine alıştılar. Bu esnada yüce Allah
insanoğullarından biri üzerinde daha önce seçtiği
kurala aykırı bir uygulamak bulunmayı diledi. Onu,
ilk yaratmaya tıpatıp uymasa da ona yakın ve benzer
bir biçimde yaratmak istedi. Bu yaratılışta
yalnız bir kadın unsuru vârdı. Burada
başlangıçta hayatı meydana getiren nefhayı
almakta ve kadında bir hayat meydana gelmiş
olmaktadır!
Bu nefha sözün kendisi midir? Bu söz iradeyi yönlendiren
bir söz müdür? Bu söz hem gerçek olabilen hem de iradeyi
yönlendirmekten kinaye olabilen "ol" emri midir? Bu
söz İsa mıdır? Yoksa İsa'nın kendisinden
yaratıldığı nesne midir?
Bunların hepsi şüphelerin dışında hiç
bir fayda sağlamayan konulardır. Bunlardan
anlaşılması gereken şudur: Yüce Allah benzeri
bulunmayan bir hayat yaratmàyı dilemiş, hayatı
kendi ruhundan bir nefha ile fakat özgür iradesine uygun bir
biçimde bu hayatı yaratmıştır. Biz bu hàyatın
sonuçlarını kavrayabiliyor niteliğini bilmiyoruz.
Aslında onu bilmememiz gerekir. Zira onu bilmemiz yeryüzünde
Hilafet görevini yerine getirmede gücümüzü artırmıyor.
Çünkü hayatı yaratma, halife olma görevinin kapsamına
girmiyor.
İşte mesele bu kadar kolay anlaşılabilecek
niteliktedir. Olayın meydana gelişi şüpheleri
uyandırmaz!
İşte bu şekilde melekler Meryem'i Allah'tan
adı Meryem oğlu İsa Mesih olan bir söz ile
müjdelenmişlerdi. Bu müjde O'nun türünü, kapsadığı
gibi, adını ve nisbetini de içeriyordu. Onun bu
nisbetten kaynağının annesi olduğu ortaya çıkıyordu.
Sonra bu müjde aynı zamanda O'nun niteliklerini ve Rabbinin
katındaki değerini de içeriyordu. "Dünyada da
Ahirette de şanı yücedir. Ve yakınlaştırılanlardandır."
Doğuşu ile birlikte meydana gelen mucize bir olayada
yer veriyordu: "Beşikte insanlarla
konuşur",
geleceğine
de bir işarette bulunulmuştu: "Erginliğinde
de..." Karakteristiğine ve
katıldığı kervana da değinilmiştir. "Ve
o iyi kimselerdendir."
İnsanların beşeri
alışkanlıklarına bağımlı olan
bakire, el değmemiş genç Meryem'e gelince; O, bu
müjdeyi bir genç kızın
karşılayacağı biçimde karşılamıştır.
Rabbine yönelmiş, O'na niyazda bulunmuş, insanın
aklını hayrete düşüren bu bilmecemsi olayı
deşifre etmesini taleb etmiştir:
"Dedi ki: Rabbim! Hiç kimse bana dokunmamışken
nasıl bir erkek çocuğum olabilir?"
Derhal kendisine cevap geliyor: İnsanların sebep-sonuçlarà
bağlı kalışları, bilgilerinin
kıtlığı ve sınırlı
bakışları nedeniyle hesaba katmadıkları
basit gerçeğe Meryem'in dikkatini çekiyor:
"Dedi ki: İşte böyle, Allah dilediğini
yapar. Bir işe hükmettiğinde yalnız ona
"ol" demesi yeter O da oluverir."
İş bu birinci plandaki gerçeğe havale
edildiğinde şaşkınlık ortadan
kalkıyor, hayret kayboluyor, gönül huzura kavuşuyor.
İnsan kendi iç alemine yöneliyor ve hayret içinde soruyor.
Bu kadar yakın olduğum fıtrî ve açık bir
işe nasıl oldu da hayret ettim!
İşte bu şekilde Kur'an İslâm düşüncesinin
bu büyük gerçeklere bakış açısını böylesine
kolay yakın ve fıtrî yolla ortaya koyuyor. Aynı
şekilde karmaşık felsefelerin kördüğüm
haline getirdiği şüpheleri aydınlatıyor, onu
sağlam biçimde hem kalbe hem de akla yerleştiriyor.
Sonra Melek, Allah'ın doğurması için eşsiz
bir şekilde Meryem'i seçtiği hakkındaki müjdelerin
ve İsrailoğulları arasında nasıl
yaşayacağı ile ilgili bilgileri vermeyi sürdürüyor.
Burada Meryem'e verilen müjde Mesih'in geleceği tarih ile
kenet!eniyor. Bir anlatımda buluşuyor. Kur'an
üslûbunda sanki iki olay aynı anda gerçekleşiyor.
"Ona Kitabı, Hikmeti, Tevrat'ı ve İncili öğretecek."
Burada Kitaptan amaç, yazı yazma olabileceği gibi
Tevrat ve İncil de olabilir. İkinci şıkta
Tevrat ve İncilin kitaptan sonra belirtilmesi, ek bir açıklama
olur. Hikmet, psikolojik bir haldir. İnsan onunla
herşeyi yerli yerine koymayı, doğru olanı
kavramayı ve ona bağlanmayı elde eder. Bu gerçekten
paha biçilmez bir olgudur. Tevrat da İncil gibi
İsa'nın, kitabıydı. İsa'nın
getirdiği dinin temelini oluşturuyordu. İncil ise,
İsrailoğullarının gönül!erinde bozulan dinin
özünü ve Tevrat'ı diriltecek tamamlayıcı bir
kitaptı. Bu Hıristiyanlıktan söz eden pek çok
kimsenin hataya düştüğü gibi bir hatadır. Onlar,
Tevrat'ı ihmal ediyorlar. Halbuki, Tevrat, Mesih dininin
temelidir. Toplum düzeninin üzerinde kurulduğu hayat
nizamı ondadır. İncil ancak, Tevrat'ın çok az
bir kısmını düzeltmiştir. İncil ise,
dinin özünü yenilemek ve diriltmek için, bir nefhadır.
İlahi direktifler doğrultusunda doğrudan Allah'a
bağlanmakla insanın vicdanını eğitme
çabasıdır. Zaten Mesih bu diriltme ve eğitme için
gönderilmiş ve ilerde değinileceği gibi,
tuzağa düşürülünceye kadar bu uğurda çalışmıştır.
"O'nu İsrailoğullarına şöyle diyecek
olan bir peygamber olarak gönderecek "Ben size Rabbinizden
mucize ile geldim. Ben sizin önünüzde çamurdan kuş biçiminde
bir cisim yapar sonra ona bir nefes üflerim de Allah'ın izni
ile kuş oluverir; doğuştan körler ile alacalık
(ebras) hastalarını iyileştiririm. Allah'ın
izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde hangi yiyeceklerinizi
yediğinizi ve hangilerini sonraya
bıraktığınızı haber veririm.
Eğer mümin iseniz bu sizin için ibret alacağınız
kesin bir delildir"
Bu ayeti kerime İsa'nın (selâm üzerine olsun)
İsrailoğullarına peygamber gönderildiğini
ifade etmektedir. İsa, onların peygamberlerïnden
biridir. Bu nedenle Musa'ya.(selâm üzerine olsun) indirilen
Tevrat, aynı zamanda İsa'nın da
kitabıydı. Onda da İsrailoğulları
topluluğunun hayatı için düzenlenen yasa vardı.
Yani Tevrat yasama ve yürütme kanunlarını da
kapsıyordu. İsa buna ilave olarak İncil'e de
sahiptir. İncil de ruhun dirilişini, kalbin
eğitilmesini ve vicdanın uyarılmasını
kapsıyordu.
Allah'ın, annesi Meryem'e O'nunla beraber
olacağını müjdelemesi ve pratik olarak
İsrailoğullarına,gösterdiği mucizeler olan
ölülere üflediğinde onların dirilmesi, kör olarak doğan
çocuğu iyileştirmesi, alacalıyı
iyileştirmesi, -kendisi açısındàn- gayb olan
olayları haber vermesi (İsrailoğullarının
gözlerinde sakladıkları yemek ve saireyi gözüyle
görmekten uzak olduğu halde, haber vermesi) mucizesidir.
Bu olağanüstü olayların meydana gelişi sürekli
olarak Allah'ın iradesine bağlanmıştır.
Hz. İsa (selâm üzerine olsun) daha gayb aleminde, Allah'ın
takdirinde yàratılıp Hz. Meryem'e müjdelendiğinde
bu gerçeği dile getirmiş, daha sonra dünyaya gelip
büyüdüğünde de, o gerçeği her fırsatta dile
getirmiştir. Ayetler özellikle bu noktaya Allah'ın
iznine detaylı ve yoğun biçimde yer vermektedir. Yanlış
anlaşılmasını önlemek amacıyla sonunda
Allah'ın iznine yer verilmeden sözü kesmemektedir!
Bu mucizeleri genellikle hayat ve ölüm, sağlık ve
afiyet, körlük ve görmeyle ilgilidir. Bunlar öz olarak
İsa'nın doğuşu, Adem'in (selâm üzerine
olsun) örneği dışında hiçbir eşine
rastlanmayacak biçimde İsa'ya varlık ve hayatın
bahşedilmesiyle ilgilidir. Madem ki Allah, bu mucizeleri bir
kulunun eliyle gerçekleştirmeye güç yetirebiliyor.
Öyleyse Allah bu tek varlığı örneksiz de
yaratmaya güç yetirebilir. İşi Allah'ın özgür
dilemesine havale ettiğimizde ve yüce Allah'ın
insanların alışılageldiği
sınırlamalara bağımlı
kalmadığımızda bu özel doğuşun
yaratışı etrafında oluşturulan bütün
şüphelere ve masallara hiç de gerek kalmayacaktır!
HRİSTİYANLIK
"Benden daha önce inen Tevrat'ı onaylayıcı
olarak size haram kılınmış olan bazı
şeyleri helâl ilan etmek üzere Rabbiniz tarafından
kesin bir kanıtla size geldim. Allah'tan korkunuz ve bana
itaat ediniz.
"Allah benim de sizin de Rabbimizdir, O'na kulluk ediniz,
doğru yol işte budur."
İsa'nın (selâm üzerine olsun)
İsrailoğullarına yaptığı çağrının
bu şekilde sona ermesi Allah'ın dininin yapısı
ve tüm peygamberlerin (salât ve selâm üzerlerine olsun) çağrısında
bu dinin nasıl anlaşıldığı
noktasında bir takım köklü gerçekleri açığa
çıkarmaktadır. Ve bunlar bizzat İsa'nın (selâm
üzerine olsun) dili üzerè ifadesini bulurken gerçekten özel
bir değer kazanan gerçeklerdir. Çünkü İsa,
doğuşu ve gerçek mahiyeti konusunda ancak şüpheler
üretilen bir kişidir. Fakat bu tür şüpheler bir
peygamberden diğerine değişmeyen Allah dininin
özünden sapmaktan kaynaklanmaktadır.
O şunları söylerken "Benden daha önce inen
Tevrat'ı onaylayıcı olarak size haram
kılınmış olan bazı şeyleri helâl
ilân etmek üzere..." derken. Mesihliğinin gerçek
karakterini ortaya koyuyordu. Musa'ya (selâm üzerine olsun)
indirilen Tevrat -ki bu kitap o zamanın ihtiyaçlarına
ve İsrailoğullarının yaşam
şartlarına uygun sosyal hayatı düzenleyen
hükümleri kapsıyordu. Zira Tevrat'ın öngördüğü
dindarlık, belli bir zaman diliminde, belli bir insan
topluluğuna özgü bir yaşam tarzıydı. Evet
aynı Tevrat, Mesih'in (selâm üzerine olsun) peygamberliğinde
de güvenilir bir kaynaktı. O'nun peygamberliği de
Tevrat'ı doğruluyordu. Bunun yanında Allah'ın
kendilerine haram kıldığı birtakım
şeylerde düzeltmeler yaparak onları helal
kılıyordu. Aslında bu haram kılınan
şeyler, zamanında İsrailoğullarının
günahları ve sapmaları sonucunda ceza olarak haram
kılınmıştı. Allah onlara helâl olan
birtakım şeyleri haram kılmakla onları
uslandırmak istemişti. Sonra Allah'ın iradesi Mesih
(selâm üzerine olsun) ile onlara merhamet etmek istemiş,
kendilerine haram kıldıklarından bir
kısmını helal kılmıştır.
Buradan da anlaşılıyor ki: Dinin karakteri
-hangi din olursa olsun- insan yaşamına bir düzenleme
getirmeyi kapsamaktadır.
Böyle din, yalnız ahlâki eğitim alanına
sırf vicdanî duygulara sadece ibadetlere ve sembolik
uygulamalara yönelik tarafta yetinmemektedir. Bunların
yalnız birine yönelen sistem din olamaz. Öyleyse din Allah'ın
insanlar için belirlediği yaşam biçiminden insanın
hayatını Allah'ın sistemine bağlayan
yaşam düzeninden başka bir şey değildir.
Allah'ın yoluna uygun bir biçimde insanın
hayatını düzenlemek isteyen herhangi bir dinde, imana
dayalı inanç unsurunun, ibadetin sembolik uygulamalarından,
ahlâki değerlerden, düzenleyici yasalardan birinin olmaması
mümkün değildir. Bu alanların herhangi birinde meydana
gelecek olan kopukluk dinin psikolojik ve sosyal yaşam
üzerindeki edimini sonuçsuz kılacaktır. Ve bu din
Allah'ın dilediği biçimdeki din anlayışına
ve dinin karakterine aykırı düşecektir.
İşte hıristiyanlığın
uğradığı felâket budur. Tarihin birtakım
cilveleri bir taraftan son din gelinceye kadar ki belli bir zaman
dilimi için gönderildiği halde belirlenen zaman dilimini
aşarak yaşamını sürdürmesi öbür tarafından
bu dinin sosyal düzenle ilgili yaşamaların
tarafını; Ahlâk, ibadet ve maneviyat tarafından
ayırmıştır. Böylece yahudiler ile Mesih
(selâm üzerine olsun) Mesih'in Havarileri ve daha sonra O'nun
dinine bağlananlar arasında köklü bir düşmanlık
baş göstermiştir. Bu da yasaları içeren Tevrat
ile Manevi dinlisi ve ahlâki uslandırmayı kapsayan
İncil'in birbirinden ayrılmasını
doğurmuştur. Sonra bu yasalar belli bir zaman dilimine
özgü ve insanların belli bir topluluğuna mahsustur.
Allah'ın taktirinde bu açığı kapatacak
kendisi için belirlenen zaman diliminde gönderilecek insanlığın
tamamını yönlendirecek sürekli kalıcı bir
yasa (Şeriat) vardı.
Ne olursa olsun artık hristiyanlık yasasız bir
inanç konumuna düşmüştür. Bu nedenle de kendisine bağlanan
ulusların sosyal yaşamlarını idare etmekten
aciz bir duruma düşmüştür. Sosyal hayatı idare
etmek, bütün evreni yorumlayan, insanın hayatını
ve evrendeki konumunu açıklayan insanla ilgili bir düşünceyi
gerektirir. Bir ibadet sistemi ve ahlâkî değerleri zorunlu
kılar. Sonra bu inançla ilgili düşünceden ibadetle
ilgili sitemden ve ahlâk ile ilgili değer
yargılarından kaynaklarına, toplumun
hayatını düzenleyici hükümleri zorunlu olarak
gerektirir. İşte bu temel nitelikleri taşıyan
bir din ancak anlaşılabilir. Fonksiyonları ve
sağlıklı güvenceleri bulunan sosyal bir düzen
kurmayı garanti edebilir. Hıristiyanlık dininde bu
ayrılık meydana gelince, Hıristiyanlık insan
hayatı içinde kapsamlı bir düzen olmaktan çıktı.
Hıristiyanlar da manevi değerler ile bütün hayatlarında
yer alan pratik değerleri birbirinden ayırmak zorunda
kaldılar. Tabii ki hayatın, üzerinde kurulduğu
sosyal düzen de bunların arasındaydı. O zaman
sosyal düzenlemeler tabii olan sarsılmaz temellerine
değil de başka temellere dayandırıldı.
Dolayısıyla belli bir zemine oturmadan havada kaldı
ya da bozuk bir temele dayandırıldı!
Bu durum, insanın hayatında basit bir iş,
insanlık tarihinde de küçük bir olay değildir. Bu gerçek
anlamda bir felaketti. Talihsizliğin,
şaşkınlığın, çözülmenin, sapmaların,
bugünkü Materyalist medeniyetin içinde yüzdüğü belâların
başlıca kaynağı olan büyük bir felaket. Bu
ise, bugüne kadar hâlâ hıristiyanlığa -ki
hıristiyanlık bir yaşama sistemine sahip
olmadığından sosyal bir düzenden de yoksun kalmıştır-
bağlı bulunan ülkelerde olsun büyük bir tehlike oluşturdu.
Aslında hıristiyanlığa tamamıyle
sırtını dönen ülkelerde olsun büyük bir tehlike
oluşturdu. Aslında hıristiyanlığa
sırtını dönen ülkeler de Hıristiyan
olduklarını ileri sürenlerden farklılık arz
etmemişlerdir. Hazreti İsa'nın getirdiği
şekliyle Hıristiyanlık din kavramına gerçekten
layık olan her dinin özelliğinde olduğu gibi
Mesihlik de bir dindir. Allah ile ilgili inanç düşüncesinden
ve bu düşünceye dayalı ahlâki değerlerden
kaynaklanan hayatı düzenleyici yasalardan oluşmuştur.
Bu kapsamlı ve birbirini tamamlayan sütunlar olmadıkça
Hıristiyanlıktan sözedilemez. Ve mutlak anlamda hiçbir
dinden de bahsedilemez! Bu kapsamlı ve birbirini tamamlayan
temellere dayanmaksızın insanın hayatı için
gerekli manevi ihtiyaçlarına cevap verilemez.
Hayatının pratiğini oluşturacak
maneviyatını, hayal ve ruhunu Allah'a doğru yükseltecek
sosyal bir düzen kurulamaz. Bu gerçek, Mesih'in (selâm üzerine
olsun) şu sözlerinde göze çarpan olgulardan biridir.
"`Benden daha önce inen Tevrat'ı
onaylayıcı olarak size haram
kılınmış olan bazı şeyleri helâl
ilân etmek üzere Rabbiniz tarafın dan kesin bir
kanıtla size geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat
ediniz."
O bu gerçeği tebliğ ederken birinci büyük gerçeğe
dayanmaktadır: Hiçbir şüpheye yer bırakmayan
Tevhid gerçeğine istinad etmektedir.
"Ben size Rabbinizden bir mucize ile geldim. Allah'tan
korkun ve bana itaat edin. Allah, benim de Rabbim sizin de
Rabbinizdir. Ona kulluk ediniz. Doğru yol işte
budur."
Yüce Allah'ın dininin bütünü ile üzerinde kurulduğu
inanca dayalı gerçeği ilân etmektedir. Göstermiş
olduğu mucizeleri kendi katından getirmiş
değildir. O bir insan olduğundan bu mucizeleri yaratacak
güçte olamaz. Kendisi bu mucizeleri Allah katından
getirmiştir. Onun çağrısı herşeyden
önce Allah korkusu ve Peygamberine itaat temeline dayanmaktadır.
Sonra Allah'ın hem kendisinin hem de yaratıkların
Rabbi olduğunu pekiştirmektedir. İbadetle bu yüce
Rabbe yönelmelerini vurgulamaktadır. "Allah'tan
başkasına kulluk yoktur." Sözünü kapsamlı
bir gerçek ile noktalıyor. Rabbi birleme, O'na kulluk etme,
peygambere ve onun getirdiği düzene itaat etme; "Bu
doğru bir yoldur"... Onun dışında
kalanlar sapmadır, yanlıştır. Ve onlar asla
din değildir...
HAVARÎLER
Meleklerin Meryem'e, beklenen oğlunun
vasıflarını, Peygamberliğini mucizelerini ve sözleriyle
ilgili müjdelerini belirten ayeti kerimeler doğrudan
doğruya İsa'nın (selâm üzerine olsun)
İsrailoğullarının inkâra kalkışacaklarını
anlamasını ifade ettikten sonra Allah'ın dinini
tebliğ etmek amacıyla kimin kendisine destek
olacağını tesbit edişine geçmektedir.