delileri
düşünmek ile Allah'ı ayakta, otururken ve yanı
üzerine yatarken anmak arasındaki ilişki nedir?
Bunları düşünmekten "Ey Rabbimiz sen bu evreni
boşuna yaratmadın, sen böyle bir anlamsızlıktan
münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru..." diye
devam eden alçak gönüllü ve ürpertici duaya geçiş
nasıl meydana geliyor?
İfade burada, sağlam bir idrakin, evrenin etkileyici
olaylarını sağlıklı bir şekilde
karşılayışını ve gözler ile düşüncelerin
istifadesine sunulmuş, gece ve gündüzle evrenin proğramına
yerleştirilmiş bu etkenlere sağlıklı bir
karşılık verişini canlı bir tablo
şeklinde çizmektedir..
Kur'an'a Kerim kalpleri ve bakışları tekrar
tekrar tetkik ederek, sayfaları durmadan çevrilen şu açık
kitaba yöneltmektedir. Bu kitabın her sayfasında
duygulandırıcı deliller belirmektedir. Şu
kitabın sayfaları ve şu yapının "plân"ı
bir Yaradanı işaret eder. Bu gerçeği duyumsamakla
sağlam fıtratta bir coşku ve şu evreni var
eden, ona bu gerçeği yerleştiren yaratıcıya
her an sevgi ve korku beslemekle beraber O'nun çağrısına
karşılık verme iştiyakını da
harekete geçirir. Akıl sahipleri.. Sağlam bir idrake
sahip bulunanlar.. Evet onlar, yüce Allah'ın varlıklar
alemindeki ayetlerini karşılamak için gözlerini
açarlar. Aralarına engeller koymazlar.. Kendileriyle şu
ayetler arasındaki geçitleri kapatmazlar. Ayakta iken,
otururken ve yanları üzerinde yatarken kalplerini Allah'a
yöneltirler. Böylece gözleri açılır, idrakleri
aydınlanır, insan kalbi ile şu varlık
alemindeki yasaların arasını birleştiren ilham
sayesinde yüce Allah'ın varlık alemine
yerleştirdiği gerçeğe ulaşıp varlık
amacını, meydana geliş nedenini ve
fıtratın özünü kavrarlar.
Gökler ve yer sahnesi. Gece ve gündüzün değişim
sahnesi... Evet gözlerimizi, kalplerimizi ve idraklerimizi O'nun
için iyice açsak, gözlerin ilk defa gördüğü yeni bir
sahne gibi algılasak, duygularımızı
alışkanlığın verdiği donukluktan ve
tekrarın neden olduğu sönüklükten kurtarsak; bakışlarımız
titreyecek, duygularımız sarsılacaktır. Göz,
kalp ve idraklerimiz, buradaki ahengin ötesinde bu uygunluğu
bahşeden bir elin; bu düzenin ötesinde, planlayıcı
bir aklın; bu yönetimin ötesinde değişmez bir
yasanın varlığını duyumsayacaktır. Bütün
bunların hile, rast gele ve boş olmasının mümkün
olmadığını algılayacaktır.
Gece ve gündüzün, güneş karşısında dünyanın
kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan iki
görüntü olduğunu ve gökler ve yerdeki uyumun "çekim"
ya da çekim dışı bir şeyden
kaynaklandığını bilmemiz olağanüstü
varlık sahnesi karşısındaki
heyecanımızı azaltmaz. Bunlar
doğrulanmış ya da doğrulanmamış
varsayımlardır. Ve o, her iki halde de şu
varlık harikasını ve kendisine hükmeden ve
kendisini koruyan harikulâde ince yasaları
karşılamada öne atılmaz, geride de kalmaz. Bu
yasalar -araştırıcı insanların
yanında isimleri ne olursa olsun- göklerin ve yerin yaratılışında
ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki güç ve hakkın
işaretidirler..
Kur'an'ın üslubu, akıl sahiplerinin
şuurlarında; yer ile göklerin yaratılış
sahnesi ile gece ve gündüzün değişimi ile
karşılaşmanın neden olduğu ruhsal
hareketlenmenin adımlarını ince bir tasvirle
tablolaştırmaktadır. Bu aynı zamanda evrenle
birlikte hareket etmede, onunla kendi diliyle konuşmada,
fıtratı ve hakikati ile cevaplaşmada, işaret
ve ilhamlarıyla şekillenmede kalplere
sağlıklı bir metod gösteren duyguları
barındıran bir tablodur. Böylece açık kainat
kitabından, Allah'a, yarattıklarına bağlı
mümin insan için bir "marifet" kitabı meydana
getirmektedir.
Bu tasvir öncelikle kalbin
hareketin arasının
birleştirilmesiyle iki önemli gerçeğe işaret
edilmiş oluyor.
Birincisi, Allah'ın yarattıklarını düşünmek,
açık evren kitabını incelemek ve evreni harekete
geçiren ve bu kitabın sayfalarını
değiştiren yüce Allah'ın yaratıcı elini
araştırmanın, samimi bir ibadet ve içtenlikli bir
zikir olduğu gerçeğidir. Evrenin projesini, kanun ve sünnetlerini;
güçleri, potansiyelleri ile sır ve enerjilerini
araştıran varlık bilimleri, şu evrenin
yaratıcısını düşünüp O'nun üstünlük
ve lütfunu kavrayacak düzeye ulaşsalardı; hemen
şu evrenin yaratıcısına kulluk etmeye ve O'na
dua etmeye başlarlardı. Hayat böylece bu bilimlerle
istikamet bulur ve Allah'a yönelirdi. Ancak materyalist kafir eğilim,
evrenle yaratıcısının, varlık
bilimleriyle ezeli ve ebedi hakikatlerin arasını
kesmektedir. Bu yüzden -Allah'ın insana en güzel bağışı
olan- bilim, kâfirler tarafından insana musallat olan zorba
bir saldırgan gibi onu ruhsal bir boşluğa düşürmektedir.
İkincisi, Allah'ın evrendeki işaretleri, O'nu
zikreden ve O'na kullukta bulunandan başkasına ilham
verici gerçeklikleriyle görünmeyeceklerdi. Göklerin ve yerin
yaratılışını, gece ve gündüzün değişimini
düşünerek ayakta, oturarak ve yanı üzere yatarken
Allah'ı ananların bakışlarına; göklerin
ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün
değişiminde gizli büyük gerçeklerin açıldığı
ve bunun ötesinde onların kurtuluş, iyilik ve
esenliğe ulaştırıcı ilahi metoda
bağlı oldukları gerçeğidir. Dünya hayatının
görüntüsüyle yetinip -bu iman bağı
olmaksızın- varlık alemindeki bazı güçlerin
sırrına ulaşanlara gelince, onlar
ulaştıkları bu sırlarla hayatı ve
kendilerini mahvetmektedirler.. Hayatlarını uğursuz
bir cehenneme ve boğucu bunalımlara dönüştürmektedirler.
Bu halleriyle de giderek Allah'ın öfkesine ve azabına düçar
olurlar.
Bunlar, Kur'an'ın "akıl sahipleri"nin
karşılayış, karşılık veriş
ve bağlılık kurma anı için çizdiği
şu surenin sunduğu birbirinden ayrılmaz iki
durumdur. Bu karşılık verme, etkilenme ve
araştırmayı
somutlaştırdığı gibi kalbin
arılığını, ruhun
berraklığını, idrakin açıklığı
ve algılamaya hazırlanışını da
somutlaştıran bir andır.
Bu bir kulluk anıdır. Bu özelliğiyle de
buluşma ve karşılaşma anıdır. Bu
anda en büyük varlık işaretlerini kavrama
yeteneğinin bulunması yalnızca göklerin ve yerin
yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini
düşünmenin gizli gerçekleri ilham ettirmesi ve bunların
gereksiz yahut boş yaratılmadığını
kavratması garip değildir. Bu yüzden doğrudan
doğruya buluşma anına geçiliyor:
"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın.
Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin..."
Bu evreni boşuna yaratmadın, aksine hak üzere yarattın.
Çünkü temeli haktır. Konumu ve aslı haktır.
Kuşkusuz şu evrenin bir gerçekliği vardır.
Bazı filozofların dediği gibi, "yokluk"
değildir. Bir kanuna güre hareket etmektedir. Başıboşluğa
bırakılmış değildir. Bir amaca göre
hareket etmektedir. Rastlantıya terk edilmiş
değildir. Varlığı, hareketi ve amacı
bakımından batılın
bulaşmadığı Hakk'a tabidir.
Bu kulluk, zikir ve buluşma bilinciyle göklerin ve yerin
yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini
düşünmekten "akıl sahipleri"nin kalplerine
gelen ilk dokunuştur. Bu dokunuş, duygularını
evrenin planındaki temel gerçekle şekillendirmekte,
dillerini de bu evreni boşuna yaratmaktan yüce Allah'ı
tesbih ve tenzih etme zikriyle baş başa
bırakmaktadır.
"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın.
Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin."
Sonra varlık alemindeki dokunuşlarla, ilhamlar
karşısındaki ruhsal hareketler ardarda
sıralanmaktadır.
"...bizi Cehennem azabından koru... Ey Rabbimiz, sen
birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin
hiçbir yardım edeni yoktur."
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece
ile gündüzün ardarda gelişindeki hakkı kavrama ile
ateş korkusuyla yapılan ürkek ve titrek duadan
kaynaklanan ürperti arasındaki vicdanî ilişki nedir?
Kuşkusuz evrenin özünde ve görünüşündeki hakkın
anlamı -akıl sahipleri yanında- burada bir
ölçünün, planın, hikmet ve amacın ve şu
gezegendeki insan hayatının ötesinde bir hak ve
adaletin varlığıdır.. O halde insanların
yaptıklarından dolayı hesaba çekilip cezalandırılması
kaçınılmazdır. İçinde hak, adalet ve cezanın
gerçekleştiği bu yurttan başka bir yurdun
varlığı da zorunludur.
Bu, fıtrat ve açıklık
mantığından bir zincirdir ve akıl sahiplerinin
duyularında halkaları böylesine seri yer almaktadır.
Birdenbire hayallerinde ateşin şeklini görmeleri ve
ondan koruması için Allah'a dua etmeleri bu yüzdendir. Bu
aynı zamanda varlıkta gizli gerçeği kavramakla
birlikte ilk akla gelen duygudur da. Ve bu kesin görüş
sahibi olan "akıl sahipleri"nde meydana gelen bilinç
dalgalanmalarına olağanüstü bir dikkat çekmedir. Daha
sonra dillerinden; bu uzun, mütevazi, ürkek, titrek, tevbekâr,
tatlı nağmeli, kafiyeli, ahenkli, söz ve nağmelerinden
bir çöl ılıklığı yükselen dua
dökülmektedir.
Ateşten koruması için Rabblerine yöneldiklerinde
duydukları bu ilk ürpertinin önünde durmak lazam. Yani
şu sözlere dikkat etmek gerekir:
"Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu
perişan edersin.. Zalimlerin hiçbir yardım edeni
yoktur."
Bu da gösteriyor ki; ateşten korkmaları
-herşeyden önce- ateş ehline isabet eden utançtan
korkmalarından kaynaklanmaktadır. Kendilerini saran bu
ilk ürperti, ateş ehline isabet eden alçaklıktan
duyulan utanmanın ürpertisidir. Bunun en büyük nedeni
Allah'a karşı duyulan hayadır. Ateşin
yakması konusunda ona karşı son derece
duyarlıdırlar. Ayrıca bu, Allah'a karşı
hiç kimsenin yardımının söz konusu olmayacağına
ve zalimler için bir yardımcının
bulunmayacağına olan güçlü bilinçten de
kaynaklanmaktadır. Sonra bu mütevazi ve uzun duaya devam
ediyoruz:
"Ey Rabbimiz biz, `Rabbinize inanın' diye seslenen
bir davetçinin çağrısını işittik ve
hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı
affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte
canımızı al."
Kalpler açılmıştır. Çağrıyı
algılar algılamaz karşılık verir. Bu
derece şiddetli bir duyarlılık uyanır içlerinde.
İlk söz ettikleri şey de; eksiklikleri, günahları
ve isyanları olur. Günahlarını
bağışlaması, kötülüklerini örtmesi ve
iyilerle beraber canlarını alması için Rabblerine
yönelirler..
Duadaki bu ihtiyaç gölgesi, nefsin; şehvetleri, günah
ve hatalarıyla girişilen kapsamlı savaşta,
istiğfara, günah ve masiyetten arınmaya yönelmek
hususundaki surenin tüm gölgeleriyle bir uyum oluşturmaktadır..
Bu alanda girişilen savaşta kazanılan zafer,
öncelikle Allah ve iman düşmanlarıyla girişilen
meydan savaşındaki zaferi doğurmaktadır.
Surenin tümü uyum ve gölgeleriyle eksiksiz ve tertipli bir
bütünlüktür.
Bu duanın sonunu; Allah'a yöneliş, O'na ümit bağlamak,
O'na dayanmak ve O'nun, sözüne bağlılığından
yardım istemek oluşturmaktadır:
"Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından,
vaadettiğini bize ver. Kıyamet günü bizi perişan
etme. Kuşku yok ki sen sözünden caymazsın."
Resullerin bildirdiği Allah'ın vaadinin gerçekleşmesini
istemek, sözünden dönmeyen Allah'ın sözüne bağlanmak
ve kıyamet günü rezil olmaktan kurtaracağını
ümit etmek bu duada duyulan ilk ürpertiyle birleşmek ve
rezil olmaktan duyulan şiddetli korkuya ve bu korkunun,
duanın başında ve sonunda hatırlanma ve
belirtilme gereğine işaret etmektedir. Ayrıca, bu
kalplerin duyarlılığına, inceliğine,
berraklığına, Allah'tan duydukları korku ve
hayalarına da işaret etmektedir.
Bütünüyle dua, evrenin ilhamlarının ve evrende
gizli gerçeğin nağmelerinin sağlıklı ve
açık kalplerde meydana getirdiği doğru ve derin
tepkiyi somutlaştırmaktadır.
Edebî güzellik ve tarzdaki uygunluk açısından
şu dua karşısında bir daha durmak
zorundayız.
Kur'an surelerinden herbirinin ayetlerinin belirgin kafiyeleri
vardır. Kur'an kafiyeleri şiirlerdeki gibi aynı
harften meydana gelmez. Aksine benzeşen ahenklerden
oluşurlar. Örneğin: 1-Bâsır, Hâkim, Mübîn,
Mürîb, 2-Elbâb, Ebsâr, Ennâr, Karâr, 3-Hafiyyâ, Şakiyyâ,
Şarkiyyâ, Şey'â vs. gibi.
Birinci bölümdeki kafiyeler genellikle herhangi bir hüküm
bildirirken kullanılır. İkinciler, dua yerlerinde
üçüncüler de kıssa ve hikayede kullanılırlar.
Âl-i İmran suresinde, genellikle, birinci tür kafiyeler
kullanılmıştır. İki yerin
dışında bu kural değişmemiştir.
Birinci değişiklik; içinde dua bulunan surenin baş
tarafında, ikincisi de burada, bu yeni duada söz konusu
olmaktadır.
Bu da Kur'an'ın ifade tarzındaki eşsiz ve edebi
uygunluklarındandır. Bu uzatmalar duaya;
yakıcı bir yumuşaklık, istek, yöneliş ve
yakarış atmosferine uygun bir ses güzelliği
katmaktadır.
Burada bir başka edebi sanat göze çarpmaktadır. Bu
sahnenin, yani gök ve yerin yaratılışı ile
gece ve gündüzün değişimini düşünüp inceleme
sahnesinin sunuluşuna, ağır ağır söylenen,
uzun nağmeli, derin vurgulu ve mütevazi dua uygun düşmektedir.
Bu yüzden sahnenin sunuluşunun; sinirler, kulaklar ve
hayallerdeki duygu ve etkisi uzun sürmektedir. İçindeki
tevazu, nağme, yöneliş ve ürperti sayesinde vicdanları
etkilemektedir. Burada sahne Kur'an'ın ifade
tarzının hedeflerinden birini gerçekleştirecek
şekilde ibare ve nağmesiyle birlikte uzamakta ve onun
sanatsal çizgilerinden birini gerçekleştirmektedir.
Ardından ayetler, bu yakarışa verilen cevap ve
karşılıkla sürüp gitmektedir.