Bu ifade, ruhsal ve bilinçsel açıdan durumun
gerektirdiklerine ve konumun istediklerine uygun olan
Kur'an'ın ifade tarzının sanatsal çizgisiyle uyuşan
ayrıntılı bir karşılık ve uzun bir
ifadedir.
Ardından, bu ilahi karşılığın içeriği
ile ilahî metodun tabiatına ve özelliklerine, sonra da
İslâmî eğitim metodunun tabiatına ve
özelliklerine yönelik işaretlerini özetleyelim.
Kuşkusuz, "akıl sahipleri", göklerin ve
yerin yaratılışını düşünen; gece
ve gündüzün değişimini inceleyen; açık evren
kitabını algılayan; fıtratları, evrende
gizli gerçeğin ilhamlarına karşılık
veren; böylece şu mütevazi, ürpertici uzun ve derin duayla
Rabblerine yönelen, sonra da samimi ve sevimli duaları
üzerine Rahman ve Rahîm olan Rabblerinden karşılık
gören kimselerdir.
Ancak gördükleri karşılık neydi?
Kuşkusuz duanın kabulü ile onların şu
ilahi metodun temellerine ve yükümlülüklerine yöneltilişleri
aynı anda olmuştur:
"Rabbleri onlara cevap verdi ki; `Ben birbirinizden
meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden,
erkek-kadın, hiçbir iyi amel işleyenin emeğini
boşa çıkarmam."
Sırf tefekkür ve inceleme, yalnızca huşû ve
ürperti... Kötülükleri örtmesi, rezil olmaktan ve ateşe
düşmekten kurtarması için Allah'a yöneliş yetmez.
"Amel" gereklidir. Bu algılamadan, bu
karşılık vermeden ve ürpertiden ve somutlaşan
duyarlılıktan kaynaklanan olumlu bir amel. Bu ameli
İslâm; düşünme, inceleme, zikir, istiğfar,
Allah'tan korkma ve O'na ümitle yönelme gibi ibadet olarak
nitelemektedir. İslâm'ın nitelediği amel bu
ibadetin beklenen pratik bir sonucudur. Cinsiyet
farklılığından kaynaklanan
ayrılığı göz önünde bulundurmadan erkek-kadın
herkesten kabul ettiği amel budur. Çünkü insanlık
noktasında hepsi eşittirler. -bazısı
bazısından olmaları nedeniyle- Ölçüde de eşittirler.
Sonra bu amelin ayrıntılarından; bu akidenin can
ve,mala getirdiği yükümlülükler gibi, metodun tabiatı,
egemen olacağı yerin niteliği, yolun ve içindeki
engeller ile dikenlerin mahiyeti, engelleri aşmanın,
dikenleri kırmanın, temiz bitkilerin yetişebilmesi
için toprağı hazırlamanın... Fedakârlıklar
ve sonuçlar ne kadar ağır olursa olsun onu yeryüzünde
yerleştirmenin zorunluluğu da
anlaşılmaktadır. "Buna göre göç
edenlerin, yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet
çekenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin kùsurlarını
örtecek ve kendilerini Allah tarafından verilmiş bir
ödül olarak altlarından ırmaklar akan Cennetlere
koyacağım. Ödüllerin güzeli yalnız Allah
katındadır."
Bu, imana çağrılan ve ilk defa Kur'an'la muhatap
olanların tablosudur. Mekke'den hicret edenlerin, akideleri
uğrunda yurtlarından çıkarılanların
başka hiçbir amaç için değil sırf O'nun yolunda
işkence görenlerin, savaşıp öldürüldükleri...
Yani; ancak bu akideye içtenlikle inanan herkesin, her yerde ve
her zamanki tablosudur. -Hangisi olursa olsun- kendisine zıt
bir bölgede gelişen -hangisi olursa olsun- karşı
çıkan bir kavmin arasında yaşayan ve kendisine
karşı göğüslerin daraldığı, arzu
ve şehvetlerin incindiği, bu yüzden işkence ve
koğuşturmaya maruz kalan ve ilk etapta taraftarları
da zayıf bırakılmış bir azınlık
olan davanın tablosudur. Sonra, bunca işkenceye ve
koğuşturmaya rağmen -yeşermesi kaçınılmaz
olan- bitki yeşerir.. Giderek direnecek ve kendini savunacak
bir konuma gelir. Böylece savaş ve öldürmeler başlar.
İşte kötülüklerin örtülmesi, mükâfat ve sevap bu
meşakkatli ve acı çabadan sonra gelmektedir..
Yol budur. Yüce Allah'ın gerçekleşmesini,
hayatın pratiğinde, beşeri çabaya ve Allah için,
O'nun yolunda cihad eden müminlerin sarf ettikleri çabaya bağlı
kıldığı Rabbanî metodun yolu budur..
Bu metodun tabiatı, temelleri ve yükümlülükleri budur..
Sonra bu metodun eğitim, direktif verme ve Allah'ın
yarattıklarını düşünüp incelemekten doğan
vicdani etkilenme aşamasından, Allah'ın
istediği metodu gerçekleştirmek için bu etkilenmeye
uygun müsbet amel aşamasına geçişi
sağlamadaki yöntemi de budur.
Sonra ayet-i kerime, yeryüzü malı ve nimetlerinde
kafirler, isyancılar ve Allah'ın metoduna
karşı çıkanlar için gizli bulunan fitneye pratik
bir dikkat çekmektedir. Bu; malın, gerçek ölçüsüne ve
gerçek değerine dikkat çekmektedir. Tâ ki taraftarlarına;
işkence, yurtlarından çıkarılma, öldürülme
ve savaş gibi zorluklara maruz kalan müminler için bir
fitne olmasın.
"Kâfirlerin (zevk içinde) diyar diyar gezinmeleri sakın
seni aldatmasın." "Sadece az bir hazdır bu.
Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir
barınaktır!"
"Fakat Rabblerinden korkanlar için altlarından
ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar Allah'ın
konukları olarak orada süresiz kalacaklardır.
Allah'ın iyi kullara yönelik mükâfatı daha
hayırlıdır
Kafirlerin şehirlerde gezip dolaşması, nimet ve
zenginliğin, mülk ve iktidarın görüntüsüdür. Bu
kalplerde karşı konulmayı gerektiren ve etki
bırakan bir görüntüdür. Çünkü onlar; zorluk,
yoksulluk, işkence emek sarf etmek, koğuşturma ve
cihadın zorluklarına katlanırken ve bütün bunlar
da son derece meşakkatli ve korkunç zorluklar iken, batıl
taraftarlarının nimetler içinde mal mülkten
yararlanması mümin kalplerde de etki bırakır.. Bu
durum, hakkı ve taraftarlarını bu şekilde
zorluklara düçar olmuş, batıl ve
taraftarlarını da refah ve saadet içinde gören ve herşeyden
habersiz halk yığınlarının kalbini de
etkiler. Ayrıca sapıklık ve batıl
taraftarlarının kendilerini de etkiler. Böylece sapıklıkları,
azgınlıkları, şer ve fesat içindeki inatları
artar..
İşte aşağıda buna
değinilmektedir:
"Kafirlerin (zevk içinde) diyar diyar gezmeleri sakın
seni aldatmasın."
"Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer
Cehennem'dir. Orası ne kötü bir barınaktır!"
Az bir geçim... Yok olup giden... Ama sürekli ve kalıcı
olarak dönecekleri yer; Cehennem'dir. Ne kötü barınak...
Geçip giden zorluk ve meşakkat karşısında_
da, Cennetler, sonsuzluk ve Allah'ın ikramı yer
almaktadır.
"...Altlarından ırmaklar akan Cennetler"...
"...Orada süresiz kalacaklardır"..: "...Bu
Allah tarafından bir ağırlanmadır"...
"...Allah'ın iyi kullara yönelik mükafatı daha
hayırlıdır."
Kişi, bu nasibi bir kefeye diğerini de bir kefeye
koysa Allah'ın katındakilerin iyiler için daha hayırlı
olduğundan şüphe duymaz. Bu ölçüye göre,
müttakilerin kefesinin kafirlerinkine tercih edilmesi hususunda
kalplerde kuşku kalmaz. Akıllı birinin
"akıl sahipleri"nin kendileri için seçtikleri payı
seçmek için tereddüt etmesi mümkün değildir.
Yüce Allah, bu nizama alıştırmak, İslâm
düşüncesinin temel değerlerini yerleştirmek
noktasında, müminlere her zaman zaferi, düşmanlarını
kahretmeyi, onları yeryüzüne yerleştirmeyi ve bu
hayatla ilgili herhangi bir şeyi vaad etmiyor. Düşmanlarıyla
karşılaştıklarında dostlarına
yardım edeceğine dair takdirini de vaad etmiyor.
Burada onlara bir tek şeyi, Allah katında bulunan
nimetleri vaadediyor. Bu davada asıl olan da budur.
Burası, şu akidenin öngördüğü hareket noktasıdır.
Bütün hedeflerden, amaçlardan, her türlü eğilimden
mutlak soyutlanma... -Hatta, akidesinin ve Allah'ın sözünün
galip gelmesi ve O'nun düşmanlarının
kahrolması hususundaki arzularından- evet yüce Allah,
müminlerin bu arzularından da soyutlanmalarını,
işlerini O'na dayandırmalarını velev ki
kendilerinde olmasa bile kalplerini bu eğilimden
kurtarmalarını dilemektedir.
Yüce Allah'ın bahşettiği, vaadettiği ve
yerine getirmelerini istediği yalnızca bu akidedir...
Karşılığında dünya malı, zafer,
galibiyet, hakimiyet ve üstünlük gibi şeyler vaad
etmeksizin... Herşeyi orada beklemek sadece.
Sonra zafer, egemenlik ve üstünlük gerçekleşiyor.
Ancak bu, Allah'ın verdiği sözde yer almamıştır.
Akidleşmenin bir parçası değildir. Akidde dünya
karşılığından herhangi birşey yer
almamıştır. Sadece görevi yerine getirme, bağlılık,
bağış ve imtihan...
Dâva Mekke'den kovulmuşken biat buna göre gerçekleşmişti.
Alış-veriş bunun üzerine yapılmıştı.
Bu şekilde soyutlanmadıkları ve bu derece
bağlanmadıkları sürece yüce Allah, müslümanlara
zafer, hakimiyet ve üstünlük bahşetmiyor, yeryüzünün
idaresini, beşeriyetin önderliğini onlara teslim
etmiyor.
Muhammed b. Kâb el-Kurezî ve diğerleri şöyle
rivayet ediyorlar: Abdullah bin Revaha (Allah O'ndan razı
olsun) Akabe gecesinde (Evs ve Hazreç ileri gelenleri Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) kendilerine hicret etmesi için
O'na biat ederlerken) Resulullah'a şöyle dedi: "Rabb'in
ve kendin için dilediğin şartı koş".
Resulullah şöyle buyurdu: "Rabbim için; O'na kulluk
etmenizi ve hiçbir şeyi O'na ortak
koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için
de canlarınızı ve mallarınızı
koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı
şart koşuyorum " Abdullah: "Peki bunu
yaptığımızda bize ne var?" deyince
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) O'na:
"Cennet!.." buyurdu, bunun üzerine; `Kârlı
alış-veriş ne bozarız, ne de
bozulmasını isteriz' dediler."
İşte böyle... Kârlı bir
alış-veriş, ne bozarız ne de
bozulmasını isteriz.. Kuşkusuz onlar, bunu iki
kişi arasında gerçekleştirilen bir
alış-veriş olarak algılamış, onunla
yetinmiş, sözleşmeyi sürdürmüşlerdi...
Pazarlık yapmaları bu yüzdendi...
Yüce Allah, yeryüzünün idaresini önderlik öncülüğünü
ellerine vermeyi ve tüm eğilimlerinden, arzu ve
şehvetlerinden hatta yüklendikleri dava, gerçekleştirdikleri
metod ve uğrunda öldükleri akideye özgü amellerinden tam
anlamıyla soyutlandıktan sonra, o büyük emaneti teslim
etmeyi takdir buyurduğu kitleyi işte böyle eğitiyordu.
Çünkü ruhunda kendisi için bir arzu ya da top yekün Allah'a
teslim olmakla bağdaşmayan bir kalıntı
barındıran kişiye bu büyük emanetin yüklenmesi
doğru değildir. ("Ey müminler, bütün varlığınızla
İslâm'a (barışa) giriniz." ayetinin tefsirine
bakınız, Bakara suresi; 208, Fi Zılâl)
Surenin bitiminden önce ayetlerin akışı ehl-i
kitaba dönmekte ve aralarında müslümanlar gibi inanan bir
grubun olduğunu bildirmektedir. Onlar da İslâm kervanına
katılıyor, onlar gibi hareket ediyorlar, mükâfatları
da elbette onlar gibi olacaktır.